Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Karanlığın yüreği neresindedir?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bir yazarın başka bir yazarın romanına kahraman olarak girmesi edebiyatta çok sık rastlanan bir hadise değildir. Borges’in yazdıklarından bahsetmiyorum, onun “raporu var”; o yazdığı her şeyi, en akıl dışı, en inanılmaz olanı da dahil aklın sınırları arasına almada olağanüstü bir beceriye sahiptir, yazdığı her şeye, bize çok tuhaf gelse de çabucak inanırız. Bu yüzden mesela birisi, bir hikayesinde olduğu gibi, kalkar Cervantes’in “Don Kişot”unu baştan sona olduğu gibi “temize çeker” gibi kopya eder ve o metni kendi metni ilan ederse, biz onu hiç yadırgamaz, hikayenin arkasındaki metin alıverişine odaklanırız.

        Bu oyunları edebiyatın imkanlarını kullanarak becerebilirsen eğer -çünkü çok tuzak barındırır- muhteşem oyunlardır; ben o oyunlardan bahsetmiyorum. Sözünü ettiğim basbayağı bir yazarın adıyla soyadıyla, eseriyle bir başka yazarın romanına gidip kurulmasıdır. Belki gerekli olduğu için birkaç sayfada buyur edilmiş bir “misafir sanatçıdır” o yazar ama okuduğumuz kitabın sayfaları arasında, tanıdığımız başka bir yazarın aniden karşımıza çıkması, tuhaf bir yabancılaştırma hissine yol açar bazen; en azından Mario Vargas Llosa’nın “Kelt Rüyası” romanında modern romanın babalarından Joseph Conrad karşıma çıkınca bende böyle bir his uyandırmıştı yıllar önce romanı okuduğumda.

        *

        “Kelt Rüyası” romanı, Perulu Mario Vargas Llosa’nın Nobel Edebiyat Ödülünü aldığı sene, 2010 yılında çıktı. Roman 1903 yılında Kongo’da başlıyor, 1916’da Londra’da bir hapishanede bitiyor. Yaşanmış bir hadiseyi anlatıyor büyük romancı; İrlandalı efsanevi devrimci, Afrika ve Peru’daki sömürgeciliğin korkunç yüzünü ortaya çıkarmış şair, diplomat Roger Casement’in başından geçenleri… Birbirine tezat çift kişilikli Casement’in… Bir yandan hayatı boyunca ilkelerine sadık kalmış bir kahraman, bir yandan da ahlaksız damgasını yemiş karanlık ruhlu bir şeytan… (Anlatmasını bilen bir romancı için ne muhteşem malzeme!)

        Casement, Belçika Kongosu ve Amazon ormanlarında yaptığı zorlu yolculuklardan sonra sömürgeciliğin çirkin yüzünü gösteren önemli bir rapor yazdı. Rapor gizli kalması gerekirken açığa çıktı. İngiliz devletin hışmını üzerine çekti. O da diplomatlıktan ayrılıp İRA’ya katıldı. Artık hedefteydi. Piyasaya eşcinselliğine ve “ahlaksız ilişkilerine” dair bilgiler yayıldı. Uzun bir kovalamacadan sonra yakalandı. Halka açık bir mahkemede yargılandı. Kraliçeye ihanet, sabotaj ve casuslukla suçlandı. 3 Ağustos 1916 günü idam edildi. “Kelt Rüyası” romanı işte bu adamın hikayesidir.

        *

        Romanın bir yerinde aniden karşımıza başka bir romancı çıkar. “Karanlığın Yüreği” romanının yazarı Joseph Conrad… (Bizde ilk defa onu keşfedip adını sağa sola fısıldayan Oğuz Atay olsa gerek. 24 Ocak 1977 günü Günlük’te şunları yazar: “Yalnızlığım burada belli oluyor. (….) Bizim yazarlar içimi eziyor (…) Ben de sözüm ona, bu ahmaklardan kurulu bir okuyucu kalabalığı bekliyorum. Çok aptallık. Conrad filan hiçbir şey demiyordur onlara.” Aynı gün Oğuz Atay romanı, “Joseph Conrad’ın dediği gibi, ‘her satırında haklı çıkmak’ gibi zor bir amaca yönelmektir” diye tanımlar.) “Kelt Rüyası”nda Llosa, sayfalar boyunca Conrad’ı “misafir eder” ve onu anlatmaya başlar. Bir romanda, başka bir romancıyı okumak ne büyük zevk!

