Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

SON günlerde ilginç tartışmalar oluyor. Eski Cumhurbaşkanı Özal‘ın suikasta kurban gittiğine dair iddialar yeniden ama daha kuvvetli bir şekilde gündeme geldi. Olayla irtibatta olduğu söylenen emekli bir komutan iddiayı reddetmek için katıldığı TV programında, bu defa “Kıbrıs’ta cami yakmak”tan söz etti.

Eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis‘in bir kaza sonucu değil, düzenlenmiş bir olayla kaza süsü verilerek, suikasta uğrayarak hayatını kaybettiği iddiası, konunun bilirkişisi tarafından açıkça ortaya atıldı. Ergenekon sanığı ismi lazım değil, emekli bir albay ise garip “iddia”larda bulundu. Bütün bunlar size “Akbaba’nın Son Günü” ya da “Başkan’ın Bütün Adamları” filmlerini çağrıştırıyor mu bilemem.

SOĞUK VE KARANLIK

Aslında bu listeyi uzatmak mümkün. Hatta bu olayları daha çok geriye götürüp şu soruları da sormak mümkün: Selanik’te Atatürk‘ün evini kim bombalar? 6-7 Eylül olaylarını kim tertip edip, dönemin cumhurbaşkanı ve başbakanı olan Bayar ve Menderes ikilisini, yani ilk demokrasi tecrübesini kim uluslararası planda zor duruma soktu? Kim Türkiye’yi yıllardır bir kardeş kavgasına itti? Aslında bütün bu soruların cevabı iki noktada düğümlenmektedir:

Birincisi; Türkiye’nin soğuk savaş karanlığında devletin bütün adamlarının olmasa da belli bir kısmının başka bir siyaset sahnesinin içinde, başka merkezlerce hazırlanmış bir siyasal senaryoda rol almış olduklarıyla ilgilidir. Bu sürecin içine çekilmiş olanların, bir yönüyle Sovyetlere karşı antikomünist mücadele içindeki müttefiklerle işbirliğinin resmi çerçevesi içinde kalmadıkları anlaşılmaktadır. Buradan devşirilmiş olan bu unsurların Türkiye’ye rağmen başka bir yapıya eklemleştikleri görülmektedir. Bu aşamada, devlet içinde gibi görülen illegal örgütlenme, Türkiye’nin içinde ama Türkiye’ye karşı bir yapıya dönüşmüştür. Bugün Ergenekon davalarıyla ortaya saçılan birçok belge ve bilgiyi aslında doğrudan bu soğuk savaş karanlığıyla birlikte düşünmek gerekir. İkinci düğüm noktası, ülkenin demokratikleşme süreciyle ilgilidir. Türkiye’nin talihsizliği demokratikleşme hareketinin politik adımını oluşturan çok partili hayata geçişle, soğuk savaşın ülkeyi soktuğu uluslararası işbirliği ve savunma sistemine katılımın aynı döneme tekabül etmesidir.

IŞIĞIN UCU

Türkiye paradoksal olarak bir taraftan demokrasiye doğru ilk adımlarını atmaya çalışırken, diğer taraftan da devlet yapısında mevcut olan antidemokratik unsurların, soğuk savaşın örgütlediği yeni yapılar içerisinde hayat sahası bulması ciddi bir sorun oluşturmuştur. Bu durum bu unsurların daha da güçlenerek, varlıklarını her türlü gayri meşru eylemlerine rağmen sürdürmelerine imkân yaratmıştır.

Bugün ülkemiz soğuk ve karanlık dönemi bütünüyle tasfiye edecek, onun kalıntılarını yok edecek bir dinamizm içerisindedir. Soğuk savaş belki de SSCB’yle doğrudan cephe konumunda olan bir ülke olarak en fazla Türkiye’yi tahrip etmiştir.

Soğuk savaş örgütlenmesinin yarattığı “yapılar” toplumun her alanına nüfuz etmiş, müdahale etmiş veya dahil olmaya çalışmışlardır. Bu antidemokratik unsurlar, sadece devletin içine değil, siyaset kurumunun birçok yerine sızmış, ele geçirmiş veya orayı da deforme etmiştir.

Kendini “devletin adamı” gibi gösteren ve koruyan bu unsurların soğuk ve karanlık dönemin örgütlerinin adamları oldukları ortadadır. Bu adamların daha nerelerde, ne işler yaptıkları er geç ortaya çıkacaktır. Belki çok yakında, belki yarın bu unsurların Türk siyasi hayatını nasıl tahrip ettiklerini, hangi partilerde, hangi olaylarda, hangi hareketlerde ne rol aldıklarını da konuşuyor olacağız. Ne dersiniz?

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar