Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        İslam Ansiklopedisi Hasan-I Basrî nedir?

        21 (642) yılında Medine’de doğdu. Babası Yesâr’ın (müslüman olmadan önceki adı Feyrûz), Irak’ın fethi sırasında Basra yakınlarındaki Meysân kasabasından Medine’ye getirilen esirlerden olduğu söylenir. Oğlunun şöhreti dolayısıyla daha çok Ebü’l-Hasan adıyla tanınan Yesâr, kaynaklarda Zeyd b. Sâbit’in veya Enes b. Mâlik’in halasının âzatlısı olarak gösterilir ve efendisine nisbetle kendisine Ensârî nisbesi verilir (İbn Sa‘d, VII, 156). Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayre, Resûl-i Ekrem’in eşi Ümmü Seleme’nin âzatlısı ve hizmetkârıdır. Bundan dolayı Hasan’la daha çok Ümmü Seleme ilgilenmiş, bilgili ve hakîm bir kişi olarak yetişmesinde bu ortamın büyük rolü olmuştur (İbn Hallikân, II, 69; Ahmed Halîl Cum‘a, I, 161-167). Kendisinden küçük olan iki kardeşinden Saîd hadisçi, Ammâr ise Allah korkusundan dolayı çok ağlamakla tanınan bir zâhid idi.

        Hz. Ömer başta olmak üzere birçok sahâbînin duasını alan Hasan-ı Basrî on iki yaşında Kur’an’ı ezberledi. Yetmişi Bedir gazisi olmak üzere 120 kadar sahâbî ile görüşme imkânı buldu. Daha sonra Vâdilkurâ’ya giderek burada kendini ilme verdi. İstifade ettiği sahâbîler arasında Enes b. Mâlik ilk sırada yer alır. Hz. Ali’nin halife olmasının ardından ailesiyle birlikte Basra’ya gitti ve ömrünü burada geçirdi. Arap olmayan bir kadınla evliliğinden bir kızı ile Saîd ve Abdullah adlarında iki oğlu oldu.

        Hasan-ı Basrî, Basra Valisi Süleyman b. Harb’in verdiği kadılık görevini bir süre ücret almadan yaptıktan sonra istifa ederek ilim ve vaazla meşgul olmaya başladı. Yetiştirdiği öğrenciler arasında Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde b. Diâme, Amr b. Ubeyd, Vâsıl b. Atâ, Abdullah b. Avn, Mâlik b. Dînâr ve Mübârek b. Fedâle bulunmaktadır. Muâviye zamanında Rebî‘ b. Ziyâd’ın kumanda ettiği bir sefere katılarak Rebî‘e kâtiplik yaptı. Mühelleb b. Ebû Sufre kumandasında Kâbil üzerine gönderilen bir orduya da katıldı (İbn Sa‘d, VII, 175). Bu iki sefer dışında hayatını Basra’da vaaz ve ibadetle geçiren Hasan-ı Basrî Receb 110 (Ekim 728) tarihinde burada vefat etti.

        İyi bir hatip ve etkili bir vâiz olan Hasan-ı Basrî fesahat ve belâgatın doruk noktasına ulaşmıştır (Câhiz, I, 211). Özlü ve akıcı üslûbu, derin bir tefekkürün, mânevî bir tecrübenin ürünü olan hakîmâne sözleri özellikle zâhidler, sûfîler ve vâizler üzerinde her zaman etkili olmuştur. Onun sözleri tesir bakımından peygamberlerin sözlerine benzetilmiştir (Ebû Nuaym, II, 147). Kaynakların verdiği bilgiye göre Hasan-ı Basrî dünyaya ve dünya malına değer vermez, elinde bulunan şeyi ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Zamanını eviyle mescid arasında geçirir, mescidde ve evinde dinî sohbetler yaparak halkı İslâm’ın ibadet ve ahlâk prensiplerini samimiyetle benimseyip tam bir ihlâsla yaşamaya davet ederdi. Devamlı Kur’an okurdu. Ashabın hayatına derin bir özlem duyan Hasan-ı Basrî bu özlemini şu sözlerle ifade etmiştir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim... Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi” (a.g.e., II, 134).

        Hz. Osman’ın şehid edilmesi, Cemel ve Sıffîn savaşları, Kerbelâ Vak‘ası gibi birçok fitneye şahit olan Hasan-ı Basrî bu konulardaki düşüncelerini cesaretle ortaya koymuş, bu tutumuyla da halkın takdirini kazanmıştır. İlke olarak devlete ve siyasî otoriteye baş kaldırılmasına karşı olduğundan birtakım telkinlere, hatta zorlamalara rağmen isyanlara katılmamış, ancak zâlim ve zorba devlet adamlarını hiç çekinmeden tenkit ederek baskı altındaki halkın hislerine tercüman olmuştur. Emevî halifelerini ve onların valilerini âdil olmaya davet etmiş, Muâviye’nin istişareyi bir yana bırakıp kılıç kuvvetiyle iktidara gelmesini, siyasî sebeplerle Ziyâd b. Ebîh’i kendi nesebine katmasını, Hucr b. Adî’yi haksız olarak öldürtmesini ve lâyık olmadığı halde oğlu Yezîd’i veliaht yapmasını büyük hata olarak görmüş, bu yanlışlardan birinin bile kişinin mahvolmasına yeteceğini söylemiştir (İbnü’l-Murtazâ, s. 23). Emevîler’in, baskı ve şiddete dayalı yönetimiyle tanınan Irak Valisi Haccâc’ı ağır bir dille kınamış, onun Saîd b. Cübeyr’i katletmesini büyük bir felâket olarak görmüş, ancak kargaşaya sebebiyet vereceği endişesiyle Haccâc’a isyan edilmesini de doğru bulmamıştır. Öte yandan Haccâc öldüğü zaman, “Allahım! Onu ortadan kaldırdığın gibi kurduğu yönetimi de kaldır” diye dua etmiş ve onun ölümünden dolayı Allah’a şükretmiştir (İbn Sa‘d, VII, 169). Ayrıca Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’e zaman zaman mektup yazarak tavsiyelerde bulunmuştur (Câhiz, II, 28). Siyasî olaylarda taraf tutmaması, fitneye ve isyana karşı olması, halkı dünyadan uzaklaştırıp âhirete önem vermeye davet etmesi Emevîler’in işine gelmiş ve bu sebeple onun eleştiri ve kınamalarına katlanmışlardır.

        Pek çok sahâbîden hadis rivayet eden Hasan-ı Basrî tâbiînin en faziletlilerinden biri olarak kabul edilir. “Basra halkının şeyhi, Basralılar’ın imamı” gibi unvanları yanında Zehebî onun için “şeyhü’l-İslâm” tabirini kullanır. Mutasavvıflar ise kendisinden “takvâ sahiplerinin öncüsü, Hakk’ın gerçek velîsi, fütüvvet ehlinin önderi” şeklinde söz ederler (Attâr, s. 69). Bütün kaynaklar, Hasan-ı Basrî’nin Allah’tan ve O’nun gazabından korkmayı din anlayışına esas aldığını, bundan dolayı devamlı hüzünlü ve gözü yaşlı olduğunu bildirir. Dinî hayatta Allah sevgisini temel kabul eden tasavvufî anlayışa karşılık Hasan-ı Basrî Allah korkusunu esas alan Basra zühd okulunun temsilcisi ve önderi sayılmıştır. “Sürekli olarak korkudan bahsediyorsun” diyen birine şöyle demiştir: “Umulana nâil oluncaya kadar korkutan kimse, korkulan şey başına gelene kadar ümit veren kimseden daha iyidir” (Ebû Nuaym, II, 132).

        Hasan-ı Basrî, hem yaşayışında hem tavsiyelerinde ılımlı bir zühd anlayışı ortaya koymuştur. Zühdü, ahlâk kurallarına uyulmasını kolaylaştıran ve dinî görevlerin yerine getirilmesini sağlayan bir unsur olarak görür. “Âhiret karşılığında dünyanızı satarsanız dünyada ve âhirette kazançlı çıkarsınız, aksini yaparsanız iki cihanda da zarar edersiniz”; “Her ümmetin bir putu vardır, bu ümmetin putu da altın ve gümüştür” diyerek dünya tutkusunun, maddeciliğin ve çıkarcılığın tehlikesine dikkat çekmiş, kendisinden öğüt isteyen kişiye aşırılıktan kaçınarak orta yolda yürümesini tavsiye etmiştir. Ölümden korkan birine, “Arkanda servet bıraktığın için ölümden korkuyorsun, serveti önden gönderseydin korkmazdın” demiştir. Ayrıca her geçen günün insanın bir parçasını alıp götürdüğüne dikkat çekmiş, dolayısıyla içinde bulunulan zamanın iyi değerlendirilmesine önem vermiştir.

        Kur’an’a getirdiği serbest yorumları, hakîmâne sözleri, dünya ve âhirete bakış tarzıyla zâhid ve sûfîlere örnek olan Hasan-ı Basrî, tasavvufî hayatın vücut bulmasını sağlayan ve ona mânevî zemini hazırlayan takvâ sahibi tâbiîlerden kabul edilir. Bu bakımdan sûfî tabakat kitaplarında ona geniş yer verilmiş, fikirleri ve menkıbeleri üzerinde önemle durulmuştur. İlk büyük sûfîlerden biri olduğu (Kelâbâzî, s. 59), sûfîlerin imamı sayıldığı, daima örnek alındığı (Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 31, 305), ilim ve tasavvuftaki büyüklüğü (Hücvîrî, s. 179; Attâr, s. 69-85) kaynaklarda vurgulanmıştır.