        “Kelt Rüyası”nın başkahramanı Roger Casement ile Joseph Conrad Afrika’da tanışıyorlar. Casement dostu sayıyor onu. Ancak, hapishanede idam gününü beklerken, dünyanın dört bir tarafından idamına karşı çıkan bir imza kampanyası düzenlenir, aralarında Arthur Conan Doyle, Bernard Shaw gibi dönemin önemli şahsiyetlerinin bulunduğu yazarlar, aydınlar, alimler dilekçeyi imzalar ama o hapishanedeki hücresinde en çok Conrad’ın imzasını merak eder, kendisini ziyaret eden tarihçi dostu Alce’e sorduğu ilk soru; “Conrad metni imzaladı mı?” olur.

        Sorusunun cevabı olumsuzdur; tarihçi dostu, bizzat ona yazarak imzasını istediği halde Conrad’ın idamına karşı çıkan dilekçeyi imzalamadığını söyler ona. Sarsılır bu haberle Casement. Conrad’ın dilekçeyi imzalaması elbette onu ölümden kurtarmayacaktı ama kendisi için o imza o kadar önemliydi ki, Llosa’nın deyimiyle, “Hücresinde umutsuzluğa kapıldığı zamanlarda, kendisi de dahil olmak üzere onlarca insanın hayran olduğu, onun gibi prestij sahibi bir kişinin bu kritik zamanlarda kendisini desteklediğini, o imza aracılığıyla ona bir anlayış ve dostluk mesajı yolladığını hatırlamak, ona iyi gelebilirdi” ama nafile…

        Dostunu teselli etmek için Alce’in söyledikleri onun fikirleri mi, romanı yazan Llosa’nın Conrad hakkındaki kanaati mi belli değil ama Alce, dostuna şunları söyler:

        “Dilekçeyi imzalamamak için gösterdiği gerekçeler belirsizdi. Zaten siyasi konularda hep kaypak olmuştur. Belki de asimile olmuş bir İngiliz vatandaşı olarak kendini çok da güvende hissetmiyordu. Öte yandan bir Polonyalı olarak, Almanya’dan Rusya’dan nefret ettiği kadar nefret ediyor, çünkü onlar ülkesini yüzyıllar boyunca haritadan silmişlerdi. Her neyse bilmiyorum. Biz senin dostların olarak hepimiz buna çok üzülüyoruz. İnsan büyük bir yazar, ama siyasi konularda pısırığın teki olabilir.”

        Tarihçi dostu, Casement’in düşüncelerini okumuş gibi, Conrad’ı ne zaman tanıdığını sorar ona.

        Conrad’ı 26 sene önce tanımıştı Roger. 1890 Haziranı’nda Kongo’da. O İngiliz konsolosu, Conrad ise bir gemi kaptanıydı. Yazar olarak bilinmiyordu daha. Tanıştıkları sırada ona bir roman yazmakta olduğunu söylemişti. Sonra “Almayer’in Sırça Köşkü adını verdiği romanı imzalayıp yollar Roger’e. İlk romanıdır bu roman. O sırada denizcidir Conrad, gemilerde kaptanlık yapıyor Afrika’da. O kuvvetli Polonya şivesi yüzünden İngilizcesi zar zor anlaşılıyordu diye anlatır onu dostuna. Tarihçi dostu, Roger’e, “Hâlâ anlaşılmıyor” der gülümseyerek. “Hâlâ o korkunç aksanıyla konuşuyor İngilizceyi. Sanki ‘ağzında çakıl taşları çiğnermiş gibi’ der Bernard Shaw. Ama hoşumuza gitse de gitmese de harika yazıyor.”

