Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaşar Kemal yaşasaydı, bugün 95 yaşında olacaktı.

        Dün onun doğum günüydü.

        6 Ekim 1923’te dünyaya gelmiş.

        Hakkın rahmetine kavuşalı tam dört sene olmuş.

        *

        Büyük yazar giderken ardından birbirinden anıtsal bir yığın roman bıraktı. En çok okunan romanı “İnce Memed” olduğu halde, “İnce Memed” en iyi romanı değildir.

        Külliyatına baktığımızda romanın doruklarında gezinen şaheseri “Kimsecik Üçlemesi”dir. Bunu ben değil, bu konunun alimleri söylüyor.

        “Yağmurcuk Kuşu”, “Kale Kapısı” ve “Kanın Sesi”nden oluşan bu üçleme, Türk edebiyatında yazılmış en iyi “korku” romanlarıdır.

        “Korku” derken aklınıza hemen gotik şeyler, canavarlar, cadılar, doğaüstü güçler falan gelmesin; usta bu tür şeylerle ilgili değildi.

        O bir çocuğun “öldürülme korkusunu” anlatır bu kitaplarda.

        Babası gözünün önünde bıçaklanarak öldürülen küçük bir çocuğun...

        Çocuk geceleri uyuyamaz, babasının katili gelip kendisini de öldürecek sanıyor.

        *

        Bu romanda Yaşar Kemal otobiyografiye çok yaklaşır. Çocukluğunun birçok izi var bu romanlarda. Tıpkı roman kahramanı gibi, onun da babası gözlerinin önünde öldürülmüş hem de ağabeyi bildiği babasının evlatlığı tarafından...

        Babasının ölümünü gören 4 yaşındaki Yaşar, o dakika dilini yutar, 13 yaşına kadar, tam 9 yıl dilsiz yaşar, sadece türkü söylerken çözülür dili.

        Yaşar Kemal
        Yaşar Kemal

        *

        Bir gün sormuştum; “Bu romandaki çocuk siz misiniz?” diye.

        Yüzünü biraz daha bana yaklaştırmış, iyice kafama yerleşsin diye sanki kulağıma fısıldamıştı:

        “Beni iyi dinle kuro! Bir hayattan iyi bir roman olmaz. Bana bu üç romanı yazdıran babamın bir cümlesidir. Babam derdi ki, ‘Biz Van’dan Çukurova’ya göçerken yolda çocuk sürüleri gördük.’ Babamın bahsettiği ‘çocuk sürüleri’, Birinci Dünya Savaşı’nda kimsesiz kalmış çocuklardı. Anasız babasız, aç, sefil, öksüz, yetim çocuklar vahşileşmiş, çöle düşmüşlerdi. Babamın hayat hikayesinden çok, babamın bu sözünden yola çıkarak o romanları yazdım.”

        *

        Yaşar Kemal’in babasını öldüren, kendisini dilsiz bırakan Yusuf adlı çocuk, (romandaki adı Selman) babasının yolda gelirken gördüğü çocuk sürüsünün içinden aldığı yaralı bir çocuktur. Yaşar Kemal, doğumundan sonra babasının kendisine karşı beslediği sevgisini kıskandığı için Yusuf’un onu öldürdüğünü söyler.

        Aslında bu bir “ya benimsin, ya kara toprağın” cinayetiydi. Salman babasını öldürdükten sonra cesedin başında, “Beni kabul et! Ne olur kabul et! Ben varım” diye haykırır romanda.

        *

        Yaşar Kemal’in ailesini Van Gölü'nün kenarındaki bir köyden Çukurova’ya göç ettiren şey Birinci Cihan Harbi'ydi. Ruslar Kafkaslar'dan girmiş, Kars, Erzurum derken top sesleri Van’daki köylerine kadar gelmiş; Ruslar gelmeden korkuları yayılmış her yere. Müslüman ahali de düşen her topla birlikte tespih taneleri gibi dağılmış Anadolu topraklarına.

        Eli silah tutan herkes cephelere koşmuş, aileler dağılmış, annesiz babasız kalan çocuklar, cılk yaralar içinde, aç, susuz, perişan, sürüler halinde Anadolu’nun her yerine bir salgın gibi yayılmış.

        *

        Yaşar Kemal’in ailesi Çukurova’ya ulaşıp babası Ermeniler'den boşalmış bir konağı “Yuvası dağılmış bir kuşun yuvası başka bir kuşa yuva olmaz” diyerek kabul etmediği için, Ermeniler'in malını mülkünü dağıtan bir devlet görevlisinin hışmına uğrayıp “kör yılanların cirit attığı” Osmaniye’ye bağlı Hemite köyüne sürüldüğünde; daha sonra hep muhalif, sosyalist gazeteci olarak bilinen Sabiha Sertel sosyoloji eğitimi görmek üzere o sırada Amerika’ya yeni varmıştı.

