Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Çağrılan Yakup… Çağrılmayan Yakup!

        Selim İleri’nin TRT 2’de yayınlanan “Yalnız Okurlar İçin” programının bir bölümü Edip Cansever’e ayrılmıştı. Belli ki ağır bir hastalıktan kalkmış romancı, kelimeler ağzında dolaşıyor bazen ama maşallah hafızası o kadar canlı ki, her ayrıntıyı her ismi o kadar net hatırlıyor ki, hatırlamadıklarını da uydurmuyor, araya şerhler koyuyor, öyle güzel öyle hoş ki anlattıkları, seyredince bu alemde hâlâ böyle insanlar var diye bu kısır toprağın kalan bereketine şükrediyorsunuz.

        *

        Seyrettiğim bölümde Edip Cansever’le biraz sonra anlatacağım anısını anlatınca Selim İleri, aklıma Cansever’in o günkü tavrının kaynağını oluşturan bazı insanların benzer davranışları geldi. Bu tip insanlar özellikle geleneksel aşiret kültürüyle hemhal bir şekilde büyümüşlerin arasında çoktur. Mesela adamın kolunda güzel bir saat, gözünde şahane bir güneş gözlüğü, elinde kıymetli bir tespih görürsünüz; o insanlara sakın “saatin, gözlüğün, tespihin ne güzel” demeyin, derseniz eğer çıkarır onu anında size hediye ederler. Almasanız da size küserler. Ben böyle birkaç kişiyi tanıyorum mesela. Birisine “saatin ne güzel” demiştim de oracıkta kolundan çıkarıp bana hediye etmeye kalkışmıştı.

        Selim İleri’nin bir hikayesinde geçen, “Ölüm çalınmayan bir udtu,” sözünü okuyunca Edip Cansever bayılmış bu lafa. Bir süre sonra çıkan “Ben Ruhi Bey Nasılım” kitabını şöyle imzalamış İleri’ye Cansever:

        “Selim İleri’ye sevgiyle, ‘Çalınmayan bir ud ölümdü işte’ dizesi için teşekkürlerimle…”

        İleri’nin bir hikayesinde geçen bu söz, Edip Cansever’in aklında kaldığı gibi bir şiir dizesine dönüşmüş bence. Selim İleri’nin yazdığı biçimi de şahane ama şairin aklında kalan, tam da onun şiirine denk düşen bir mükemmellikte.

        Edip Cansever’i anlatırken Selim İleri, “İnsanın insansızlığını yansıtmak istiyordu şiirlerinde,” dedi, “kalabalıkların içinde yapayalnız bir insandı” diye de ekledi. Arnavutköy’de hep buluştukları bir mekândan bahsetti. Yine böyle bir buluşmada Edip Cansever, o sırada yazıp bitirdiği bir şiirini okumuş masadaki diğer üç kişiye. Şiirde geçen “yaz kırıklığı” imgesi Selim İleri’yi can evinden vurmuş; şair “cam kırıklığından” “yaz kırıklığına” varmıştı demek! Şiirin daha sonrasıyla ilgilenmemiş, ikide bir “yaz kırıklığı demek, ne müthiş” deyip durmuş, İleri’nin bu imgeyi bu kadar sevmiş olması şairin çok hoşuna gitmiş, tıpkı yazının girişinde bahsettiğim “saatin ne güzel” dediğim adamın oracıkta saatini kolundan çıkarıp bana hediye etmek istemesi gibi, “Madem çok sevdin ‘yaz kırıklığını’, al senin olsun” demiş Selim Bey’e ve onu şiirinden çıkarmış.

        Cömertliğe bakın! Şiirinin içinde geçen bir imgeden başka dostunu sevindirecek bir şeyi olamayan şair çıkarıp vermiş imgeyi büyük bir bonkörlükle. Selim İleri, her kıymetli hediye karşısında herkesin gösterdiği tepkiyi göstermiş, “Yapma Edip, olur mu Allah aşkına,” falan demiş ama bir kere verilen hediye geri alınmaz.