        *

        “Harika yazan” Joseph Conrad, 1857 yılında Polonyalı bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da doğdu. Asıl adı Jozef Teodor Konrad Nalecz Korzeniowski’dir. Babasını ve annesini genç yaşta kaybetti. Bu yüzden onlara dair çok az anıya sahip oldu. İkinci dili Fransızca, İngilizce üçüncü dilidir. Ama bütün romanlarını İngilizce yazdı. İngiliz diline çağdaşı birçok yazardan daha hakimdi. “Klasikleri Neden Okumalı?” adlı kitabında İtalo Calvino’nun verdiği malumata göre o aslında Polonyalı değil, İngiliz olmayı seçip bunu başarmış birisidir. Bu yüzden onu Virginia Woolf’un tanımladığı gibi “İngiliz edebiyatının ünlü bir konuğu” sayamayız. “Slav ruhunu” taşıyor ama terk ettiği ülkesiyle ilgili kompleksleri var. Milli sebeplerden (belki de berbat milliyetçiliğinden), Rus, deli ve kafası karışık olduğundan belki de Dostoyevski’den nefret ediyor, adı bile geçtiğinde öfke nöbetlerine giriyor ama ona da çok benziyor. Nefret ettiklerinden birisi de Napolyon’dur. Yenilip Moskova’dan çekilirken arkasında harap bir Rusya bırakmıştı Napolyon. O sırada savaşta olan büyük amcalarından birisi de açlıktan ölmemek için iki subayla birlikte köpek etini yemek zorunda kalmışlardı. Bir akrabasının köpek etini yemiş olması ona göre onursuzca bir davranıştı. Bunun müsebbibi Napolyon olduğu için ondan nefret ediyordu. 20 yaşında İngiliz ticaret filosuna, 27 yaşında da İngiliz edebiyatına girdi. Yirmi yıl denizlerde kaptanlık yaptı. 1894’te denizciliği bırakarak kendini tamamen yazmaya verdi. Bundan sonra yazacağı her şeyi denizcilik hayatından devşirdi. Calvino’ya göre Conrad, evreni karanlık ve düşman bir şey gibi görüyordu ama onun karşısına insanın güçlerini, onun ahlak düzenini, cesaretini çıkarıyordu.

        *

        Llosa’nın “Kelt Rüyası”nın kahramanı Roger Casemet, İngiliz ticaret filosunun genç kaptanı Joseph Conrad’la 1890 Haziranı’nda Kongo’nın liman şehri Matadi’de karşılaştı. Conrad, saçları dökülüp alnı açılmış, kapkara sakallı, dik duruşlu, gözleri çukura kaçmış otuz yaşlarında birisidir o sırada. İngiliz vatandaşlığını birkaç yıl önce almış. Gemi kaptanı olarak burası onun ilk görev yeriydi, kafası hayaller ve tasarılarla doluydu. Hasır şapkalı beyaz adamların, vicdanlarını memleketlerinde bırakıp Hıristiyanlığı, medeniyeti ve ticareti götürmek üzere kafileler halinde Afrika’ya gittikleri bir dönemdi o dönem. Afrika’yı kölelikten, putperestlikten ve yamyamlıktan kurtarmak amacıyla gelenlerden birisi de gemi kaptanı Conrad’tı.

        Tanışır tanışmaz Conrad’ın masum ve çocuksu yanı Roger Casement’i hemen cezbetti. Tanıştıktan sonra üç hafta boyunca birbirinden hiç ayrılmadılar. Conrad, Kongo’ya geldiğinde Roger sefir olarak altı seneden beri oradaydı. Çiçeği burnunda yeni Bağımsız Kongo Devleti üzerine Roger, Conrad’a bir yığın bilgi verdi. Conrad buraya gelirken kafasındaki buraya dair bilgiler kısa bir süre sonra değişmeye başladı. 28 Haziran 1890 günü Conrad, Roger’le vedalaşıp giderken ona dedi ki:

        “Siz benim ırzıma geçtiniz, Casement. Belçika Kralı İkinci Leopold hakkında, Kongo Bağımsız Devleti hakkında bildiklerimin ırzına geçtiniz. Hatta hayat hakkındaki düşüncelerimin de… Irzıma geçtiniz.”

        *

        Joseph Conrad gemi kaptanlığını bırakıp kendini tamamen edebiyata verdikten ne kadar sonra “Karanlığın Yüreği”ni yazmaya başladı bilinmiyor ama bugün bütün dünyanın bildiği, Francis Ford Coppola’nın “Apocalypse Now” diye bilinen, bizde vaktiyle “Kıyamet” adıyla gösterilen meşhur filmin senaryosunu uyarladığı bu küçük roman, İngiltere’de 1889 yılında yayınlandı.

