SOKAĞA çıkıp ilan edilişinin 100’üncü yılını kutladığımız Cumhuriyetin ne anlama geldiğini sorsak alacağımız yanıt bellidir…
Genellikle aileden veya ilkokuldan bu yana kendisine yüklenen tanımı yapar:
“Halkın yönetime katıldığı rejimdir…”
Veya hakimiyetin halka ait olduğu, halkın halk tarafından yönetildiği rejim olarak tanımlar…
Hatta biraz daha açmasını istediğinizde devamını da getirir, bu kez cumhuriyet ile kalkınma ve yürütmenin icrasını bütünleştirir; ülke bekasının mayası tanımını getirir…
Bazıları da yasaların herkese eşit uygulanmasına atıf yapar…
Çoğunluğu da cumhuriyet kavramını devlet ile özdeşlik içinde tanımlar…
Şurası açık ki, herkesin kendisine göre bir yanından tuttuğu cumhuriyet için getirilen tanımların hiçbiri asıl anlamını içermiyor.
Çünkü getirilen tanımların ağırlıklı bölümü, cumhuriyet değil, demokrasi, kalkınmaya yönelik kavramlar.
Bugün İngiltere, Danimarka, Hollanda, İspanya, Japonya, Kanada, Norveç, İsveç’in da arasında bulunduğu onlarca ülkede monarşi ile yönetiliyor…
Cumhuriyet rejiminin geçerli olmadığı bu ülkelerde demokrasinin olmadığından söz edilebilir mi?
Ya da başında veya sonunda cumhuriyet adını taşıyan onlarca ülkede demokrasiden bahsedilebilir mi?
Şurası açık ki, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, modern Cumhuriyetin ilk kalıbını dökenlerin de demokrasi birinci önceliği değildi…
Onların önceliği devlet yönetiminin aile elinde olmadığı, babadan oğula geçmediği, Prof. Dr. Kemal Gözler, Prof. Dr. Ahmet İnsel, Prof. Dr. Ahmet Arslan ve bir çok bilim insanının tanımıyla “devlet başkanlığının irsi olarak intikal etmediği devlet şeklini ülkede inşa etmekti...”
Yoksa en temel hüküm olan halkın yöneticilerini seçmesi 1. Meşrutiyet’in getirdiği hüküm gereği 1877 yılında ilk kez yapılan seçimle hayata geçti; bunu 2. Meşrutiyet döneminde kuralları yenilenen 1908, 1912, 1914 ve 1919 seçimleri izledi...
Dolayısıyla cumhuriyete atfedilen seçme ve seçilme hakkına ilişkin kurallar, 1923 öncesi de vardı.
Dolayısıyla kurulan Cumhuriyet, Kurtuluş savaşı ile oluşan devlet sancağının yeni alemini perçinlemekten öte değildi…
Yüzüncü yılını kutladığımız Cumhuriyet denildiğinde akla ilk gelenin Kurtuluş Savaşı olması; bayramın kutlamasının da buna yönelik söylem ve filmlerin gösteri olarak algılanması da bundan kaynaklansa gerek…
Cumhuriyet ile demokrasinin birbirine karıştırılmasının nedeni ise büyük olasılık birbirine yakışması…
Ya da biri yok olursa, doğal sürecinde ötekinin de ortadan kalkacağına inanılması…
Oysa Cumhuriyet, topluluktan kamusal topluma, yani ulusa dönüşme projesidir; kökü vatandaşlığa dayalı ulustur…
Prof. Dr. Ahmet İnsel’in tanımıyla ikisinin kesiştiği nokta, “yönetimde halk çoğunluğunun tercihlerini yansıtması” ve “demokrasisiz bir cumhuriyetin, rejim olarak üstünlük arz etmeyeceği” yönündeki anlayıştır…
Aslında bu anlayış, milenyumun hemen öncesinde cumhuriyetin ilk çıkış noktası olan batılı ülkelerde de tartışılmaya başlandı…
Neden de herkesin eşitliğinin amaçlayan cumhuriyet rejiminin, gerçek durumda var olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için “eşitsiz tasarrufta bulunmasından” kaynaklıydı.
Çünkü bu eşitsiz tasarrufu demokrasi kabul etmez; en temel kuralı olan başkalarının özgürlük sınırının aşılması olarak görür...
Birilerinin çalışmasından elde edilen vergilerin, ülke kalkınması için kullanılması gereken fonların, eşitsiz tasarruf ilkesiyle sosyal yardım adında çalışıp kazanmayanlara aktarılmasını demokrasi dışı bulur…
Cumhuriyet ise bu çabasını, kamu düzenini birincil kuralı olarak kabul eder…
Kurumların tayin edici rolünü ve erkler arasındaki ayrımı gözetir…
Demokrasi ise bireyi; kişi haklarını esas alır…
Bu kapsamda Cumhuriyette, topluluk üyesi olarak hak kullanımında yurttaşın özgürlüğü geçerlidir…
Demokraside ise insanın özgürlüğü…
O nedenle 1960, 1970, 1980 darbeleri demokrasiye zarar verirken, cumhuriyet etkilenmemiştir; hatta darbeciler cumhuriyeti kurtarmak için ihtilal yaptıklarını savlamıştır…
MODERNLEŞME PROJESİ
İlk kalıbı dökenlerin hedeflediği cumhuriyete yüklenen bir başka hedef modernleşme projesidir…
Bundan kapsamda modernleşme ve kalkınma amacı uğruna yurttaşın performansını gözetler...