        Selim İleri “yaz kırıklığını” nerede kullandı, şairin o çok kıymetli hediyesini ne yaptı bilmiyorum ama aynı programda söz döndü dolaştı Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup” şiirine geldi.

        1966’da yayınlanan şiir kitabına adını veren “Çağrılmayan Yakup” şiiri, kitaba girmeden önce Memet Fuat’ın meşhur dergisi “Yeni Dergi”de yayınlanmış. Bilenler bilir, uzun bir şiirdir bu şiir ama Memet Fuat uzunluğuna bakmadan neredeyse derginin yarısından fazlasını tutan şiiri o küçük dergide yayınlamış.

        Şiir yayınlandıktan sonra bir anda herkesin diline düşmüş. Birileri bir masada, bir mekânda buluşmaya görsün, üçüncü kişi oraya düştü mü hemen “Seni de çağırdık mı Yakup?”benzeri bir sürü şakaya vesile olmuş.

        *

        (Benim Yusuf diye bir yeğenim var, kütüphaneci, hepimizin adı gibi rahmetli annem koymuş onun adını da. Onun bir oğlu olmuş, karı koca böyle moda olan Kürtçe bir isim vermişler çocuklarına, yaşlı annem, adını sormuş Yusuf’a, o da “Rodîn” demiş, annem “Senin adın Yusuf, oğlunun adı da Yakup olsun” (babanın adı Yakup, oğlunun adı Yusuf olması gerekir ama böyle de olur, ikisi de mübarek isim) demiş. Yusuf, babaannesini kırmamış, bir de Yakup’u iliştirmiş “Rodîn”in yanına ama ben “Yakup” ismini çok seviyorum, çocuğu hep “Yakup” diye çağırıyorum bebekliğinden beri, biraz büyüyünce de “Sen ailemizdeki Çağrılmayan Yakup’sun” dedim. İyice benimsedi adını çocuk bir süre sonra, “Adın ne diyorum” şimdi, “Yakup” diyor. “Hangi Yakup?” diyorum, “Çağrılmayan Yakup” diyor gülerek.)

        *

        Demek ki bir yerlerde bir “Çağrılan Yakup” var! “Kitab-ı Mukaddes”teki Yakup, İshak’ın oğlu, Esav’ın ikizidir, Çağrılan Yakup’tur bu Yakup… Tekmil hikayesi, Tevrat’ta geçiyor (İncil ve Kuran’da da var), bir sürü dolap çeviriyor ama hiçbirimizin gözüne sevimsiz görünmüyor Yakup. Belli ki çok kuvvetli bir adam… Bazılarına göre Tanrı, bazılarına göre de Melek Mikâil’le sabaha kadar güreş tutmuş. Bu güreş sahnesi belli ki kuvvetini bize anlatmak için yer alır kitapta. On iki oğlu var. Her bir oğlu on iki Beni İsrail kabilesinin kurucusudur, İsrailoğulları’nın isim babasıdır kendileri.

        İslam Ansiklopedisi’nde yazıldığına göre, “Yakup” onun ismi değil. Gerçek adı İsrail, Tanrıyla veya Melek Cebrail’le tutuştuğu ve sabaha kadar süren güreşte yenilmediği için Tanrı “İsrail” ismini vermiş ona. (İsrail devleti, bugün Gazze’de uyguladığı vahşetin temelini buraya dayandırıyor muhakkak. Kendilerini dünyanın tek ve yenilmez gücü olarak görüyorlar -Tanrıyla güreşen garibana ne yapmaz-, güçlerini zavallı Gazze halkının üzerinde deniyorlar şimdi, yaptıkları her türlü vahşeti mubah görüyor, bunun kaynağını da tek geçerli kitap olarak gördükleri dini kitapları Kitab-ı Mukaddes’e dayandırıyorlar.)

