Teknolojinin acı gerçekleri
TEKNOLOJİ şirketleri geçen haftalarda piyasalardan epeyce dayak yediler. Facebook’un yıllar önce atabileceği bazı adımları ancak Cambridge Analytica skandalı patladıktan sonra atması, skandalın hemen akabindeki günlerde başta kurucusu Mark Zuckerberg olmak üzere şirket yöneticilerinin kibirli bir sessizlik içinde kalması şirketi elbette sarstı. Hisseleri milyarlarca dolarlık değer kaybetti.
Şirket açısından son kötü haber Facebook’ta üst düzey görevlerde bulunmuş, halen de “haber akışı” bölümünü yöneten Andrew Bosworth’ün şirket içi bir yazışmada açık ettiği görüşlerinin ortalığa saçılmasıydı.
Bosworth, gizli kalacağına inanarak gayet dürüstçe yazdığı mesajda şunları dile getirmiş: “Çirkin gerçek şu ki, biz insanları birbirine bağlamaya o kadar derinden inanıyoruz ki, daha çok insanı daha sık birbirine bağlamamızı sağlayan her şey ‘de facto’ (fiilen) iyidir. Bu belki de bizim açımızdan sayıların doğru söylediği tek alandır... İşte bu yüzden büyümek için yaptığımız her şey mubahtır. Sorgulamaya açık bütün yeni ilişki bulma faaliyetleri. İnsanları arkadaşları tarafından bulunabilir kalmaya ikna edecek her türlü dil inceliği. Daha fazla iletişim getirmek için yürüttüğümüz bütün faaliyetler. Bir gün muhtemelen Çin’de yapmak durumunda kalacağımız faaliyetler. Hepsi.”
Bu sözler, kendilerini ürünleri kadar, kamuoyuna sattıkları imajlarıyla da makbul kılan teknoloji şirketlerinin kendilerini pazarladıkları profile epeyce ters düşüyordu. Kurucuların ve yöneticilerin hepsi genç devrimciydiler. Geçmişte finans ya da sanayi kesimine hâkim olan, çoğu etik kaygılar taşımayan patronlardan/yöneticilerden farklıydılar.
Facebook skandalı bu ikili oynama durumunu ya da çift kişilikliliği gizleyebilme imkânını ortadan kaldırdı. Bu şirketlerin ellerindeki güçle vatandaşları nasıl manipüle edebildikleri daha açıkça tartışılmaya başlandı. Bireysel mahremiyetin ticari çıkarlar adına ne kadar kolay ihlal edilebileceği iyice anlaşılırken, bu şirketlerin otoriter rejimlerle içli dışlı ilişkileri, Apple gibi bir şirketin üreticilerindeki çalışma koşullarının fecaati yeniden gündeme geldi. Ne var ki, bunlar da sonuçta aynı kapitalist piyasanın kuralları içinde acımasız bir rekabetin içinde işlerini görüyorlar, hasımlarını yok etmek için her türlü yola başvurup olası rakipleri şu ya da bu şekilde ortalıktan temizliyorlardı.
KÖKTEN DEĞİŞTİRDİLER
Hiç kuşkusuz bu şirketler iştigal ettikleri alanlarda toplumsal yaşamı, tüketici alışkanlıklarını, bilginin akışını ve kontrolünü kökten değiştiren işler yaptılar. Yaptıklarının çoğu da insan hayatını kolaylaştırıcı işlerdi.
Scott Galloway’in “Dörtlü” (The Four) başlıklı kitabının hemen başında saptadığı gibi “Bu şirketler cebimize bir süper bilgisayar koydular, interneti gelişmekte olan ülkelere taşıdılar ve dünyanın toprak ve deniz haritalarını bize sunuyorlar. Dörtlü bugüne dek görülmemiş ölçekte, 2.3 triyon dolar değerinde zenginlik yarattı. Hisse sahipliği yoluyla dünyanın dört bucağından milyonlarca ailenin ekonomik güvenceye sahip olmasını sağladılar”. Ancak hepsi kendi alanlarında tekel konumundalar ve tekelleşmenin getirdiği tüm olumsuzluklar bu şirketlerin davranışlarında da görülüyor.
Sonuçta Google internet reklam tekeline, Amazon internet perakende tekeline, Facebook ise hedeflenmiş reklam tekeline sahip. Dörtlüden Apple’ın durumu daha doğrusu tekeli daha farklı ve biraz garip. Galloway’e göre, “dünyanın en çok peşinden koşulan bilgisayar ve telefonlarını süsleyen Apple logosu, küresel ölçekte zenginliğin, eğitimin, Batı değerlerinin beratı. Apple özünde iki içgüdüsel ihtiyaca cevap veriyor: Tanrı’ya yakın olmak ve karşı cinse daha cazip gözükmek. Tıpkı dinler gibi kendi inanç sistemine, yüceltilecek nesnelere, fanatik takipçilere ve bir peygamber figürüne sahip. Cemaatinin mensupları arasında dünyanın en önemli insanları yani, ‘yaratıcı sınıflar’ var.”
Hıristiyan okurların Paskalya Bayramı’nı kutlarım.