        Afrika’dan döndükten sonra belli ki “ırzına geçilmiş” bir insanın halet-i ruhiyesiyle oturmuş romanın başına. Küçük kitap, boynu aşan bir iddiayla Batı uygarlığını topa tutar, o değerleri acımasızca yargılar, o medeniyetin nasıl kolayca bir barbarlığa dönüşebileceğini kendine mesele yapar. Kitap ikilemler üzerine kuruludur: Karanlıkla aydınlık, siyah ile beyaz, medeniyetle ilkellik… Coppola’nın mekan değiştirerek Vietnam’da geçirdiği filminde Marlon Brando’nun canlandırdığı romanın başkahramanı Kurtz aslında can çekişen emperyalizmi-sömürgeciliği temsil ederken; onu görmek için “karanlığın yüreğine” doğru yola çıkan Marlow karakteri ise, Afrika’ya “medeniyet”, “Hıristiyanlık” ve “ticaret” götürerek orayı “barbarlıktan” kurtarmaya inanan hasır şapkalı adamı; daha doğrusu oraya gittikten sonra onu oraya getirenlerin derdinin “medeniyet” falan olmadığını, tek dertlerinin daha fazla fildişi ve kauçuk toplamak olduğunu görerek “hayal kırıklığına” uğrayan ve bu yüzden “ırzına geçilen” Conrad’ın bizzat kendisini... Romanın psikopat kahramanı Kurtz, Afrika’daki sömürgecilerin karanlık yüzünü temsil eder. Kurtz Avrupa’da imal edilmiştir. Annesi Fransız, babası Alman, kendisi İngiltere’de okumuş. O sırada Belçika Kralının özel mülkü sayılan Kongo’ya giden bir şirketin sorumlusudur. Şirketin amacı Kongo’daki fildişi ve kauçuğu en ucuz maliyetle Avrupa’ya götürmektir. Kurtz başta oralara medeniyet götürebileceğine inanır ama kısa süre zarfında delirir ve yerlilere yapmadıklarını bırakmaz. Vahşileri ehlileştirmeye giden Avrupalılar, kısa sürede katmerli birer vahşi kesilirler. Romanın bir yerinde Conrad şunları söyler:

        “Birer fatihtiler, bu da kaba güçten başka bir şey gerektirmiyor. Övünülecek bir şey değil bu, çünkü senin gücün yalnızca başkalarının güçsüzlüğünden doğan bir kazadır.”

        *

        Mario Vargas Llosa “Kelt Rüyası” romanında anlattığına göre, “Karanlığın Yüreği”yayınlandıktan sonra Conrad, Casemet’i evine davet eder. Aradan yıllar geçmiş, Conrad evlenmiş, bir de çocuğu var, saçlarının arasında gümüşi teller düşmüş, sakalları gürleşmiş, bir hayli şişmanlamış. Roger’i iki gün boyunca evinde misafir eder ve ona karşı çok coşkulu davranır. Roger “Karanlığın Yüreği” romanını okumuş, onu çok beğenmiş, kitabın onu yürekten duygulandırdığını anlatınca Conrad sözünü keser:

        “O kitabın ortak yazarı olarak siz görünmelisiniz, Casement, sizin yardımınız olmasaydı onu dünyada yazamazdım. Gözümdeki perdeyi kaldırdınız. Afrika’yla ve Bağımsız Kongo Devleti’yle ilgili olarak. Ayrıca insan denilen o vahşi hayvan konusunda.”

        Roger konsolos olarak Kongo’da bulunduğu süre boyunca, yerlilerin iyiliği için bir yığın muazzam iş yapmıştı. Roger, Conrad’dan bu övgüleri duyunca kulaklarına kadar kızarır. Daha sonra da ikili, birkaç kez bir araya gelir. Her defasında Afrika’dan konuşurlar. Conrad, orada gördüklerini “Karanlığın Yüreğine” dökmüş ama yaşadıklarını etkisinden kurtulamamıştı. İlk karşılaştıklarında deneyimli Roger, onu karşılaşacağı şeyler konusunda uyarmıştı. Orada dizanteri hastalığına yakalandı Conrad, sinekler bedeninde yaralar açtı, ağır hastalandı ama her defasında dostuna, “En kötüsü Casemet, en kötüsü, bu lanet ülkede her gün yaşanan o korkunç şeylere tanık olmaktı. İnsan gözlerini nereye çevirse, o kara şeytanların da beyaz şeytanların da yaptıkları bütün o şeylerdi,”dedi.