        Hasan-ı Basrî tarikat silsilelerinde önemli bir yer tutar. Bir silsileye göre kendisi Huzeyfe b. Yemân vasıtasıyla Hz. Peygamber’den feyiz almış, bu feyiz Hâris el-Muhâsibî ile devam etmiştir. Bu silsile daha çok Kuzey Afrika’da yaygındır. İkinci silsile Hz. Ali, Hasan-ı Basrî, Habîb el-Acemî, Dâvûd et-Tâî ve Ma‘rûf-i Kerhî; üçüncüsü de Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî, Ferkad Sencî, Ma‘rûf-i Kerhî şeklinde devam eder. Ayrıca Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’den veya Kümeyl b. Ziyâd’dan hırka giydiğine inanılır. Fütüvvet ehli, cesaret ve cömertliği sebebiyle Hasan-ı Basrî’yi “seyyidü’l-fityân” olarak kabul etmiştir.

        Eserleri. 1. Risâle ilâ ʿAbdilmelik b. Mervân fi’l-ḳader. En meşhur risâlesidir. Şehristânî, muhtevasından dolayı risâlenin Hasan-ı Basrî’ye aidiyetinden şüphe eder ve onun Vâsıl b. Atâ’ya ait olabileceğini düşünürse de (el-Milel, I, 47) bu, tarih bakımından mümkün değildir (aş.bk.). İsnadının bulunmaması ve icâzet kaydının yer almaması sebebiyle de eseri şüpheli görenler olmuştur (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 156). Risâlede, insanın irade ve sorumluluğunu tamamen kaldıran kader anlayışı tenkit edilmektedir. Bu görüşünden dolayı Hasan-ı Basrî’nin Mu‘tezilî olduğu iddia edilmişse de (İbnü’l-Murtazâ, s. 18-24) eserin Ehl-i sünnet’te bulunmayan katı cebir anlayışına karşı yazıldığını söylemek daha doğru olur. Risâle, Mu‘tezilî âlim Kādî Abdülcebbâr’ın Fażlü’l-iʿtizâl adlı eseri içinde iktibas edilmiştir (nşr. Fuâd Seyyid, Tunus 1393/1974, s. 215-223). Önce H. Ritter (Isl., XXI [1933], s. 67-83), ardından “Risâle fi’l-ḳader” adıyla Muhammed İmâre (Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd içinde, Kahire 1971, s. 81-93) ve Mâcid Fahrî (el-Fikrü’l-aḫlâḳī el-ʿArabî içinde Beyrut 1978, I, 17-28) tarafından yayımlanan risâleyi Lütfi Doğan ve Yaşar Kutluay Türkçe’ye çevirmişlerdir (AÜİFD, III/3-4 [1954], s. 75-84).

        2. Risâle fî fażli Mekke. Şehirlerin faziletine dair yazılmış ilk eserlerden olup Köprülü (Risâle fî fażli’l-mücâvere bi’l-Beyti’l-ʿatîḳ adıyla nr. 1603/1) ve Süleymaniye (Ayasofya, nr. 1849; Esad Efendi, nr. 3634/18) kütüphanelerinde nüshaları bulunmaktadır. Eserin Kahire baskısı yanında (1320) Sâmî Mekkî el-Ânî tarafından Feżâʾilü Mekke ve’s-sekeni bihâ (fîhâ) adıyla gerçekleştirilmiş bir neşri daha vardır (Küveyt 1980).

        3. et-Tefsîr. Bu eserin Amr b. Ubeyd tarafından rivayet edildiği ve daha sonraki kaynaklarda kendisinden iktibaslarda bulunulduğu zikredilmektedir (Massignon, s. 177; Brockelmann, GAL, I, 66; Cerrahoğlu, s. 157, 159). Günümüz araştırmacılarından Muhammed Abdürrahîm Muhammed, Hasan-ı Basrî’nin çeşitli kaynaklarda nakledilen tefsirle ilgili görüşlerini bir araya getirerek Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî adıyla neşretmiştir (I-II, Kahire, ts.).

        4. el-Ferâʾiż (Erbaʿa ve ḫamsûn ferâʾiż). Değişik adlarla çeşitli kütüphanelerde nüshaları bulunan eser halk arasında “Elli Dört Farz Risâlesi” olarak bilinir (Levent, s. 83-84).

        5. Şürûṭü’l-imâme. Hasan-ı Basrî’ye nisbet edilen ve namazdaki imâmetin şartlarını konu olan bu risâlenin Süleymaniye Kütüphanesi’nde bir nüshası mevcuttur (Hacı Mahmud Efendi, nr. 1934/6).

        6. el-İstiġfârâtü’l-münḳıẕe mine’n-nâr. Süleymaniye Kütüphanesi’nde nüshaları bulunan risâle (Uşşâkī, nr. 45/1; Kasidecizâde, nr. 721/2) İstiġfârât mensûbe li’l-İmâm el-Ḥasan el-Baṣrî adıyla yayımlanmıştır (Mekke 1402/1982).

        7. ez-Zühd. Hasan-ı Basrî’nin ibadet, ihlâs, tevekkül, doğruluk, tevazu, kanaat gibi konulara dair sözlerinden derlenen eser, Muhammed Abdürrahîm Muhammed tarafından başına Hasan-ı Basrî’nin hayatı ve yaşadığı dönemle ilgili bir mukaddime eklenerek yayımlanmıştır (Kahire 1991).

        Hasan-ı Basrî’nin devrin âlim ve yöneticilerine yazdığı bazı mektuplar, Ahmed Zekî Safvet’in Cemheretü resâʾili’l-ʿArab adlı eserinde neşredilmiştir (Beyrut, ts., II, 233-234, 324-334). Hasan-ı Basrî’ye bunlardan başka el-Ḳırâʾe, Nüzûlü’l-Ḳurʾân, Kitâbü’l-ʿAded fi’l-Ḳurʾân, Risâle fi’t-tekâlîf ve Kitâbü’l-İḫlâṣ (Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265) gibi risâleler de nisbet edilmektedir (Ebû Nuaym, I, 134; Sezgin, I, 592-593).

        Literatür. Çeşitli tabakat ve tarih kitaplarında, tasavvuf ve mezhepler tarihi kaynaklarında hayatı, eserleri ve görüşleriyle ilgili dağınık bilgiler bulunan Hasan-ı Basrî hakkında klasik dönem müelliflerinden Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) tarafından el-Ḥasan el-Baṣrî adı altında müstakil bir eser kaleme alınmıştır. Hasan es-Sendûbî’nin geniş bir mukaddimesiyle birlikte yayımlanan bu eseri (Kahire 1350/1931) Mustafa Kaya Velîler Serdarı Hasan Basrî adıyla Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 1992). Hasan-ı Basrî, son dönem araştırmacılarının ilgisini daha çok çekmiş bulunmaktadır. İhsan Abbas’ın el-Ḥasan el-Baṣrî: Sîretühû, şaḫṣiyyetühû, teʿâlîmühû ve ârâʾüh (Kahire 1952), Muslih Seyyid Beyyûmî’nin el-Ḥasan el-Baṣrî min ʿamâliḳati’l-fikr ve’z-zühd ve’d-daʿve fi’l-İslâm (Kahire 1404/1984, 2. bs.), Osman Erkmen’in Büyük Velî Hasan-ı Basrî Hazretleri ve Hikmetli Sözleri (Ankara 1978), Mustafa Saîd el-Hın’ın el-Ḥasan b. Yesâr el-Baṣrî: el-Ḥakîmü’l-vâʿiẓ ez-zâhidü’l-ʿâlim (Dımaşk 1416/1995), Abdullah b. Muhammed Ahmed ez-Zehrânî’nin el-Ḥasan el-Baṣrî ve menhecühû fi’d-daʿve (yüksek lisans tezi, 1406, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye, Riyad) adlı çalışmaları onunla ilgili belli başlı monografileri teşkil eder. Muhammed Abdürrahîm, onun Kur’an âyetleriyle ilgili yorumlarını çeşitli tefsirlerden derleyerek Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî adıyla yayımlamıştır (I-II, Kahire, ts.). Ayrıca Ahmed İsmâil el-Basît el-Ḥasan el-Baṣrî müfessiren (Amman 1405/1985), Etem Levent Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978, AÜ İlâhiyat Fakültesi), Ömer Yûsuf Kemâl el-Ḥasan el-Baṣrî ve tefsîruh (doktora tezi, 1404/1984, el-Câmiatü’l-İslâmiyye, Medine), Şîr Ali Şâh Merviyyâtü’l-Ḥasani’l-Baṣrî fî tefsîri’l-Ḳurʾân (yüksek lisans tezi, 1408, el-Câmiatü’l-İslâmiyye, Medine) ve Sâhib Ebû Cenâh eẓ-Ẓavâhirü’l-luġaviyye fî ḳırâʾati’l-Ḥasan el-Baṣrî (Basra 1985) adlı eserleriyle Hasan-ı Basrî’nin tefsir ve kıraat yönünü incelemişlerdir. Diğer taraftan Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel adlı kitabıyla (Amman 1407/1987) onun hadis ilmindeki, İbrâhim Ebû Sâlim de el-Ḥasan el-Baṣrî ve es̱eruhû fi’l-fıḳhi’l-İslâmî adlı çalışmasıyla (Kahire 1980) fıkıh ilmindeki yerini ortaya koymuş, Hasan-ı Basrî’nin fetvaları ve fıkhî hükümleri Muhammed Revvâs Kal‘acî tarafından bir araya getirilerek Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî adı altında neşredilmiştir (I-II, Beyrut 1409/1989).