        Evet Yakup diyorduk. Yakup burada bir isim değil, bir çağrılma sıfatı. İkizi Esav’dır, Esav önce geliyor dünyaya, o da onun topuğundan tutarak peşinden geliyor. Tevrat’a göre “Yaakob” kelimesinin iki anlamı var. Birinci anlamı “topuk tutan” demektir. Yakup kendisinden önce dünyaya gelen ikizinin topuğundan tutmakla kalmıyor, bir süre sonra onu ekarte ederek onun yerine geçiyor. “Yaakob”un ikinci anlamı da burada kendini gösteriyor, “birisinin hakkını elinden alan, onun yerine geçen, bereketini çalan” demektir. Asıl adı “İsrail” olan adamın “Yakup” diye çağrılmasının sebebi budur. Esav, Tekvin 27/36’da “Onu boşuna Yaakob diye çağırmıyorlar, o iki defa beni aldattı, benim yerime geçti,” diyor.

        Bu durumda Tevrat’a göre birisini “Yaakob” diye çağırmak pek de yüceltici bir şey olmasa gerek.

        Yakup diye çağrılan İsrail’in bundan sonraki mitolojik hikayesi, Yunan mitolojisindeki hikayelerin pabucunu dama atacak kadar entrika dolu bir hikayedir. Hikayenin içinde her şey var. Neredeyse Tevrat’ın Tekvin bölümünün yarısı bu hikayeye ayrılmış durumda.

        Tevrat’a göre Yakup’un babası İshak, Arami Laban’ın kızkardeşi Rebeka’yla kırk yaşındayken evlenir. Fakat Rebeka kısırdır, çocukları olmaz. İshak, kendisine bir evlat versin diye Rabb’a yalvarır, Tanrı duasını kabul eder, Rebeka ikiz çocukları olan Esav ve Yakub’u dünyaya getirir. Önce Esav, sonra Yakup… Esav ele avuca sığmaz bir çocuk, Yakup ise sakin… Esav daima avda, Yakup ise çadırın altında miskin miskin oturur. Yahudi rivayetlerine göre dedesi İbrahim, Yakup’un üstüne titriyor, bayılıyor ona, onu takdis ederek hayır duada bulunur. Baba İshak ise Esav’ı çok sever, anne Rebeka’nın ise gönlü daha çok Yakup’a kayar.

        Günün birinde Esav avdan döner, eli avucu boştur, karnı acıkmış, ne bulsa yiyecek. Kardeşi Yakup’tan o sırada içtiği mercimek çorbasından ister. Yakup fırsatı kaçırmaz, “ilk oğulluk hakkını” vermesi karşılığı ona çorbayı verir. İshak, o sırada Esav’ı kutsamak ister ama Rebeka ile Yakup’un çevirdikleri bir entrika sonucu, onun yerine Yakup’u kutsar. Daha sonra gerçeği öğrenir ama iş işten geçmiştir. Bunun üzerine sevgili oğlu Esav’a gerçeği söyler, “Kardeşin gelip hileyle bereketini aldı” der.

        Esav, kardeşi Yakup’u öldürmeye karar verir. Rebeka bunu öğrenir, Yakup’u evden uzaklaştırır, babasından da izin alarak onu Harran’da yaşayan kardeşi Laban’ın yanına gönderir. Burada dayısının kızlarından birisiyle evlenmesini ister. Yakup yola çıkar. Yolda uykusu gelir, kafasını bir taşa koyar, uyur. Dalar rüyaya, rüyasında yerden göğe yükselen bir merdiven görür, yolun her iki tarafında melekler var. Rabb, Yakup’a görünür ona ve zürriyetine üzerinde bulundukları toprakları vaat ederek zürriyetinin çoğalacağını müjdeler.