        Sabiha Sertel
        Sabiha Sertel

        *

        1920’lerin başları... O tarihlerde Amerika’da yaklaşık 9 bin kişilik bir Türkiyeli nüfus var. Türkler, Kürtler ve Arnavutlar'dan müteşekkil bu Müslüman nüfusun bir kısmı daha önce gelmiş, bir kısmı da savaş sırasında.

        Sabiha Sertel, birbirleriyle anlaşamayıp dağınık halde yaşayan, hemen hemen tümü sabun, kürk, gramafon, elektrik, otomobil fabrikalarında, çelik dökümhanelerinde çalışan; Türklerin ayrı, Kürtlerin ayrı birer cemiyette örgütlendiği bu topluluk arasında uzun süre kalır.

        Amerika’ya ilk göç eden Harputlu Ermeniler'in bir kısmı memlekete dönmüş, Amerika’nın taşı toprağı altındır diye milletin iştahını kabartmış, kara tayın bile bulmakta güçlük çeken Vanlı, Erzurumlu, Sivaslı yoksul ahalinin bir kısmı da ver elini Amerika demiş; o tarihlerde Amerika’da bu Türkiyeli topluluk böyle oluşmuş.

        *

        Bundan sonra anlatacaklarımın tümünü Sabiha Sertel, “Roman Gibi” adını verdiği hatıratında tatlı tatlı anlatır.

        İstiklal Harbi özellikle Ege cephesinde yoğunlaşmış. “Yunanlılar Sakarya’ya kadar gelmişler.” İşte bu sırada Sertel, Ankara’da yaşayan bir arkadaşından bir mektup alır. Arkadaşı mektubunda şunları söyler:

        “Anadolu’da açlık sefalet hat safhada. Binerce kimsesiz çocuk var. Doğu cephesinde anaları, babaları öldürülen çocuklar sürüler halinde sokaklarda geziyor. 90 bin Türk yetimi var. Darüleytamlar (yetimhane) ancak 12 bin çocuk alabiliyor. Amerikalılar yalnız Ermeni çocuklarını yetimhanelerine alıyor, Türkleri, Kürtleri almıyorlar. Siz oradaki Türkleri bu çocuklara yardıma sevk edebilirseniz, memlekete büyük bir hizmet etmiş olursunuz.” (Roman Gibi, s.48)

        Sabiha Sertel önce, birbirine selam vermekten bile imtina eden oradaki Türklerle Kürtleri birbirine yaklaştırmakla işe başlar, Türklerin kurduğu “Teavün Cemiyeti” ile Kürtlerin kurduğu “Hilali Ahmer Cemiyeti”nin azalarından ortak bir komisyon kurar.

        Bu Komisyon, Ankara’dan yetkili birisinin Amerika’ya gönderilmesini talep eder.

        *

        “Gülcemal Vapuru” Amerika’ya giden ilk Türk vapurudur. New York limanında vapura görkemli bir karşılama töreni hazırlarlar Türkiyeliler. Vapurdan şimdiki Çocuk Esirgeme Kurumu’na dönüşen “Himaye-i Etfal Cemiyeti”nin başkanı Dr. Fuat Omay Bey iner.

        Sabiha Sertel, Dr. Fuat’a tercümanlık yapar, şehir şehir gezerler.

        Gittikleri her şehirde işçiler, “gurbet elde, ateş karşısında, alın teriyle kazandıkları paraları, çakıl taşları gibi masanın üstüne dökerler.”

        100 bin doların üstünde bir para toplarlar.

        O gün için muazzam bir miktar olan bir milyon Türk lirası yani...

        Bağışı yapan fedakar gurbetçilerin tek bir istekleri var.

        “Memlekette kurulacak çocuk yuvalarına, hastanelere fotoğraflarının asılmasını isterler.” (Roman Gibi, s 63)

        *

        Dr. Fuat o paraları Ankara’ya getirdi. Ankara’da Çocuk Esirgeme Kurumu’nun inşa ettiği çocuk sarayları, bakım evleri, hastane, çocuk yuvaları, Amerika’daki işçilerin gönderdikleri işite o paralarla kuruldu.

        *

        Fakat o işçilerin, çocuk yataklarının başucuna asılmasını istedikleri fotoğrafları hiçbir zaman oraya asılmadı.

        *

        Yaşar Kemal doğdu, 17 gün sonra Cumhuriyet ilan edildi. Yaşar Kemal büyüdü; Amerika’ya göç etmiş Türk, Kürt işçilerin alın teriyle kazandıkları paralarla az da olsa dertlerine çare bulunan o “çocuk sürülerinin” romanını yazmak ona nasip oldu.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar