Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Roman Nedir?

        Orta Çağ Fransa'sında seçkinlerin ve bilimin dili Latincenin dışında, halkın konuştuğu dil anlamında kullanılmakta olan roman önceleri bu anlama dayalı olarak avam için yazılan hikayelere denilmiş zaman içerisinde bağımsız bir edebi türün adı haline gelmiştir. Şiir ile birlikte edebiyat sanatının en önde gelen türüdür. Modernleşme sürecinde ortaya çıkıp gelişen ve özellikle 19. yüzyıldan itibaren diğer türler göre daha fazla popüler olmayı başarmış bir türdür. Roman kavramının karşılığı olarak İngilizcede "novel", Arapçada "rivayet" terimleri kullanılmaktadır. Bizde de türün edebiyatımıza girişindeki başlangıç yıllarında bir süre hikaye terimi romanı karşılamak üzere kullanılmıştır.

        Bir edebi tür olarak romanın tanımı ve niteliklerinin belirlenmesinde farklı görüşler bulunmaktadır. Bunun sebebi, Aristo (ö. MÖ 322) gibi klasik teorisyenlerin döneminde bulunmadığı için diğer edebi türler arasında yer almamış ve onlara göre bir tanımının oluşturulmamış olmasıdır. Bununla birlikte türün ilk örneklerinden beri mahiyeti, yapısal özellikleri üzerine çok sayıda görüş belirtilmiştir. Bu bağlamda diğer türlerden birçok şey alarak kurulan melez bir tür, diğer edebi türlerin parodisi veya öteki türlerin kanununa karşıt gelişen türler üstü bir güç şeklinde nitelemeler de yapılmıştır. Romanın ayrıca itiraf, günlük, otobiyografi, tarih, epik, hikaye gibi türlerle yakın ilişki içerisinde bulunduğu, onlarla çeşitli ortak özellikler taşıdığı da görülmektedir. Bununla birlikte romanın karakteristiğini belirleyen öğeler de bulunmaktadır. Rus düşünür ve eleştirmen Mihail Bahtin (ö. 1975) türün tipik özellikleri olarak (tersi de öne sürülebilecek olan) çok katmanlılık, olay örgüsü temeline dayanmak, girift olmak, aşk öyküsü içermesi ve düzyazı ile ifade edilmek gibi yönlerine vurgu yapmıştır. Bu çerçevede öncelikle roman hemen bütün örneklerinde yazılı ve basılı bir anlatı olarak görünmektedir. Fantastik/olağanüstü vb. gerçekdışı izlenimi içeren alt türleri de bulunmakla beraber genellikle gerçeklik iddiasına ve neden-sonuç ilişkisine dayanan yansıtmacı anlatılardan oluşur. Roman, gerçekliğin bir yansıması olsun veya olmasın kurgusal (fiktif) bir yazı türüdür ve anlatılanlar her zaman temsilidir. Dil dışı gerçekliğin ikna edici bir benzeri olmasına karşın bir belge niteliği taşımaz. Kişileştirmeler, zaman, mekan ve olay ögelerinin klasik anlatılara göre akılcı bir yaklaşımla ve yeni bir bilinçle düzenlenmesi türü kendine özgü hale getiren faktörlerdir. Ayrıca roman türünün yükselişinin; ilerleme ve demokrasi fikri, bireyleşme, matbaanın yaygınlaşması gibi olgularla ilişkili olduğu da söylenebilir.

        Miguel de Cervantes Saavedra'nın (ö. 1616) Don Kişot (1605), Daniel Defoe'nun (ö. 1731) Robinson Cruseo (1719) adlı eserleri türün öncüsü kabul edilmiştir. Özellikle 19. yüzyılda romantik ve realist akımların temsilcisi yazarlar insan gerçeğini diğer edebi türlerden oldukça farklı, kuşatıcı ve tasvirci bir tarzda yazdıkları eserleriyle roman türüne ayrıcalıklı bir yer kazandırmışlardır. Türün en önemli aşamalarının başında bu gerçekçi dönem gelir. 20. yüzyılın başlarındaki modernist atılım ise önceki yüzyılın dogmatik pozitivizmine dayanan herkes için geçerli tek bir gerçekçilik anlayışının yerine, gerçeğin göreceliliği düşüncesine dayanan bilinçakışı tekniği ile insanın iç dünyasının yansıtılmasında ve gerçekliğin yorumlanmasında yeni bir tarz geliştirmiştir. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki aşama ise temelde gerçeğin çoğulluğu anlayışını, kurmaca ile metin dışı gerçekliğin sınırlarını belirsizleştiren teknikleriyle türün önemli dönüşüm noktalarından sonuncusu olan postmodernist anlayışı temsil etmektedir. Bütün bu değişimlerin özünde hakikat/gerçek kavramı etrafında insan ve varlık hakkındaki yorum arayışlarının teknik yansımaları bulunmaktadır. Ayrıca roman türünün içerisinde tarihi roman, psikolojik roman, popüler roman, polisiye, macera vb. alt türlerden bahsetmek gerekir. Bu alt türlerin kendilerine özgü okur kitlelerine hitap ettikleri gözlenmektedir.

