Suriye dosyası Türkiye'nin elinden kayarken
AMERİKAN seçmeni dün ülkenin 45. cumhurbaşkanını seçti. Yeni cumhurbaşkanı kim olursa olsun öncelikleri Amerikan ekonomisi ve iç politikasına odaklanacak. Tüm dünyanın "Önce benim sorunumla ilgilen" diye bağırması, dikkatleri kendi üzerine çekmek istemesi bu gerçekliği değiştirmeyecek. Amerikan dış politikasında İran ve İsrail gibi çok öne çıkan konular dışında ideolojik farklılıklara rağmen üç aşağı beş yukarı aynı yaklaşım egemen olacak gibi.
Bu bağlamda Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un Zagreb'de Suriye Ulusal Konseyi ile ilgili yaptığı açıklamayı ABD'nin yeni devlet politikası olarak okumak ve bürokrasinin tercihlerini yansıttığını görmek gerekir. Clinton'un Zagreb'de yaptığı açıklamanın ve bu vesileyle ortaya koyduğu Suriye konusundaki yeni Amerikan tercihinin mimarı anlaşıldığı kadarıyla sabık Şam Büyükelçisi Robert Ford. Ford Türkiye'nin kurdurduğu ve hamiliğini yaptığı SUK'tan memnun olmadığını her fırsatta dile getirmiş bir diplomat.
Onun da etkisiyle, daha önce Suriye Ulusal Konseyi'nin Suriye halkının meşru bir temsilcisi olduğu kararının altında imzası bulunan ABD, Dışişleri Bakanı'nın ağzından şu tespitleri yaptı: "SUK artık muhalefetin lideri olarak görülemez... Cephede savaşan ve ölenlerin temsil edilmesi gerekiyor".
Clinton "SUK'un Müslüman Kardeşler'in başlıca aracı haline geldiğine" de dikkat çekerek uyarıda bulunuyor. Bu sözleriyle Amerikalı bakan yalnızca bugüne dek matah bir şey olamadığı görülen SUK'un değil, Türkiye'nin Suriye politikasının varsayımlarının, beklentilerinin ve heveslerinin de ipini çekti.
Şimdi, Türkiye'nin dünyanın yeni yapılanmasında başat bir rol oynamaya layık olduğunu düşünen hepimiz bu tatsız gerçekle yaşamak zorundayız. Tarihi ve stratejik dengeleri, gelişmeleri bu denli yanlış okumanın bedelini, beğenilmeyen Türk dış politika geleneğinin mezhepçilikten sakınan yaklaşımlarını es geçerek Sünni dayanışması içine girmiş olmanın faturasını tüm ülke birlikte ödeyecek.
Bu durumda Türkiye'nin acilen Suriye politikasını makul ve mantıklı bir çerçeveden yeniden tartışmaya açması gerekiyor. Bunu yaparken muhalefetin ve muarızların komploculuğundan ve tarih dışı değerlendirmelerinden olduğu kadar, iktidarın kibirli, tepeden bakan ve kendi imgeleminin büyüsüne kapılmış hayalciliğinden sakınmak lazım.
Doha toplantısı ABD'nin beklediği sonuçları muhtemelen vermeyecektir. Ama Clinton'un açıklaması, "Buralar, hele de Suriye benden sorulur" diyen Türkiye'nin yüklendiği görevin altından kalkamadığına dair bir yargının sonucudur. Türkiye'yi merkez olmaktan çıkarmak bu tespitten yola çıkarak verilmiş bir karardır. Bu kararın son tahlilde yanlış çıkması bile Türkiye'nin en iddialı olduğu konuda yardımcı aktör konumuna geldiği hazin gerçeğini değiştirmez. ABD üzerinde etkili olamadığı gerçeğini değiştiremediği gibi.
Dış politika tıpkı ekonomi gibi sonuçta tüm toplumu ilgilendiren ve etkileyen bir alan olduğundan orada bir felaket yaşanmasını temenni etmek akılcı ve ahlaki değildir. O nedenle dış politika eleştirileri iç siyaset merceğinden değil ulusal çıkar merceğinden değerlendirilmelidir. Sonuçta başarı herkesin yararına, başarısızlık herkesin zararınadır.
Türkiye'nin heves, hedef ve özlemleriyle kapasitesi arasındaki uçurumu dünyanın gözleri önüne sermek hükümetin Suriye politikasının en büyük yanlışıydı. İkinci yanlış ise Türk dış politikasının mezhepçi bir perspektiften algılanmasına imkân tanıyan bir söylemin iç politikada benimsenmesiydi.
Clinton'un konuşması bu gereksiz yanlışlardan dönülmesinin bir vesilesi olabilir. Bu ortamda Başbakan Erdoğan'ın gerek Rusya gerekse İran ile yeniden dirsek temasına başlamış olması nasihatlerden alınmayan dersin musibetlerden alındığına yönelik bir işaret de sayılabilir.