Bugün de olduğu gibi ülke kalkınmasının, cumhuriyetin temelleri üzerinde olacağına inanır; kalkınmanın geleceğini cumhuriyet ile özdeş kılar.
Hatta bu hedef, ideolojik ayrılık içinde olanların ortaklaşmasını, cumhuriyet ortak paydasında buluşmalarını sağlar…
Demokrasi ise performansa dayalı bu anlayışı kapitalizmle dayatılan modern kölelik sayar…
Tabii ki demokrasi de cumhuriyet kavramının içinde barındırdığı eşitlikçiliği reddetmez…
Ancak yanına bireyin özgürlüğünü de koyar…
Özgürlüğü seçme ve seçilme hakkının ötesinde, insanın düşündüğünü ifade etmesi, inancına ve kültürel değerlerine göre yaşamasıyla mümkün olacağını savunur…
Özetle birinde düzenle verilen, diğerinde bireye tanınan hak vardır…
KÜTÜPHANE VE TELEVİZYON
Cumhuriyet-demokrasi üzerine eserleri ile bilinen Fransız düşünür, gazeteci, bilim insanı Rêgis Debray da tam bu duruma işaret eder:
“Cumhuriyetin bugün içinde bulunduğu acz durumunun esas nedeni, düşmanının kalmamasıdır. Oysa cumhuriyet tehlikededir…”
Debray’a göre tehlikenin nedeni de monarşiye özlem duyanlar değil, gösteriş ve paranın tekeline girmesi ve nüfuz alanına esir olmasıdır…
Rêgis Debray, cumhuriyet ile demokrasi farkını da çok iyi özetler:
“Cumhuriyetin birinci erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin gücü unutmada yatar… Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir… Cumhuriyet bir kütüphane gibi, yaşayanlardan çok cansızlardan meydana gelir. Oysa demokraside, televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi verme hakkına sahip olanlar yalnızca yaşayanlardır...”
YOKSUZLUK DEMOKRASİYİ ÜZER, CUMHURİYETİ İSE DERİN SARSAR
Demokrasi, cumhuriyette olduğu gibi toplumsal eşitliği önemsemez.
Ona göre maddi şartlar nedeniyle sokaklarda yaşam süren insanların öldüğü Hindistan’da demokrasi yok demek doğru değildir…
Veya fakirlerin ve zenginlerin aralarında benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının bulunması New York’taki özgürlük heykelinin dünya çapındaki şöhretine halel getirmez.
Gelir adaletsizliğinin olduğu bir ülkede de demokrasinin eksikliğinden söz edilemez, ama cumhuriyetin eksikliği kesindir.
O nedenle “yoksulluk bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti derinden sarsar...”
Bundan dolayı da demokrasinin vakıflara havale ettiği işi, cumhuriyet önce hükümetlerden ve kanunlardan talep eder…
Birincide insan hakkı, diğerinde ise yurttaş hakkı ve devletin eşitsiz tasarrufu geçerlidir…
Dolayısıyla, “seçimlere yüzde elli katılmama bir cumhuriyetin ruhunu yok eder; ama bir demokrasiye zarar vermez…”
BİRİ GÜRÜLTÜYÜ, DİĞERİ SESSİZLİĞİ
Cumhuriyet okulu sever ve onu yüceltir, demokrasi ise okuldan korkar ve ihmal eder.
Ama her ikisinin de en çok sevdikleri veya korktukları şey, okulda felsefe dersinin bulunmasıdır.
Gazeteci, reklamcı, şarkıcı, aktör, işadamı bir demokrasinin rehberlerini teşkil eder.
Öğretmen, yargıç, bilim adamı ve hatta görünüşte paradoksal olmakla birlikte subay, cumhuriyetin rehberlerini oluşturur.
Bir demokrasi kendisini çevreleyen gürültü patırtı içinde rahatça yaşayabilir. O, bundan uzun vadede tamamen kendi kendisine bir düzenin çıkacağına emindir.
Cumhuriyette ayrım veya ayırt etme, sessizlik kaleleri ve plajları gerektirir.
KİMSELERİN KİMSESİZLİĞİ
“Müzik şöleni” veya “bayram kutlaması” da demokrasi felsefesini temsil eder.
Bir dakika sessizlik ise cumhuriyetin ruhunu…
Belki de bundan olsa gerek, Cumhuriyet’in ilanının 100’üncü yılında cumhurun sessizliği hakim…
Halkın en büyük bayramı, ama halkta cumhuriyet bayramından eser yok…
Sağda solda şirket reklamına gerekçe yapmak için asılan 100. Yıl afişleri, belediyelerin kutlamayı şarkıcılarla özdeş kılan konserleri olmasa, televizyonlar da programlarında yer vermese Cumhuriyetin içinde bir asrı devirdiğinden kimsenin haberi olmayacak…
Özetle Cumhuriyet, kimselerin kimsesizliğini yaşıyor…