        Yakup Harran’a varır. Dayısı Laban’ın sürüsüne çoban olur. Laban’ın, Leah ve Raşel adında iki kızı var. Yakup Raşel’e aşık olur. Dayısı çobanlık ücreti karşılığı ne istediğini sorunca, ücret yerine Raşel’i kendisine verirse eğer, ona yedi yıl daha çobanlık yapacağını söyler. Dayısı tamam der, yedi yılın sonunda Raşel yerine kızı Leah’yı gönderir ona. Gece karanlık, sabah ortalık aydınlandığında yanlış kadınla birlikte olduğunu anlar. Neden bunu yaptıklarını sorar, “büyüğü dururken küçüğü evlendirilmez” cevabını alır ama yedi yıl daha çobanlık yaparsa öbür kızını da alabileceğini söyler dayısı. O şartı da yerine getirir, Raşel’le de evlenir. Raşel ve Leah, cariyeleri Zilpa ile Bilha’yı da Yakup’a verirler. Yakup’un Leah’tan Ruben, Şimon, Levi, Yahuda, İssakar ve Zebulun ile kızı Dina; cariyesi Zilpa’dan Gad ve Aşer; Raşel’den Yusuf ile Bünyamin; cariyesi Bilha’dan Dan ve Naftali olmak üzere on iki oğlu dünyaya gelir.

        Yakup bir anda çok zenginleşir. Bu yüzden de dayısının oğulları onu kıskanmaya başlar. Bunun üzerine Harran’ı terk edip Ken’an eline geri döner.

        Dönüş yolunda, Yabbok Geçidi’nde bir adamla karşılaşır ve sabaha kadar onunla güreş tutar. Sabaha doğru karşısındaki kişi “Tanrı ile güreşip ayakta kaldın” der ve “Yakup diye çağrılan” ismini “İsrail” olarak değiştirir. İsmini değiştirirken ona görünen Tanrı, “Senin adın Yak’ub’tur ancak bundan sonra Ya’kub diye çağrılmayacaksın, bundan sonra adın İsrail olacak,” der. Döndüğü Ken’an elinde, kardeşi Esav ile barışır.

        Oğulları arasında en çok Yusuf’u sever İsrail. Yusuf’un hikayesi Yaratılış 37’de anlatılır. Thomas Mann’ın deyimiyle “dolunay yüzlü” çocuk Yusuf’un... Yusuf onun yaşlılığında gelir dünyaya. Ona uzun, renkli bir libas giydirir. Kardeşleri Yusuf’u kıskanır. Yusuf gördüğü rüyaları kardeşlerine anlatır, rüyalar hayra alamet değil, bu çocuk başımıza kral kesilecek derler. Ona tuzak kurarlar. Öldürüp bir kuyuya atmaya karar verirler, babalarına da bir vahşi hayvan parçaladı diyecekler. Kardeşlerden Ruben öldürülmesine karşı çıkar, kardeşleri üzerindeki renkli libası çıkarıp onu derin bir kuyu atarlar. O sırada oradan Mısır’a giden bir kervan geçer, kardeşler Yusuf’u kuyudan çıkarıp kervana satmaya karar verirler. Yirmi gümüş karşılığı onu İsmaillilere satarlar, İsmailliler de Yusuf’u Mısır’a götürürler.

        Kardeşleri de bir teke kesip Yusuf’un elbisesini onun kanına bularlar. İsrail (Yakup), elbiseyi hemen tanır, babalarına kardeşlerinin vahşi bir hayvan tarafından parçalandığını söylerler. Yakup üzüntüden elbiselerini yırtar, beline bir çul sarar, oturur oğlunun yasını tutmaya başlar. Bütün aile onu avutmaya çalışır ama nafile. Oğlumun yanına, ölüler diyarına bu yasla gideceğim diye ağlamaya devam eder.

        Yusuf’u Mısır’a götürenler onu burada Firavun’un bir görevlisine satarlar.

        Uzun bir hikayenin sonucunda Yusuf kardeşlerini Mısır’da bulur. Babasını ve kardeşlerini yanına getirir, Goşan vilayetine yerleştirir. İsrail (Yakup) burada on yedi yıl daha yaşar. 147 yaşında ölür.

        Yakup diye çağrılan İsrail, ataları içinde ömrü en kısa olandır ve diğerlerine göre Tevrat’ta hayatı en ayrıntılı anlatılan peygamberdir.

        *

        Modern edebiyatta, bu konuda yazılmış en önemli roman büyük Alman yazarı Thomas Mann’a aittir. “Yusuf ve Kardeşleri” adlı dört ciltlik anıtsal roman tam bin 500 sayfadır. Roman, hem deminden beri anlattığım hikayeyi anlatır geniş geniş, hem de farklı bir yaklaşımla insanoğlunun tarih, kültür ve medeniyet serüvenini hikaye eder. 1926-1942 yılları arasında yazılmış, Almanya’da faşizmim gemi azıya aldığı zamanda… Yusuf umudun timsalidir romanda, faşizm er ya da geç mutlaka yenilecektir! Thomas Mann bu romanı yazdığında Alman faşistleri Yahudileri çoluk çocuk demeden fırınlarda yakıyordu; ben bu romanı okuduğum bugünlerde İsrailli faşistler, Gazze’deki Filistinlilerin üzerine çoluk çocuk demeden ölüm yağdırıyordu.

        *

        “Çağrılan Yakup”u burada bırakıp şimdi dönelim biz Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”una… Dört bölümden oluşan uzun şiir;

        “Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup

        Bunu kendine üç kere söyledi

        Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar

        O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım

        Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli

        Daha hiç çağrılmadım

        Biri olsun ‘Yakup!’ diye seslenmedi hiç

        Yakup!”

        diye başlar ve devam eder. Ve kısa bir süre sonra Yakup kendini Yusuf’la karıştırmaya başlar, “Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup/Bazen karıştırıyorum” der. Peki kimdir Yakup? Neden kendini Yusuf’la karıştırıyor? Kurbağalar kimdir? Neden onlara bakmaktan geliyor? Onlara bakarken seyir mi ediyor, yoksa onları besliyor mu? Bu sorular şiirin yayınlandığı 1960’lı yılların ikinci yarısından beri soruluyor.

        Murat Belge yakın arkadaşı Edip Cansever’in yukarıda anlattığım dini hikayeye benzer hikayelerle pek ilgili olmadığını söyler. Ona göre Edip Cansever’in şiir/hikayenin kahramanı olarak Yakup’u seçmesinin sebebi “sesle” ilintili bir durumdur. Yakup’un kendini Yusuf’la karıştırması da ona göre sonradan bulunmuş bir unsurdur.

        Cansever, modern çağın Yakup’unun peşinde. Bu çağda kimse Yakupları çağırmıyor artık. Kimse fikrini, zikrini sormuyor. İnsan yalnız, tıpkı Cansever’in kendisi gibi… Hani Nazım Hikmet’in “sekizinde işe gider/ yirmisinde evlenir/kırkında ölür” dediği “büyük insanlıktan” bir insan… Modern insan; daha cenin halindeyken, ultrason yardımıyla cinsiyeti öğreniliyor artık, sonra bir hastanede açıyor gözlerini dünyaya, sonra annesi kısa bir süre emziriyor onu, göğüsleri sarkmasın diye de çoğu anne erkenden sütten kesiyor, işi gücü var annenin, erkenden onu bir yuvaya teslim ediyor, evde bir bakıcısı var, daha yaşı gelmeden okula yazılıyor, okul biter bitmez çalışmak için bir ofise kapanıyor, sonrası hepimizin sürdürdüğü bir hayattır işte…

        Şiirde Yakup’un “bakmaktan geldiği” o kurbağalar, şiirin başında “kalabalık” olan o kurbağalar şiirin ilerleyen bölümlerinde “telaşlı” ve “açgözlü” olurlar. Ve şiirin sonunda Kafkaesk bir bürokrasiye dönüşürler. Yeni halleriyle Yakup’a bakarlar ve onu oradan kovarlar.

        Bu kurbağaların kimliğiyle ilgili en çarpıcı tespiti vaktiyle Vedat Günyol yaptı. Ona göre Yakup Edip Cansever’in kendisi, kurbağalar da Türkiye İşçi Partisi (O TİP’in şimdiki, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e “Neden Andımız’ı kaldırdın” diye şarlayan TİP’iyle alakası yok!)’nde bir araya gelmiş insanlardır. “Çalakalem” kitabında yer alan, 1975’te yazdığı “Cansever’in Haklı Haksız Öfkesi” başlıklı yazısında şunları yazar Günyol:

        “(…) E. Cansever kapalı bir ozan. Alalım Çağrılmayan Yakup’u. Kim bu Yakup. Kendisi. O kurbağalar, aç gözlü kurbağalar kim? Bir zamanların İşçi Partisini oluşturan o güzelim insanlar. Eğer ben, bir zamanlar E. Cansever’in gönülden yürekten İşçi Partisine kayıtlı olduğunu ve sonra bir anlaşmazlık sonucu partiden uzaklaştırıldığını bilmesem, Çağrılmayan Yakup ve aç gözlü kurbağalar benim için kapalı, haydi çekinmeden söyleyelim, anlamsız kalırdı.”

        Edip Cansever, bu yazı üzerine Vedat Günyol’un çıkardığı “Yeni Ufuklar” dergisinde “Timsah” başlıklı bir cevap yazısı yazar. Günyol’un bu iddiası karşısında “vurgun yemişe döndüğünü” söyler. “Hayatım boyunca böyle bir iftiraya uğramış değilim” der ve şöyle devam eder:

        “Günyol sözlerini geri almazsa, kendi yorumunun altında ezilecektir. Ben o şiiri yazarken, İşçi Partisi aklımdan bile geçmedi. Bugün de Parti içindeki ilişkilerimi, arkadaşlarımı ve dostluklarımı saygıyla, sevgiyle anıyorum. Partiden uzaklaşmak zorunda kalmışsam, salt kendi yüzümden, güncel politikadan anlamadığım içindir”.

        Selim İleri’nin de yazının girişinde bahsettiğim programında belirttiği gibi Edip Cansever, diğer şair arkadaşlarına, mesela Cemal Süreya ve Turgut Uyar’a nazaran çok az düzyazı yazdı ve şiiri üzerine çok az konuştu, açıklama yaptı. Yine de bir söyleşide “kurbağaların” kimliğini es geçerek Yakup’un kimliği üzerine bize biraz malumat verdi, sorulan soru üzerine Yakup’un “yabancılaşmış bir tip” olduğunu belirterek şunları söyledi:

        “(…) Yakup, toplum tarafından itilmiş, horlanmış, uzaklaştırılmış bir insanı simgeliyor sanırım. Böylece topluma, insana, kendine yabancılaşmış bir tip olarak çıkıyor karşımıza”.

        Şair haklı, Yakup şiirde önce kendine yabancılaşır, kim olduğunu unutur, kendini Yusuf’la karıştırmaya başlar çünkü onu çağıran yok, adını anan yok çünkü. “(..) onca din kitaplarının sözünü bile etmediği” Yakup, otobüse bindiğinde “biletçinin bilet bile kesmek istemediği” birisidir, toplum dışına itilmiştir, “Bütün ilgiler sizin olsun / Her türlü bir şeyler sizin olsun” der insanlara. Bir Yakup olarak değil, “Yakubun o dağılgan şekli” olarak “her gün bir tahtaboşta asılı durur”, “yaşar gibi” kalmaktadır orada, Yakup’tur o, “artık karıştırmıyor”, hiç kimsenin çağırmadığı, “Çağrılmayan Yakup!”

        *

        Vakti zamanında mesela Tevrat’ın yazıldığı çağlarda birisini bir şeyle çağırmanın, mesela “İsrail” olmadan önce onu “Yakup” diye çağırmanın bir manası vardı. Ama şimdi mana, kardeşleri tarafından Yusuf’un atıldığı kuyunun ta dibinde. Modern insan iğneyle kuyu kazıp duruyor o manayı bulacağım diye. Edip Cansever bu insanın şiirini yazdı işte. İnsansız insanın…