        Hasan-ı Basrî’yi çeşitli yönleriyle ele alan pek çok ilmî makale arasında şunlar zikredilebilir: Hans Heinrich Schaeder, “Ḥasan al-Baṣrī. Studien zur Frühgeschichte des Islam” (Isl., XIV [1925], s. 1-75); Gotthelf Bergsträsser, “Die Koranlesung des Hasan von Basra” (St.I, II [1926], s. 11-57); Hellmut Ritter, “Studien zur Geschichte der islamischen Frömmigkeit: I. Ḥasan el-Baṣrī” (Isl., XXI [1933], s. 1-83); Julian J. Obermann, “Political Theology in Early Islam: Ḥasan al-Baṣrī’s Treatise on Qadar” (JAOS, LV/2 [1935], s. 138-162); R. Demonts, “Notes sur une parole d’Al-Ḥasan al-Baṣrī” (BIFAO, XXXVIII [1939], s. 205-216); Michael Schwarz, “The Letter of al-Hasan al-Basrī” (Oriens, XX [1967], s. 15-30); Robert Caspar, “Un mystique engagé dans le cité: Ḥasan al-Baṣrī (IBLA, XXX [1967], sy. 117, s. 35-65); Osman Karadeniz, “Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüşleri” (DÜİFD, II [1985], s. 135-156); Abdullah Aydınlı, “Hasan Basrî Hayatı ve Hadis İlmindeki Yeri” (EAÜİFD, sy. 8 [1988], s. 91-113); Semîr Şerîf Sittîtiyye, “Taḥlîlü’ẓ-ẓavâhiri’ş-şavtiyye fî ḳırâʾati’l-Ḥasan el-Baṣrî” (Mecelletü Külliyyeti’d-dirâsâti’l-İslâmiyye ve’l-ʿArabiyye, sy. 8 [Dubai 1415/1994], s. 179-208).

        Düşüncesi. Hasan-ı Basrî tâbiîn neslinin önemli temsilcilerinden biridir. Bu dönemin mensupları, Hz. Peygamber’in tebliğinin ve hâtıralarının canlı bir şekilde yaşandığı ve anlatıldığı bir ortamda yetişmişlerdir. Fetihlerin hızlı bir şekilde gerçekleştiği bu devirde müslümanlarla müslüman olmayanların, özellikle Arapça konuşmayan hıristiyan ve Mecûsîler’in karşılaştığı çeşitli meseleler ortaya çıkmış, Arapça bilmeyen geniş halk kitleleri müslüman olsalar bile yeni dinlerini Araplar gibi doğrudan doğruya kavrama imkânına sahip olmadıkları için onlara İslâm’ın tanıtılması tâbiîn neslinin en önemli görevleri arasında yer almıştır. Diğer taraftan fetihlerle gelen zenginlik bazı ahlâkî problemler doğurduğu gibi (Ebû Nuaym, II, 155; İbnü’l-Cevzî, s. 19, 21, 22) yeni kültürlerle karşılaşmanın ortaya çıkardığı ciddi meseleler de Asr-ı saâdet’e göre daha farklı gayretleri zorunlu kılmaktaydı.

        Hasan-ı Basrî, hem bu meseleleri bizzat yaşayarak kavrayan hem de bunlara çözümler bulmak için gayret sarfeden bir fikir ve aksiyon adamı olarak kendi dönemindeki insanlarla sahâbîler arasındaki farkın şuurundaydı. Sahâbîler, vahyin nüzûl sürecine ve Hz. Peygamber’in bu süreç içinde vahyi tebliğine şahit olmuşlar, tâbiînin dolaylı şekilde öğrendiği birçok hususu hayatın bir parçası olarak bizzat yaşamışlardır. Bir sahâbî gibi hayat sürmeye gayret eden Hasan-ı Basrî, Kur’an ve Sünnet’i kendi şartlarında hem bilfiil yaşamaya hem de sözleriyle dile getirmeye çalışmış, gerçek vâizin sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da insanlara doğruyu anlatan kişi olduğunu söylemiştir (İbnü’l-Cevzî, s. 58). Onun sözlerinin büyük bir kısmı ya bir âyetin meâli (Ebû Nuaym, II, 156-158; İbnü’l-Cevzî, s. 27) veya tefsiridir yahut bir peygamber sözüne dayanmaktadır. Düşüncesinin mihveri, yaşadığı hayatla Kur’an ve Sünnet arasındaki alâkanın yeniden tesisi olmuştur.

        Fetihlerle ortaya çıkan idarî düzenlemeler daha çok yöneticilerin kararları ile gerçekleşirken ahlâkî meselelerin hayatın içinde çözümlenmesi gerekiyordu. Kur’an ile hayat arasındaki alâkanın yeniden tesisi, Hasan-ı Basrî’nin hem kendi hayatında gerçekleştirmeye çalıştığı hem de insanlara Kur’an’ı tefsir ederken takip ettiği amaç olarak önemlidir. Nitekim Kur’an okumayı onunla amel edildiği zaman gerçekleşen bir fiil olarak görmüştür. Hasan-ı Basrî, insanın sorumluluğu ve siyasî gelişmeler karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiği hususundaki düşüncesini Kur’an’a dayanarak oluşturmuş, hadiselerin meydana getirdiği veriler farklı olsa da bu verilerin değerlendirildiği ölçüleri Kur’an’dan almıştır. Hasan-ı Basrî’nin bu gayreti, o dönemde ortaya çıkan meseleleri iyi kavrayıp bunların gerektirdiği çözüm şekilleri üzerinde durmasını da birlikte getirmiştir. Bu ise toplumun doğru yaşayış konusunda pratik örneğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde örnek şahsiyetlerin varlığını gerektirmektedir. Hasan-ı Basrî, kendisini anlatan rivayetlerin hemen hepsinin vurguladığı gibi sözleri davranışlarına, davranışları sözlerine uyan bir âlim olarak zamanının meselelerine kendi hayatında uygulayarak olabilirliğini gösterdiği çözümler getirmiştir. Bundan dolayı da düşünce ile hayatın kaynaştığı çok özel bir âlim tipini teşkil eder.

        Hasan-ı Basrî’nin yaşadığı dönemde ilimler henüz tamamıyla teşekkül etmediği için kendisini bir ilme mensup olarak göstermek mümkün değildir; sadece tâbiîn ulemâsının gayretleri neticesinde daha sonra ortaya çıkacak olan muhtelif ilimlerin konularına giren meseleler hakkındaki görüşlerinden söz edilebilir. Meselâ onun hadis rivayeti, ileride gelenek halini aldığı şekliyle Resûl-i Ekrem’in sözlerini aslına uygun olarak nakletme gayesi gütmez; fakat hadisleri lafız veya mâna olarak düşünüp benimsemiş (İbn Sa‘d, VII, 158-159), onları konuşmalarının bir parçası haline getirmiştir. Aynı şekilde Hasan-ı Basrî’nin, daha sonra kelâm ilminin önemli konularından birini teşkil eden kader meselesiyle teknik anlamda uğraştığı, Kur’an’ı tefsir etmek gibi bir gayretin içine girdiği, fıkhın usul ve fürûu ile ilgilendiği de söylenemez. Aynı şey tasavvuf için de geçerlidir. Bu alanlarla ilgili sözleri ve davranışları onun günlük hayatının bir parçasıdır; amacı, dar anlamıyla ilmî faaliyetlerde bulunmak değil insanların hayatlarında karşılaştıkları meseleleri Kitap ve Sünnet’e dayanarak halletmektir.

        Kendini toplumun aynası gibi gören ve toplumu temsil ettiğini düşünen Hasan-ı Basrî, bir fert olarak kendi kendisiyle uğraşmış, insanlara da bu uğraşının sonuçlarını ifade etmiştir. İçinde yaşadığı toplum kendisini ilgilendirdiği kadar o da toplumla ilgilenmiştir. Bundan dolayı onun düşüncesi bir taraftan “ben” merkezli bir ahlâkî şuura, diğer taraftan “ben”in anlamını kazandığı içtimaî hayatın esasını ilgilendiren bir anlayışa (siyaset) yönelmiştir.

        1. Ahlâk. Hasan-ı Basrî, kendi döneminin pek çok meselesi üzerinde zihin yormuş olup bunların başlıcaları dünya hayatının geçiciliği, insanların umursamazlığı, birbirleriyle ilişkilerini tayin eden temel faktörler, içtimaî tavır, bu tavır içinde idarecilerin yeri, idarecilerin sorumsuzluğu ve zulmü gibi hususlardır. Hayatta olup biten şeyleri kendisinin ötesindeki bir gerçekliğin alâmeti olarak gören Hasan-ı Basrî bu alâmetin anlamını tesbit etmeye çalışır. İnsanın görebilmesi için her şeyden önce olup bitene bakması gerekir. Yalnız bu bakış (nazar), olup biteni kendisinin ötesinde başka bir şeyin delili olarak gören, bunun farkına varan bir bakış olmalıdır ki görünenin arkasındaki şeyi farkedebilsin. Bunu tefekkür ve itibar (i‘tibar “ibret gözüyle bakma”) sağlar. Ancak olup bitenin delâlet ettiği gerçekliği görmek Hasan-ı Basrî’nin düşünceden beklediğini karşılamaz. Çünkü sadece görmek amacıyla bakmak kendi başına yeterli değildir. Düşündürücü olanı görenin, gördüğü ve öğrendiği şeyin kendisine yüklediği ödevleri sabırla ifa etmesi gerekir. Hasan-ı Basrî düşüncesinde takip ettiği yolu şu şekilde ifade etmiştir: “Allah nazar ve tefekkür eden, tefekkür ettiğine itibar eden, itibar ettiğini gören, gördüğüne sabreden kişiye rahmet etsin. Bazı toplumlar gördükten sonra sabretmedikleri için kalplerine korku girdi ve isteklerine ulaşamadıkları gibi ayrıldıklarına da dönemediler; böylece dünyada ve âhirette hüsrana uğradılar” (Câhiz, III, 133; İbnü’l-Cevzî, s. 59; farklı bir rivayet için bk. Ebû Nuaym, II, 145). Hasan-ı Basrî’ye göre bu yolun gereğini hakkıyla yerine getirecek olanlar âlimlerdir. Âlimlerin ayırıcı özelliği, meselâ ortaya çıkacak bir fitneyi gelmeden önce farketmeleridir. Bir âlim olayların seyrine göre bir fitnenin zuhur edeceğini görebilir. Fitne ortaya çıkıp neticelerini geride bıraktıktan sonra olup bitenin fitne olduğunu tesbit etmek cahillerin işidir (İbn Sa‘d, VII, 166). Fitnenin görünür bazı alâmetleri vardır. Bunların arasında önemli olan iki alâmet ise insanların Allah’a isyan etmeleri ve görevlerini yapmada gevşek davranmalarıdır (İbnü’l-Cevzî, s. 35).

        Hasan-ı Basrî’nin düşüncesinin en önemli konusu insan ve onun bu dünyadaki hayatı, dolayısıyla insanın doğması, yaşaması ve ölümüdür. İnsanın doğması ve ölmesi önemli olsa da daha önemlisi bunların gerçekleşmesinin amacını teşkil eden, kişinin bu dünyada geçirmek zorunda olduğu hayatıdır. Hayat ise bir mühlettir; belirli bir süre devam eder ve biter (Ebû Nuaym, II, 148). Öte yandan kişinin hayatı onun fiillerinin toplamıdır. İnsanın yaşaması demek bazı davranışlarda bulunması demek olduğuna göre amel kişinin dünyadaki hayatının mahiyetini teşkil eder. Bundan dolayı Hasan-ı Basrî ahlâka insanı en çok ilgilendiren alan olarak bakmıştır. Fakat onun için ahlâk neyin iyi, neyin kötü olduğunun tartışıldığı nazarî bir alan olarak önemli değildir; asıl önemli olan, insanla onun içinde yaşadığı dünyanın ve hayatın anlamını sorgulayan ve bunun sonucunda kendisini davranışlarda ortaya koyan bir şuur hali olarak ahlâktır. Bu şuur hali, kişinin etrafında olup bitenlere bunları anlamak amacıyla bakmasını, baktığını görerek anlamını belirlemesini ve bunun gereğini bilfiil yerine getirmesini ifade eder (Câhiz, III, 133; İbnü’l-Cevzî, s. 59). Böyle bir halin esas dayanağı ise insan hayatının anlamsız değil bir çeşit denenme (ibtilâ) süresi olduğunun farkedilmesidir. Hasan-ı Basrî’nin düşüncesinde ibtilâ, dünyaya ve dünya hayatı içinde Allah’ın verdiği nimetlere bağlı olarak anlam kazanan bir kavramdır. Her nimet Allah’ın insandan beklediği bir netice ile alâkalıdır (Ebû Nuaym, II, 155-156; İbnü’l-Cevzî, s. 22, 27). İbtilâ insana verilenle gerçekleşir; her insan, kendisine verilenle kurduğu ilişkiye bağlı olarak imtihan şartlarını yaşar. Zenginler zenginlikle, fakirler fakirlikle, başka özellikleri olanlar da (sağlık, ilim, hastalık, kötü komşu vb.) bu özellikleriyle imtihan edilirler. Meselâ dünyada kendisine az mal verilen insanların imtihanı, verilenin azlığına bağlı olarak daha az çetin geçecek demektir ve aslında bu onun hayrınadır (a.g.e., s. 31, 38, 42). Hasan-ı Basrî’nin ibtilâ ile bağlantılı olarak ifade ettiği sorumluluk insanın kendisine verilene hâkim olması, onun hükmü altına girmemesi şeklinde özetlenebilir. Bunun en önemli işareti ise Allah’ın verdiği nimeti Allah’a mâsıyet için değil itaat için kullanmaktır. Zenginlik ve mal mülk, insan ona sahip olduğu sürece müsbet bir mâna ifade eder; onlara teslim olduğu andan itibaren imtihanın kaybedilmesi ve insanın hüsrana uğraması kaçınılmazdır. “Dirhem ve dinar, onlardan ayrılmadıkça sana faydası olmayan iki kötü arkadaştır” (Ebû Nuaym, II, 155). Bundan dolayı mal mülk, biriktirmek için değil infak için bir anlam taşır ve bunların insana veriliş amacı infak şeklinde gerçekleşmesi beklenen bir imtihana mâtuftur. Akıllı mümin, Allah’ın kendisine ihsanını arttırdığı ölçüde havfı da artan kişidir. Çünkü kendine verilen mal ibtilâ şartlarını daha da ağırlaştırmaktadır (İbn Sa‘d, VII, 171; İbnü’l-Cevzî, s. 25).

        Bilgi konusunu daha çok şahsî ve ahlâkî bakımdan dikkate alan Hasan-ı Basrî’ye göre bilginin esasını insanın yönelişi (teveccüh) teşkil eder (Ebû Nuaym, II, 142). Bu yönelişte en güvenilir dayanak dünyanın geçiciliğinin farkında olmaktır. Hasan-ı Basrî için dünya insanın içinde bulunduğu bir ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağında, sonu kaçınılmaz olarak ölüm olan insanla ona verilen nimetler ve bu nimetlerin getirdiği ibtilâ bulunmaktadır. İnsanın dünya hayatı ne kadar uzun olursa olsun sayılı anlardan ve günlerden ibaret olduğu için her an bir defalıktır ve bu an bir daha geri gelmeyecektir. Kişinin yaşadığı her gün ona âdeta şöyle seslenir: “Ey âdemoğlu! Ben yeni günüm, bende yaptıklarına şâhitlik ederim; senden ayrıldığımda da geri gelmem. Ne yapacaksan şimdi yap, çünkü ileride onu bulacaksın; dilediğini de ertele, fakat bil ki bu fırsat bir daha eline geçmeyecektir” (İbnü’l-Cevzî, s. 62). Şu halde kalıcılığı olmayan zaman imkânını gerçek haline getiren davranışlardır. Her an o ana denk düşen davranış için vardır; anın gerektirdiği davranış gerçekleştirilmemişse vakit ziyan edilmiş demektir. Daha sonra gelecek olan anlar ise kendileriyle ilgili başka davranışları gerektirecektir. Bu durum insan hayatının bütünü için geçerli olduğundan hayat da genelde bir yönelişten ve bu yönelişin ayrıntıları olan davranışlardan ibarettir. Şu halde an gibi hayatın bütünü de ona denk düşen davranışlar için bir imkândır; yine an gibi hayatın telâfisi de mümkün değildir (Ebû Nuaym, II, 138-139). Dünyanın geçiciliği kendinde bir geçiciliktir. Allah insanın yaptığı her şeyi bütün ayrıntıları ile bildiği için anlar, gerçekleştirilmiş fiiller olarak Allah’ın ilminde bulunmaya devam eder. İnsan açısından bu, söz konusu bilginin âhiretteki şartlar içinde onun karşısına çıkacağı anlamına gelir. Bütün bunlar kesin olmakla birlikte daha sonrası, yani Allah’ın yapılan iyi davranışları kabul edip etmediğine dair kesin bir bilgi edinmek dünya hayatında mümkün değildir. Bu sebeple insanın daima korku ve kaygı içinde bulunması gerekir; bunun farkına varan bir mümine ise hüzün yaraşır. Hüzün kavramı, Hasan-ı Basrî’nin öncülüğünü yaptığı Basra zühd okulunun karakterini ifade eden terimlerden biri olmuştur. İnsanın Allah ile olan en temel ilişkisi ubûdiyettir. Ancak insan, yaptıklarının kabul edilip edilmediğini bilmediği için bir korku (havf) duyar; diğer taraftan bu bilgisizlik, amellerin mutlak olarak kabul edilmediğini göstermediğinden bir ümit de (recâ) mevcuttur. Bundan dolayı insanın havf ile recâ arasında bir hayat sürmesi gerekir (Ebû Nuaym, II, 156). Hasan-ı Basrî özellikle havf haline önem vermesiyle tanınmış, onun dinleyicileri korku ve hüzünden dolayı ağlamakla şöhret bulmuştur. Ancak Hasan-ı Basrî’nin Allah sevgisi üzerinde durduğu da görülür. Zira ona göre muhabbetullah da insanın Allah ile münasebet kurma şekillerinden birini teşkil eder. Fakat Allah sevgisini de sıkıntıyla irtibatlandırır ve Allah’ı seven kişinin, O’nun yolunun gerektirdiği zorluklardan kaçmasının anlaşılır bir şey olmadığını düşünür. Çünkü Allah’ı seven yolunun meşakkatini de sever. Rahatlığı seçen cennete ulaşamaz. Allah katında bulunanı tercih eden kimse eğer bu tercihinde samimi ise rahatından feragat etmek ve sadece ahmakların bağlandığı kuruntulardan, temelsiz umutlardan sıyrılmak zorundadır (İbnü’l-Cevzî, s. 20).