        Türk edebiyatının klasik dönemlerinde anlatı ihtiyacını karşılayan halk hikayelerinin ve mesnevilerin dönemin romanı oldukları konusunda iddialar ve tartışmalar olsa bile; modern bir tür olarak romanın karakteristiğini oluşturan varlığa akılcı bakış tarzı ile yapısal unsurları bakımından bütünüyle ayrı bir sanat olduğu açıktır. Vartan Paşa'nın (ö. 1879) Ermeni harfleriyle basılan Akabi Hikayesi (1851) ile Evangelis Misailidis'in Grek alfabesiyle basılan Temaşa-i Dünya ve Cefakar u Çilekeş'i (1871-1872) bu türün tarihsel olarak ilk örnekleri olarak kabul edilse bile alfabe farkı dolayısıyla dönemin Osmanlı okur yazarının bu eserlerden ne derece haberdar oldukları kuşkuludur. Bu bakımdan Türk edebiyatında roman türünün ilk örneklerinin batıya yöneliş süreci içerisinde, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve daha ziyade romantik eserlerden çeviriler yoluyla görüldüğü genel bir kabul halindedir. İlk telifler ise Ahmet Mithat (ö. 1912) (Letaif-i Rivayat, 1870), Şemseddin Sami (ö. 1904) (Taaşşuk-ı TalÊ¿at ve Fitnat, 1872), Emin Nihad (ö. 1880) (Müsameretname, 1872-1875), Namık Kemal (ö. 1888) (İntibah, 1876) tarafından kaleme alınmıştır. Halit Ziya'ya (ö. 1945) kadarki bu ilk dönem romanının asıl karakterini neredeyse tek başına Ahmet Mithat'ın oluşturduğu görülür. Her ne kadar geleneksel meddah tekniği unsurları ile anlatının özerkliğini zedelemekle eleştirilmiş olsa da yazdıklarıyla bir taraftan roman okuru kitlesinin oluşmasında diğer taraftan kendi tarzını izleyecek Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim, Mehmet Celal gibi yazarlar yetişmesinde etkili olmuştur. Yine bu yıllarda Nabizade Nazım Zehra (1876) ve Karabibik (1890), Samipaşazade Sezai Sergüzeşt (1888), Recaizade Mahmud Ekrem Araba Sevdası (1896) romanlarıyla türün gelişmesinde dikkati çeken rol oynarlar. Bu hazırlık döneminin ilk önemli adımı, gerçekçi anlatım ile duygusal tiplerin psikolojik tahlillerini yansıtan; toplumun temsilinden çok dilin işlenişi ve kurgudaki gelişme ile dikkati çeken Halit Ziya (Mai ve Siyah, 1896, Aşk-ı Memnû, 1899 ve Kırık Hayatlar; 1901) ve Mehmed Rauf'tan (Eylül, 1901) gelir. 

        Türk roman türünün dikkate değer gelişmesinin 20. yüzyılın başlarındaki yazar kuşağı ile gerçekleştiğini belirtmek gerekir. Osmanlı devletinin çöküşüyle sonuçlanacak büyük savaşların, ulus devlete gidiş sürecinin çalkantılarının, edebi dilin sadeleşmesi tekliflerinin arasında verdikleri eserleriyle Halide Edip (Yeni Turan, 1913, Mev'ud Hüküm, 1918, Ateşten Gömlek, 1923); Refik Halit (İstanbul'un İç Yüzü, 1920); Yakup Kadri (Kiralık Konak, 1922, Nur Baba, 1922) ve Reşat Nuri (Çalıkuşu, 1922) kendilerinden sonraki nesir dilinin hazırlayıcısı da olmuşlardır.

        Cumhuriyetten sonraki ilk dönem Türk romanı hem anlatım tekniklerindeki gelişmeler hem de romanın ilgilendiği tematik meselelerdeki çeşitlenmeler bakımından dikkati çeker. Cumhuriyet romanı ezen-ezilen, Doğu-Batı, aydın-halk temalarının etrafında kurulmuştur denilirse yanlış bir genelleme sayılmamalıdır. Bunlara tarihi dönem romanları, bireyin yalnızlığı va yabancılaşması ile darbeleri konu edinen romanları da ilave etmek gerekir. 

        Peyami Safa (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 1930; Fatih Harbiye, 1931; Matmazel Noraliya'nın Koltuğu, 1949; Yalnızız 1951) gibi eserlerinde, önceki romancılarda da görülen Doğu-Batı meselesinin yanı sıra ruh-madde çatışmaları, psikolojik durumlarla, kişi, mekan, zaman unsurları arasındaki simgesel temsilleri ve yorum özellikleriyle dikkati çeker. Sabahattin Ali (ö. 1948) (Kuyucaklı Yusuf, 1937) ve Sadri Ertem (Çıkrıklar Durunca, 1930) ile başlayan toplumcu gerçekçi roman çizgisi ise ilerde bir taraftan Orhan Kemal (Baba Evi, 1949; Avare Yıllar, 1950), Kemal Tahir (Sağırdere, 1955; Körduman, 1957) ve Yaşar Kemal (İnce Memed, 1955) gibi yazarlarla sürdürülürken öte yandan Köy Enstitülü romancılar eliyle popüler ideolojik propaganda metinlerine dönüşecektir.

        Buna karşılık Abdülhak Şinasi Hisar (Fahim Bey ve Biz, 1941; Çamlıca'daki Eniştemiz, 1944; Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği, 1952), Ahmet Hamdi Tanpınar (Mahur Beste, 1944; Huzur, 1949; Sahnenin Dışındakiler, 1950), Safiye Erol (Kadıköyü'nün Romanı, 1938), Samiha Ayverdi (İbrahim Efendi Konağı, 1964) medeniyet değişmesi karşısındaki insanı ele alır. Kemal Tahir'in aynı zamanda kendisine özgü sosyolojik tezlerinin bir yansıması olan tarihi romanları (Yorgun Savaşçı,1965; Devlet Ana, 1967), aynı şekilde birer tarih yorumu olarak da değerlendirilebilecek olan Tarık Buğra'nın (Osmancık, 1983; Küçük Ağa, 1963) gibi romanları Namık Kemal'in Cezmi'sinden beri tarihi konu edinen çok sayıda Türk romanının örnekleri arasındadır. Vedat Türkali (Bir Gün tek Başına, 1973), Sevgi Soysal (Yenişehirde Bir Öğle Vakti, 1973; Şafak, 1975), Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi, 1979), Mustafa Miyasoğlu (Kaybolmuş Günler, 1975) romanları ile içinden geçilen darbe dönemlerini kurgusal yapı içerisinde yorumlamışlardır. Attila İlhan (Sokaktaki Adam, 1954), Yusuf Atılgan (Aylak Adam, 1959), Selim İleri (Her Gece Bodrum, 1976) kentli, bunalımlı, okumuş bireyin romanını yazan adlardan birkaçıdır. 

        Oğuz Atay (Tutunamayanlar, 1971-1972; Tehlikeli Oyunlar, 1973) oluşturduğu eleştirel-ironik dil ve kurgu teknikleriyle aydın yabancılaşmasının çarpıcı örneklerini vermiştir. Son dönemde Nobel Ödüllü Orhan Pamuk (Cevdet Bey ve Oğulları, 1982; Kara Kitap, 1990; Benim Adım Kırmızı, 1998 vd.) ile çok sayıda yabancı dile çevrilen Türk romanı Mehmet Niyazi Özdemir, Nazlı Eray, Durali Yılmaz, Reha Çamuroğlu, İhsan Oktay Anar, Hasan Ali Toptaş, Fatma Barbarosoğlu, Sadık Yalsızuçanlar, Güray Süngü ve başkaca yazarlar tarafından anlatım teknikleri, toplumsal ve bireysel meseleler etrafında sürdürülmektedir.

        YAZAR

        Yılmaz Daşçıoğlu

        Yazı Boyutu
        Habertürk Anasayfa