        Afrika’da Conrad’ı bu kadar derinden etkileyen neydi? Bazı kabilelerde yamyamlık denilen adetin hâlâ yaşıyor olması mı? Birkaç frank karşılığı sahip değiştiren köleler mi? Kurtarıcıların Kongolulara uyguladıkları zulüm mü? Hayatında ilk defa beyaz bir adamın kara tenli bir adamın sırtında yaralardan çapraz bulmacaya benzeyen bir şekil yaratması mı?

        Conrad, sözleşmesini iptal edip Londra’ya döndüğünde bu korkunç şeylere tanık olmuş birisiydi.

        Roger, ziyaretçisi tarihçi dostu Alce’e, “Karanlığın Yüreği’ni okudun mu?” diye sorar ve devamla, “İnsanoğlunun oradaki görüntüsü sence doğru mu?”

        Tarihçi, “Her halde değil” diye cevap verir. “Kitap yeni çıktığında bunu çok tartıştık arkadaşlar arasında. O roman, Afrika’nın oraya giden uygar Avrupalıları birer barbara çevirdiğini anlatan ibretlik bir öykü. Senin Kongo Raporu’nsa daha çok bunun tersini göstermişti. En kötü barbarlıkları oraya götürenlerin biz Avrupalılar olduğunu… Üstelik sen bir vahşiye dönüşmeden Afrika’da yirmi yıl yaşadın. Dahası, sömürgeciliğin ve İmparatorluğun erdemlerine inanarak gittiğinden daha uygarlaşmış olarak geri döndün.”

        Roger, tarihçi dostuna der ki:

        “Conrad, Kongo’da insanoğlunun ahlaki çöküntüsünün su yüzüne çıktığını söylerdi. Yani hem beyazların hem siyahların. Karanlığın Yüreği pek çok kez uykularımı kaçırmıştır. Bence o kitap ne Kongo’yu ne gerçekleri ne de tarihi değil, cehennemi anlatıyor. Kongo, bazı Katoliklerin salt kötülük dedikleri o korkunç görüşü anlatmak için kullanılmış bir bahane.”

        *

        Görüşme biter, tarihçi dostu gider, daracık yatağına sırtüstü uzanıp gözlerini yumduğunda aklı tekrar Joseph Conrad’a gider Roger Casemen’in.

        Şimdi, idam gününü beklerken, nasıl olur da dostunun “ölüm cezasının indirilmesini” isteyen dilekçeyi imzalamamıştı? Bu imza onun başına hiçbir iş açmazdı ki? O eski denizci dilekçeyi imzalamış olsaydı, kendini daha mı iyi hissedecekti? Belki evet, belki de hayır!

        Gerisi, Mario Vargas Llosa’nın kaleminden şöyledir:

        “O gece, Conrad’ın Kent'teki küçük evinde konuşurlarken, ‘Kongo'ya gitmeden önce ben zavallı bir hayvandan başka bir şey değildim,’ dediğinde, ne demek istemişti acaba? Tam olarak anlayamadığı halde o cümle kendisini etkilemişti. Ne anlama geliyordu? Belki de Orta ve Yukarı Kongo'daki o altı ay içinde bütün yaptıkları ve yapmadıkları, bütün gördükleri ve duydukları, insanın doğasıyla, işlenen o ilk günahla, kötülükle, Tarih'le ilgili olarak onun içinde daha da derin ve önemli kaygıların doğmasına neden olmuştu. Roger bunu çok iyi anlayabiliyordu. Eğer insan olmak demek, tamahkârlığın, açgözlülüğün, önyargıların ve acımasızlığın erişebileceği uç noktaları görüp tanımak anlamına geliyorsa, Kongo onu da insanlaştırmıştı. Ahlaki çöküntü buydu işte, evet: Hayvanlar arasında var olmayan, insanlara özgü bir şeydi. Kongo, bu gibi şeylerin hayatın bir parçası olduğunu göstermişti ona. Onun gözlerini açmıştı. O Polonyalıya yaptığı gibi, onun da ‘ırzına geçmişti’.”

        *

        Joseph Conrad, Roger Casemet’ten 7 yaş büyüktü. Casement, 1916’da Londra’da asılarak idam edildi. Conrad ise ondan 8 yıl daha fazla yaşadı; 3 Ağustos 1924’te odasında çalışırken, yan odadaki karısı onun, “burada…” diye bağırdığını duydu, ardından da bir gürültü koptu… Kadın koşarak odaya girdi, Conrad oturduğu koltuktan düşerek ölmüştü.