        Ölüm Hasan-ı Basrî için bir son olmayıp var oluşun farklılaşarak devamına yol açan bir geçiş, insanın hayatında karşılaştığı meşakkatlerden kurtularak rahata ermesidir. Asıl kaygı duyulması gereken ölüm ise dünya hayatında insanın havf ve recâdan, mutlak anlamda kaygıların bütününden uzaklaşıp kendini temelsiz bir rahatlığa kaptırması veya içini karartarak hayattan ve rabbinden umudunu kesmesidir (a.g.e., s. 32, 58-59). O’nun gazabından korkup rahmetine umutla bağlanarak, hiçbir şeyin mutlak şekilde ne kaybedildiğinin ne de kazanıldığının farkında olarak hayatını sürdüren insan doğru yoldadır. Hasan-ı Basrî bir şiirinde bunu şöyle ifade eder: “Ölerek rahata kavuşan ölü değildir; asıl ölü yaşayanların ölüsüdür. Ölü umutsuzluğa düşmüş, gönlünü karartmış ve rabbinden umudunu kesmiş olan kimsedir” (a.g.e., s. 20). Bir sözünde de, “Helâk olanın niçin helâk olduğu değil kurtulanın nasıl kurtulduğu bizi ilgilendirir” (a.g.e., s. 14) diyerek insanın helâk olmaya ne kadar yakın bulunduğunu, buna karşılık kurtuluşun öyle zannedildiği kadar kolay olmadığını belirtir. İnsana yakışan mesnetsiz bir rahatlık değil, dayanaklar ne kadar sağlam gözükürse gözüksün halin insanı yanıltabileceğini farkettiren hassas bir dikkattir. Dikkat, güven konusunda insanların düştüğü hataların farkına varmanın getirdiği bir tedbirdir (a.g.e., s. 50-51, 59).

        Hasan-ı Basrî, insanın ferdî kurtuluşuna ve dolayısıyla ferdî hayatına büyük önem verir. Hiç kimse başka birinin yerini alamaz. Her insan kendi şartlarında ve kendisi için yaşar (Ebû Nuaym, II, 155). Var olan sadece onun fiilleridir. Dolayısıyla kişinin kendini bırakıp başkalarıyla uğraşması başlı başına bir hatadır. Kendi hayatları bu kadar önemli olmasına rağmen insanların büyük bir kısmı kendilerini unutup başkalarının hataları ile uğraşmayı tercih ederler. Bu tefekkürün, yani insanın kendi geçiciliğini mesele haline getirerek onun üzerinde düşünme eksikliğinin bir sonucudur. Fakat kişinin etrafında olup bitenlere karşı tamamıyla ilgisiz kalması da doğru değildir. Esasen bu olup bitenler ferdin ibtilâ şartlarını oluşturduğu için kendisini doğrudan ilgilendirmektedir. Her insan Allah ile yaptığı bir akid gereği doğruyu anlatmak zorundadır (İbnü’l-Cevzî, s. 53). Burada söz konusu olan doğrunun, kişinin hayatında bilfiil yaşayarak tahkik ettiği doğru olması gerekir. Kişi sadece kendisinin uygulayıp yaşayarak gerçekleştirdiği doğruları anlatabilir; aksi takdirde söz fiilin önüne geçer. Hasan-ı Basrî içinde yaşadığı toplumun bu eksikliğinden yakınır (Ebû Nuaym, II, 155). Zira herkes mârufu söylüyorsa da hayatları münkerler içinde geçmektedir. Sözler kalbe nüfuz ederek amel haline gelmemiş olduğu için yakīn ifade etmez. Halbuki insanın hiç değilse hayatın geçtiğine, kendisine verilen mühletin gittikçe azaldığına dair bir yakīni olması gerekir (İbnü’l-Cevzî, s. 34). Söze boğulmuş bir toplumda ise artık yakīne yer yoktur.

        İlim de ibtilânın bir parçası olarak anlam kazanır. İlim bir taraftan çok önemlidir; çünkü ilim olmasaydı insanlar hayvanlar gibi olurlardı (a.g.e., s. 25). Öte yandan tek başına bilgi, gereği gibi amel edilmediği zaman kişinin bile bile hata işlemesine sebep olacağı için bir yüktür. Mal mülk gibi ibtilâ vesilesi olan ilimde ibtilâ maldan farklı olarak sadece vermekle, yani başkalarına doğruyu öğretmekle başarılmış olmaz; aynı zamanda gereği gibi amel etmek, ilim sahibinin herkesten önce kendisine düşen bir vazifedir. İlmin öğretilmesi ancak bundan sonra değer kazanır. Fakat ilmin bir ibtilâ vesilesi olması ilim öğrenmekten uzak durmayı haklı çıkarmaz. İlim öğrenmek, daha çetin bir ibtilâyı göze almak anlamına geldiği için hem yükü hem de fazileti fazla olan bir görevdir. Kişi bilmediğini öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek, amel ettiğini de başkalarına öğretmek zorundadır. Eğer ilmin böyle bir mânası olmasaydı doğruyu öğrenip onu anlatmak gayreti de anlamsız kalırdı. Hasan-ı Basrî bu hususta şöyle der: “Eğer Allah ilim sahiplerinden mîsak almamış olsaydı, sorduğunuz şeylerin çoğu ile ilgili olarak size anlattıklarımın hiçbirini anlatmazdım” (İbn Sa‘d, VII, 158; diğer bir ifade için bk. İbnü’l-Cevzî, s. 53). İlimle amel arasındaki ilişki ve bütünleşmeye verdiği önemden dolayı Hasan-ı Basrî ulemânın ilmini, hükemânın hikmetini taşımakla birlikte sefihlerin yaşadığı hayatı yaşayanlara iyi gözle bakmaz ve insanları bu hususta özellikle uyarırdı (a.g.e., s. 25). İlmi kalbe ait olanla lisanda kalan şeklinde ikiye ayırması ve sonuncusunu Allah’ın insanın aleyhine delil olarak kullanacağını vurgulaması bu bakımdan önemlidir.

        Hasan-ı Basrî’ye göre ilim her zaman bir gaye içindir. Onun şu sözü bu konudaki düşüncesini ifade eder: “İlmi dini yaşamak için, tıbbı bedenleri tedavi etmek için, nahvi de lisanı güçlendirmek için öğrenin” (a.g.e., s. 28). İlmin temel özelliklerinden biri de -eğer samimi olarak istenirse- insanı dönüştürmesi yani yetkin hale getirmesidir. Buna göre ilim, zihnin veya hâfızanın bir mârifeti değil insanın kendi mahiyetiyle alâkalı olduğu için bilgiyle insanın şuur hali, şuur haliyle de hayatı arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. “Allah için ilim talep eden kimse zaman içerisinde huşûunda, zühdünde ve tevazuunda bir değişme olduğunu farkedecektir” (a.g.e., s. 29). Hasan-ı Basrî’nin bilgiyle amel arasında kurduğu bu alâka onun neye bilgi dediğini de anlamaya yardımcı olmaktadır. Her şeyden önce bilgi insanı dönüştürür; bunun ön şartı ise bilginin dillerde kalmayıp kalbe nüfuz etmesidir. Kalp insanın aslı, kendisi demek olduğuna göre bir mâlûmatın bilgi olabilmesi için onun kalbe nüfuz etmesi ve böylece kişiyi dönüştürmesi gerekir. Şu halde asıl bilgi yaşanmışın bilgisidir, duyulanlara bilgi denilmesi mümkün değildir; çünkü duyulanlar kalbe nüfuz etmemiş olabilir. Kalbe nüfuz eden bilgi zorunlu olarak insanı dönüştürdüğü için bu dönüşüm onun fiillerinde kendisini göstermeye başlar. Bu noktada iman ile bilgi kesişmektedir.

        Hasan-ı Basrî, başka insanların yaptıklarına bakarak kendisine onlardan delil çıkarmayı kişinin başlıca aldanışları arasında gösterir. Başkalarının fiilleri doğrunun ölçüsü olamayacağı gibi tahkik edilmeden benimsenmiş olan herhangi bir tavır da ilk bakışta doğru sonuç verir gibi gözükse de aslında bir yanlışa dayanmaktadır. Bu noktada dindarlığın kaynağı başkalarının fiilleri değil yüce Allah’ın emir ve nehiyleridir. “Müminler Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir, onlar insanların fiillerini gözlerler; eğer bu fiiller kitaba uygunsa Allah’a şükrederler; uygun değilse bunu anlayıp sapanların sapıklıklarını farkederler” (Ebû Nuaym, II, 158). Allah insanlara bir mühlet verip kötülüklerine hemen müdahale etmiyorsa bu onların başı boş bırakıldıkları anlamına gelmez. Çünkü müminler, Allah’ın şahitleri olarak insanların fiillerini ellerindeki mizana göre değerlendirir ve ona göre tavır alırlar. Müminlerin birbirleriyle olan şahitlik ilişkisi ciddiye alınması gereken bir husustur. Bu noktada Hasan-ı Basrî, toplumu ahlâkî ve dinî hayatın bir kontrol mekanizması olarak görmekte, bunun yanında kontrol ehliyetine sahip hayır ehlinin bazı hususiyetlerle temayüz edeceğini belirterek bir anlamda hem etrafındakilere nasıl olmaları gerektiğini söylemekte, hem de insanlara başkalarını değerlendirirken kullanacakları ölçüleri vermektedir (İbnü’l-Cevzî, s. 23, 43).

        İnsanın kötülüklerden korunup faziletlerle donanması bütün fiillerin ve davranışların hem esasını hem de sonucunu teşkil eder. Buna göre kalbin safiyeti ahlâkî gelişme için bir hareket noktası, aynı zamanda da insanın bütün fiil ve davranışlarında gözetmesi gereken bir amaçtır. Kalbin safiyeti ise verilmiş bir şey değil kazanılan bir haldir. Bu halin kazanılıp korunması sadece fiillerle alâkalı bir durum olmayıp insanın kendine amaç olarak seçtikleriyle, ümitleri ve onların dayanaklarıyla da ilgilidir. Yüce Allah insanları fiilleriyle bilir; insan hakkındaki hükmünü de bu fiillerin amaçlarını hesaba katarak verir. Şu halde değerli amel, niyet olarak Allah’ın emir ve nehiylerini, O’nun verdiği ölçüleri dikkate alarak işlenen ve başkalarının takdir veya yergisini hesaba katmadan istikrar içinde gerçekleştirilen fiillerdir (a.g.e., s. 43).

        Hasan-ı Basrî, müminin Kur’an’la bağlantısını şekilciliğin ötesine geçerek daha derunî, mânevî ve ahlâkî bir ilişkiye dönüştüren ilk İslâm âlimi sayılabilir. Nitekim hem fiillerin hem de fiillere kaynaklık edecek olan mânevî oluşumun Kur’an’a dayanarak ve onunla irtibatlı bir şekilde tahakkuk etmesi gerektiğini düşünür. Zira Kur’an sadece okunan, kendisiyle formel bazı ibadetlerin gerçekleştirildiği bir kitap değil aynı zamanda müminin oluşum sürecinin bir ölçüsü, bu süreçte kendi kendini hesaba çekerken değerlendirdiği bir mihenk taşıdır. İnsan her şeyiyle kendini Kur’an ile hesaba çekmeli ve hesabı önce Kur’an’a vermelidir. Kur’an’ı okurken de okudukları üzerinde tekrar tekrar düşünmeli, o zamana kadar yaptıklarının, o anki halinin ve gelecekte yapacaklarının muhasebesini yapmalıdır. “Ne olduğunu görmek isteyen kendini Kur’an ile karşılaştırsın” (Muhâsibî, s. 369; Câhiz, III, 134-135; Ebû Nuaym, II, 145-146; İbnü’l-Cevzî, s. 14, 27, 33).

        İnsanın, rabbine itaat etme konusunda kendinden veya kendi dışından kaynaklanan birçok engelle karşılaşacağını hatırlatan Hasan-ı Basrî, bu engellerle mücadele ve bu hususta ısrar etmeyi sabır kavramı içinde değerlendirmektedir. Ulaşılan her türlü hayır gereği gibi gerçekleşmiş olan sabrın bir meyvesidir. Buradan anlaşılan, sabrın yalnızca bir çeşit tahammül olmadığı veya vuku bulan her şeyi kader olarak bilip kabullenmek anlamına gelmediğidir. Sabır iki çeşittir. Biri, iyiliği yapma ve kötülükten uzak durma konusunda insanın kendinden kaynaklanan bazı zorluklara karşı direnmesi, diğeri de musibeti bir imtihan vesilesi sayarak metaneti kaybetmeden gerektiği gibi davranmayı sürdürmesidir. İlk anlamıyla sabır Hasan-ı Basrî’nin şahsî hayatında ve irşadlarında, ikinci anlamıyla da özellikle dönemindeki siyasî gelişmeler karşısında takındığı tavırda gözlenebilir. Bu hususu onunla ilgili şu rivayette görmek mümkündür: Hasan-ı Basrî, “Sabırlarına karşılık rabbinin İsrâiloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi; Firavun ve kavminin yapıp yükselttiklerini de yerle bir ettik” (el-A‘râf 7/137) meâlindeki âyeti okuduktan sonra şöyle demiştir: “Bu âyete inanıp da zalim hükümdara boyun eğen ve zulümden korkanlara hayret etmemek mümkün değildir. Vallahi, insanlar imtihan edildiklerinde Allah’ın emrine sabrederlerse Allah onların her türlü sıkıntısını giderir. Fakat onlar kılıçtan ürkerek korkuya sığınıyorlar. Biz böyle bir ibtilânın şerrinden Allah’a sığınırız” (İbnü’l-Cevzî, s. 23, 46-47).

        Hasan-ı Basrî’nin temel meselesi insandır; hatta Allah’ın tek olarak yarattığı ve netice itibariyle yine tek başına kalacak olan ferttir (Ebû Nuaym, II, 142, 155). Bu noktada kendisini de başkalarından ayırmaz. Ondan nakledilen birçok sözün kendi kendine söylediği sözler olduğu düşünülecek olursa, bir anlamda içinde yaşadığı toplumda yaygınlaşma emâreleri gösteren insan tipini kendi vicdanında temsil ederek bu temsilde karşısına çıkan insanı kendi düşünce ve sözlerine muhatap aldığı söylenebilir. Hasan-ı Basrî’nin düşüncesine günümüzde de geçerlilik kazandıran en önemli husus bu olmalıdır. Kendisine nisbet edilen hakîmâne sözlerinden birinde ferde ve bütün olarak insana şöyle seslenir: “Ey âdemoğlu! Allah’ın haram kıldıklarından uzak durursan âbid olursun, Allah’ın sana verdiğine razı olursan zengin olursun, etrafındakilere ihsan edersen mümin olursun, kendin için istediğini başkaları için de istersen âdil olursun; gülmeyi azalt, çünkü gülme kalbi öldürür” (İbnü’l-Cevzî, s. 23-24).

        Hasan-ı Basrî sabrın zıddı saydığı tûl-i emeli, insanın kendisini sağlam olmayan dayanaklara bağlayarak temelsiz bir beklenti içine girmesi şeklinde yorumlar. Bu anlamda tûl-i emel, kişinin yaptığı kötülüklerin en fazla ciddiye alınması gereken sebebidir. Tûl-i emel sahibi kendisine verilen mühletin geçici olduğunu unutur, hep günün birinde daha iyi olabileceği ümidiyle yanlışlar yapmaya devam eder. Hasan-ı Basrî bir şiirinde bu hususu şöyle ifade eder: “Sen Nûh’un ömrünü istiyorsun, halbuki Allah’ın emri her gece kapını çalmaktadır” (a.g.e., s. 44).

        İnsanın hem kendine hem de başkalarına karşı dürüst olması anlamına gelen sıdk, Hasan-ı Basrî’nin hayatının ve düşüncesinin en temel ilkesidir. Kendi kendine karşı dürüst olmayanın başkalarına karşı dürüst olması beklenemez. Sıdk aynı zamanda, söylenenin yapılması ve sadece yapılabilecek olanın söylenmesi anlamında insanın sözleri ve işlerinin tutarlılığını da ifade eder. Hasan-ı Basrî bu özelliği sayesinde başkalarının kendisine ihtiyaç hissettiği, ama kendisinin başkalarına muhtaç olmadığı biri haline gelmiştir. Zira öğütlediği şeyleri önce kendisi yapar, kötü gördüğünden de önce kendisi uzaklaşırdı (Ebû Nuaym, II, 147-148, 154; İbnü’l-Cevzî, s. 14, 18).

        Onun kendinde ve başkalarında aradığı en değerli şeylerden biri de sâlih ameldir. İnsanın kendisi hakkında en doğru bilgileri fiillerinin verdiğini düşünen Hasan-ı Basrî’ye göre (İbn Sa‘d, VII, 177) sâlih amel kalıcı olan yegâne şeydir. Burada kalıcılık, âhirette Allah’ın huzuruna çıkan insanın yanında bulunacak şey anlamına gelir. Bu sebeple Hasan-ı Basrî şu uyarıda bulunur: “Ey âdemoğlu, ameline dikkat et; rabbinle hangi halde karşılaşmak istediğini iyi düşün!” (İbnü’l-Cevzî, s. 23). Öte yandan sözle iş arasındaki uygunluk, dinî hayat için olduğu gibi toplumsal ilişkilerdeki güven için de yegâne sağlam dayanaktır (a.g.e., s. 63-64).

        Kıyamet, Hasan-ı Basrî’nin düşüncesinde önemli yer tutan, hatta düşüncesinin karakterini belirleyen konulardan biridir. Kıyamet onun için hem şahsî hem de umumidir; şahsî kıyamet kişinin dünya hayatının son bulmasıdır (İbn Sa‘d, VII, 167; İbnü’l-Cevzî, s. 20). İnsanın dünya hayatının sonluluğu Hasan-ı Basri’nin tefekkürünün mihverini teşkil eder (Ebû Nuaym, II, 133). “Ne bir canlı dünyaya ne de dünya herhangi bir canlıya kalır” (a.g.e., II, 143; İbnü’l-Cevzî, s. 20). Hasan-ı Basrî, bu noktadan hareketle hem insan hayatının kıymetini hem de insanın sorumluluğunu temellendirir. Gerçek anlamda sorumluluğun mahiyeti, ölümden sonra insanın amellerinden başka şahidinin bulunmadığı şartlarda yaşadığı hayatın hesabını verdiği anda ortaya çıkacağı için, kişinin bu hesap halini hayatının esasına yerleştirmesi ve bunu dikkate alarak yaşaması gerekir. İnsanın varlık sebebi ve hayatın anlamı da burada ortaya çıkar ki kendine ayrılan mühlet içinde yaşanma imkânı verilen her anı hayır işlemek için en son fırsat olarak kabul etmek bunun neticesidir (a.g.e., s. 17, 34, 35, 40).

        İnsan hayatının sonlu ve sınırlı olması, onun dünyadaki konumunun şuuruna ermesi açısından hiç unutmaması gereken en önemli husustur.

        KAYNAK

        • Hasan el-Basrî, ez-Zühd (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire 1991.
        • a.mlf., Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), nâşirin mukaddimesi, I, 3-57.
        • İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156, 169, 175.
        • Halîfe b. Hayyât, eṭ-Ṭabaḳāt (Ömerî), s. 280.
        • Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 63-66, 211; II, 28.
        • İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Sâvî), s. 194.
        • Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Kahire 1374, XXI, 30.
        • Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 59, 87.
        • İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 202.
        • Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-134, 147.
        • Şerîf el-Murtazâ, el-Emâlî, Kahire 1954, I, 106.
        • Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1961, I, 31, 305.
        • İbn Hazm, el-Faṣl, III, 7, 273, 283; V, 21.
        • Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 179-181.
        • Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 179-181.
        • Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1939, I, 68, 70.
        • Şehristânî, el-Milel, Beyrut 1975, I, 47, 48.
        • Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 69-85.
        • İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, III, 233.
        • a.mlf., Zâdü’l-mesîr, VII, 446.
        • a.mlf., el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931.
        • a.mlf.,el-Ḳuṣṣâṣ ve’l-müẕekkirûn (nşr. Ebû Hâcer M. Zağlûl), Beyrut 1406/1986, s. 60.
        • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Kahire 1348, III, 193.
        • İbn Hallikân, Vefeyât, II, 69.
        • İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XIII, 244.
        • Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 71.
        • a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588.
        • İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 18-24.
        • Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, Kahire 1966, I, 203.
        • Şa‘rânî, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 29.
        • Münâvî, el-Kevâkib, I, 96.
        • L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1922, s. 152-179.
        • Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), II, 233-234, 324-334.
        • Brockelmann, GAL, I, 66, 102.
        • Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265.
        • Zekî Mübârek, et-Taṣavvufü’l-İslâmî, Kahire 1954, II, 11.
        • Ma‘sûm Ali Şah, Ṭarâʾiḳ, II, 57, 75.
        • Sezgin, GAS, I, 591-593.
        • İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s. 157, 159.
        • Abdurrahman Bedevî, Târîḫu’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Küveyt 1978, s. 152.
        • Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1978, III, 128-137.
        • Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 83-84.
        • Şeybî, eṣ-Ṣıla, I, 313.
        • M. Celâl Şeref, Dirâsât fi’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Beyrut 1984, s. 68.
        • Ahmed İsmâil el-Basît, el-Ḥasan el-Baṣrî müfessiren, Amman 1405/1985.
        • Süleymân el-Bevvâb, Miʾe evâʾil mine’r-ricâl, Şam 1985.
        • M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî, I-II, Beyrut 1989.
        • Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî, Taṣavvuf u Teşeyyuʿ, Meşhed 1369 hş., s. 459.
        • Ahmed Halîl Cum‘a, Nisâʾ min ʿaṣri’t-tâbiʿîn, Beyrut 1412/1992, I, 161-167.
        • M. Mustafa el-A‘zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet (trc. Mustafa Ertürk), İstanbul 1996, s. 154-157.
        • Bustânî, DM, VII, 44.
        • H. Ritter, “Hasan Basrî”, İA, V/1, s. 315-316.
        • a.mlf., “Ḥasan al-Baṣrī”, EI2(İng.), III, 247.
        • Hasan el-Basrî, ez-Zühd (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire 1991.
        • a.mlf., Tefsîrü’l-Ḥasan el-Baṣrî (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), nâşirin mukaddimesi, I, 3-57.
        • İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156, 169, 175.
        • Halîfe b. Hayyât, eṭ-Ṭabaḳāt (Ömerî), s. 280.
        • Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, I, 63-66, 211; II, 28.
        • İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Sâvî), s. 194.
        • Taberî, Câmiʿu’l-beyân, Kahire 1374, XXI, 30.
        • Kelâbâzî, et-Taʿarruf, s. 59, 87.
        • İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 202.
        • Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-134, 147.
        • Şerîf el-Murtazâ, el-Emâlî, Kahire 1954, I, 106.
        • Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1961, I, 31, 305.
        • İbn Hazm, el-Faṣl, III, 7, 273, 283; V, 21.
        • Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb (Uludağ), s. 179-181.
        • Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 179-181.
        • Gazzâlî, İḥyâʾ, Kahire 1939, I, 68, 70.
        • Şehristânî, el-Milel, Beyrut 1975, I, 47, 48.
        • Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 69-85.
        • İbnü’l-Cevzî, Ṣıfatü’ṣ-ṣafve, III, 233.
        • a.mlf., Zâdü’l-mesîr, VII, 446.
        • a.mlf., el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931.
        • a.mlf.,el-Ḳuṣṣâṣ ve’l-müẕekkirûn (nşr. Ebû Hâcer M. Zağlûl), Beyrut 1406/1986, s. 60.
        • İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Kahire 1348, III, 193.
        • İbn Hallikân, Vefeyât, II, 69.
        • İbn Teymiyye, Mecmûʿu fetâvâ, XIII, 244.
        • Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 71.
        • a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588.
        • İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 18-24.
        • Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, Kahire 1966, I, 203.
        • Şa‘rânî, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 29.
        • Münâvî, el-Kevâkib, I, 96.
        • L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1922, s. 152-179.
        • Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), II, 233-234, 324-334.
        • Brockelmann, GAL, I, 66, 102.
        • Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265.
        • Zekî Mübârek, et-Taṣavvufü’l-İslâmî, Kahire 1954, II, 11.
        • Ma‘sûm Ali Şah, Ṭarâʾiḳ, II, 57, 75.
        • Sezgin, GAS, I, 591-593.
        • İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s. 157, 159.
        • Abdurrahman Bedevî, Târîḫu’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Küveyt 1978, s. 152.
        • Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1978, III, 128-137.
        • Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 83-84.
        • Şeybî, eṣ-Ṣıla, I, 313.
        • M. Celâl Şeref, Dirâsât fi’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Beyrut 1984, s. 68.
        • Ahmed İsmâil el-Basît, el-Ḥasan el-Baṣrî müfessiren, Amman 1405/1985.
        • Süleymân el-Bevvâb, Miʾe evâʾil mine’r-ricâl, Şam 1985.
        • M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî, I-II, Beyrut 1989.
        • Hâşim Ma‘rûf el-Hasenî, Taṣavvuf u Teşeyyuʿ, Meşhed 1369 hş., s. 459.
        • Ahmed Halîl Cum‘a, Nisâʾ min ʿaṣri’t-tâbiʿîn, Beyrut 1412/1992, I, 161-167.
        • M. Mustafa el-A‘zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet (trc. Mustafa Ertürk), İstanbul 1996, s. 154-157.
        • Bustânî, DM, VII, 44.
        • H. Ritter, “Hasan Basrî”, İA, V/1, s. 315-316.
        • a.mlf., “Ḥasan al-Baṣrī”, EI2(İng.), III, 247.
        • İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156-178.
        • Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, III, 125-192.
        • Muhâsibî, el-Veṣâyâ (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1406/1986, s. 357-383.
        • Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1310, II, 8.
        • Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-161.
        • Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ṭâlibî ṭarîḳı’l-ḥaḳ, Kahire 1331, II, 76.
        • İbnü’l-Cevzî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931.
        • Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, tür.yer.
        • W. M. Watt – M. Marmura, Der Islam II: Politische Entwicklungen und theologische Konzepte, Stuttgart 1985, s. 67-71.
        • Mustafa Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid Bin Velid, İstanbul 1990, s. 291-310.
        • Muhammed Âbid el-Câbirî, el-ʿAḳlü’s-siyâsî el-ʿArabî, Beyrut 1990, s. 306-311; a.e.: İslâm’da Siyasal Akıl (trc. Vecdi Akyüz), İstanbul 1997, s. 601-612.
        • Hans H. Schaeder, “Ḥasan el-Baṣrī. Studien zur Frühgeschichte des Islam”, Isl., XIV (1925), s. 1-75.
        • Hellmut Ritter, “Studien zur Geschichte der islamischen Frömmigkeit: I. Ḥasan el-Baṣrī”, a.e., XXI (1933), s. 1-83.
        • Hasan el-Basrî, et-Tefsîr (nşr. M. Abdürrahîm), I-II, Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs).
        • İbn Hâleveyh, Muḫtaṣar fî şevâẕẕi’l-Ḳurʾân (nşr. G. Bergsträsser), Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb).
        • İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 36, 202.
        • İbn Cinnî, el-Muḥteseb fî tebyîni vücûhi şevâẕẕi’l-ḳırâʾât ve’l-îżâḥ ʿanhâ (nşr. Ali en-Necdî Nâsıf v.dğr.), Kahire 1415/1994, I, 37, 44, 79, 100, 121, 125, 131, 141, 165, 280, 285, 289, 301; II, 79.
        • Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), II, 161.
        • Zehebî, Maʿrifetü’l-ḳurrâʾ (Altıkulaç), I, 168-169.
        • a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 580-581.
        • a.mlf., Târîḫu’l-İslâm: sene 101-120, s. 60-62.
        • İbnü’l-Cündî, Bustânü’l-hüdât fi’ḫtilâfi’l-eʾimme ve’r-ruvât, Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 23, vr. 85.
        • İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, IV, 13.
        • Zerkeşî, el-Burhân, II, 158.
        • İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-Nihâye, I, 235.
        • Abdülfettâh el-Kādî, el-Ḳırâʾâtü’ş-şâẕẕe ve tevcîhühâ min luġati’l-ʿArab (nşr. Ömer b. Kāsım en-Neşşâr, el-Büdûrü’z-zâhire içinde), Beyrut 1981, s. 15-16.
        • Süyûtî, el-İtḳān (Bugā), II, 1233-1235.
        • Kastallânî, Leṭâʾifü’l-işârât li-fünûni’l-ḳırâʾât (nşr. Âmir es-Seyyid Osmân – Abdüssabûr Şâhîn), Kahire 1392/1972, I, 91, 99, 170.
        • Dâvûdî, Ṭabaḳātü’l-müfessirîn, I, 147.
        • Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 446.
        • Ahmed b. Muhammed el-Bennâ, İtḥâfü fużalâʾi’l-beşer (nşr. Şa‘bân M. İsmâil), Beyrut 1407/1987, I-II.
        • Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, XXX, 244.
        • Brockelmann, GAL, I, 66; Suppl., I, 102.
        • Hediyyetü’l-ʿârifîn, I, 265.
        • Sezgin, GAS, I, 592, 597.
        • İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s. 157, 159.
        • L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1968, s. 177-178.
        • Muhammed Eroğlu, Ebû Mansur el-Mâtürîdî ve Te’vîlâtü’l-Kur’ân (öğretim üyeliği tezi, 1971), MÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 26-27.
        • Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 129, 134-138, 186.
        • Muslih Seyyid Beyyûmî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1984, s. 249-277.
        • Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr, el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel, Amman 1412/1992, s. 145-151.
        • Mustafa Bilgin, Tefsirde Mu‘tezile Ekolü (doktora tezi, 1991), UÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 64.
        • H. Ritter, “Ḥasan el-Baṣrî”, UDMİ, VIII, 264.
        • İclî, es̱-S̱iḳāt, s. 113.
        • Fesevî, el-Maʿrife ve’t-târîḫ, II, 32-54, 239-240.
        • Tirmizî, Kitâbü’l-ʿİlel (el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ içinde), İstanbul 1413/1992, V, 754.
        • İbn Ebû Hâtim, el-Cerḥ ve’t-taʿdîl, III, 40-42.
        • a.mlf., el-Merâsîl (nşr. Şükrullah b. Ni‘metullah el-Kūcânî), Beyrut 1412/1992, s. 31-44.
        • Mizzî, Tehẕîbü’l-Kemâl, VI, 95-127.
        • Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588.
        • a.mlf., Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 483.
        • a.mlf., Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, I, 71-72.
        • Alâî, Câmiʿu’t-taḥṣîl fî aḥkâmi’l-merâsîl (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut 1407/1986, s. 162-166.
        • İbn Receb el-Hanbelî, Şerḥu ʿİleli’t-Tirmiẕî (nşr. Nûreddin Itr), [baskı yeri yok] 1398/1978, I, 275, 285-291.
        • İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 263-270.
        • a.mlf., Taʿrîfü ehli’t-taḳdîs bi-merâtibi’l-mevṣûfîne bi’t-tedlîs (nşr. Ahmed b. Ali Seyr el-Mübârekî), Riyad 1413/1993, s. 102.
        • Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr, el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel, Amman 1412/1992, s. 276-300, 346-356.
        • Ahmet Yücel, Hadîs Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul 1996, s. 80.
        • Abdullah Aydınlı, “Hasan Basrî Hayatı ve Hadis İlmindeki Yeri”, EAÜİFD, sy. 8 (1988), s. 91-113.
        • İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 156-178.
        • Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, III, 125-192.
        • Ebû Tâlib el-Mekkî, Ḳūtü’l-ḳulûb, Kahire 1310, I, 146, 149, 152, 153.
        • Ebû Nuaym, Ḥilye, II, 131-161.
        • Serahsî, el-Uṣûl, I, 10.
        • a.mlf., el-Mebsûṭ, I, 8, 9, 18; II, 49, 197; III, 49.
        • Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl (Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr içinde), Beyrut 1414/1994, I, 46-48.
        • Gazzâlî, İḥyâʾ, I, 241.
        • Abdülkādir-i Geylânî, el-Ġunye li-ṭâlibî ṭarîḳı’l-ḥaḳ, Kahire 1331, II, 76.
        • İbnü’l-Cevzî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931, s. 18, 19, 21, 23-25, 27, 28, 30-32.
        • İbn Kudâme, el-Muġnî (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî – Abdülfettâh M. el-Hulv), I-II, Kahire 1412/1992.
        • Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 563-588; XVI, 392.
        • İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, I, 26.
        • L. Massignon, Essai sur les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris 1968, s. 179-190.
        • Etem Levent, Hasan-ı Basrî ve Tefsîr İlmindeki Yeri (doktora tezi, 1978), AÜ İlâhiyat Fakültesi, s. 160-169.
        • Osman Erkmen, Büyük Veli Hasan-ı Basri Hazretleri ve Hikmetli Sözleri, Ankara 1978, s. 121-135.
        • Muslih Seyyid Beyyûmî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1984, s. 291-310.
        • M. Revvâs Kal‘acî, Mevsûʿatü fıḳhi’l-Ḥasan el-Baṣrî, I-II, Beyrut 1989.
        • Ömer Abdülazîz el-Cuğbeyr, el-Ḥasan el-Baṣrî ve ḥadîs̱ühü’l-mürsel, Amman 1412/1992, s. 124-145.
        • Mustafa Saîd el-Hın, el-Ḥasan b. Yesâr el-Baṣrî, Beyrut 1995, s. 213-294.
        • Hans H. Schaeder, “Ḥasan el-Baṣrī. Studien zur Frühgeschichte des Islam”, Isl., XIV (1925), s. 1-75.
        • Hellmut Ritter, “Studien zur Geschichte der islamischen Frömmigkeit”, a.e., XXI (1933), s. 1-83.
        • Hasan el-Basrî, et-Tefsîr (nşr. M. Abdürrahîm), Kahire, ts. (Dârü’l-hadîs), I, 92, 106, 123, 131, 207, 215-216, 252, 272-273, 305, 306; II, 21-22, 48, 251, 275, 337-338.
        • a.mlf., Risâle fi’l-ḳader (nşr. Fuâd Seyyid, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile içinde), Tunus 1393/1974, s. 215-223.
        • Dârimî, “Muḳaddime”, 23.
        • İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, VII, 142, 157, 162, 164-165, 167, 172, 175, 176.
        • Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), III, 119, 120, 128, 134.
        • İbn Kuteybe, el-Maʿârif (Ukkâşe), s. 441.
        • a.mlf., Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Kahire 1386/1966, s. 85, 100-101, 155.
        • a.mlf., ʿUyûnü’l-aḫbâr, I, 2, 281; II, 13, 132-133; III, 175.
        • Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye (nşr. Bedr b. Abdullah el-Bedr), Küveyt 1416/1995, s. 30.
        • Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XXIX, 120.
        • Ebü’l-Kāsım el-Belhî [Kâ‘bî], el-Maḳālât: Ẕikrü’l-Muʿtezile (nşr. Fuâd Seyyid, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile içinde), Tunus 1393/1974, s. 65, 67, 68, 69, 83, 86-87.
        • Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile (a.e. içinde), s. 142, 162, 196, 215-235, 339, 345.
        • a.mlf., Müteşâbihü’l-Ḳurʾân (nşr. Adnân M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 100, 597.
        • Bağdâdî, el-Farḳ (Abdülhamîd), s. 20-21, 118.
        • a.mlf., Uṣûlü’d-dîn, s. 307, 315.
        • İbn Hazm, el-Faṣl (Umeyre), III, 7, 273; IV, 108-109; V, 20-21.
        • Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 30, 47, 48.
        • Sâbûnî, el-Bidâye, s. 80.
        • İbnü’l-Cevzî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1350/1931, s. 14, 15, 16, 32, 44, 50, 57, 60, 61, 66-67.
        • Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 579-586.
        • a.mlf., Mîzânü’l-iʿtidâl, I, 527.
        • Nevevî, Şerḥu Müslim, I, 146, 153; II, 47, 85, 88; III, 4, 6.
        • İbn Teymiyye, Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl (nşr. M. Reşâd Sâlim), [Riyad] 1400/1980, VI, 73.
        • İbn Kayyim el-Cevziyye, İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, Beyrut 1404/1984, s. 162-163.
        • a.mlf., Zâdü’l-meʿâd, III, 40-41.
        • İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 270.
        • Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 186, 472, 473.
        • İbnü’l-Murtazâ, Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile, s. 18, 21, 24, 41, 121, 136-137.
        • Taşköprizâde, Miftâḥu’s-saʿâde, II, 164, 165.
        • Ebû Azbe, er-Ravżatü’l-behiyye (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, s. 11.
        • Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, İskenderiye 1966, I, 169.
        • W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 142, 170.
        • Muslih Seyyid Beyyûmî, el-Ḥasan el-Baṣrî, Kahire 1404/1984, s. 222-227, 310-334, 337-338.
        • Mustafa Saîd el-Hın, el-Ḥasan b. Yesâr el-Baṣrî, Dımaşk 1416/1995, s. 40, 44, 69, 111, 123, 133.
        • H. Ritter, “Hasan Basrî”, İA, V/1, s. 315.
        Yazı Boyutu
        Habertürk Anasayfa