Aşkolsun be Hocam!
Yıl 2014’tü... 17/25 Aralık operasyonlarının hemen sonrası... O dönem hemen her yazımda bugün FETÖ diye anılan, o günlerde ise Gülen Cemaati diye bahsedilen alçaklar ordusunu yazıyordum. Çok çeşitli yerlerden hangi siyasinin, işadamının falan Pennsylvania’ya gidip ağlak imam Fethullah Gülen’in elini eteğini öptüğüyle ilgili kulisler geliyordu. Bunlardan biri de Mustafa Akaydın’dı. Bir Antalya seyahati sonrası öğrenmiş ve yazı yazmayı bekleyemeden patlatmıştım Twitter’daki hesabımdan: “Şaka mı diyeceksiniz ama değil! Antalya Belediye Başkanı Mustafa Akaydın da Hocaefendi’nin elini öpmeye Pennsylvania’ya gidenlerdenmiş. Bir kulis daha... Pennsylvania’ya giden Akaydın, Gülen’e serzenişte de bulunmuş... ‘Sizin gibi din âliminin ve cemaatinin tanıtımını yapamıyorlar’ demiş.”
CHP kulislerine bomba gibi düşen bu kulisim üzerine Akaydın bir açıklama yaptı ve böyle bir ziyaretin söz konusu olmadığını filan söyledi. Beni yalanladı yani. Kendisini aradım defalarca konuşmak için. Açmadı telefonlarımı. Not bıraktım özel kalemine, dönmedi. Çok emin olmama rağmen teyidini alamadığım için devam ettiremedim o kulisi. Çok üzülmüştüm açıkçası. Ve hatta bana o kulisi aktaran haber kaynağımla da bayağı bir kapışmıştık, Pennsylvania’ya gittiğini ispat eden belge veremediği için.
Her neyse... 15 Temmuz’da yaşananları bir tiyatro olarak gören ve bu konuda akla ziyan açıklamalarda bulunan Akaydın, sarf ettiği sözlerinin arkasında olduğunu yinelemek için bir basın toplantısı yaptı. Ve işe bakınız ki bir muhabirin sorusu üzerine Pennsylvania’ya, o ağlak imamın elini öpmeye gittiğini de itiraf etti! Hem de hiç sıkılmadan! Arasam yine açmayacak telefonumu, o yüzden buradan sesleniyorum kendisine izninizle: “Yahu Hoca... Madem gittiğini bu kadar rahat itiraf edebiliyorsun bugün, o gün niye bana dönmedin, aksine beni yalanladın? Bunun nedeni CHP’den vekil olma ihtimalini çöpe atmak istememenden mi? Yani ‘Önce vekilliği garantileyeyim, sonra gerekirse ağlak hocamla ilişkimi açık ederim’ mi dedin?”
***
Gerilimi kim istiyor?
ÖNCEKİ gün, iktidar mensuplarının fazlaca olduğu bir dost meclisindeydim. Elbette ki muhabbetimizin tamamı siyaset üzerineydi. En çok da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun MİT TIR’ları soruşturması kapsamında yargılanma olasılığı konuşuldu. Farklı meclislerde bu konu açılınca ortam bayağı bir gerilir. Baktım ki gerilen falan yok! Herkes bir rahat. Tabii dayanamayıp sordum: “Bu ülkenin anamuhalefet liderinin tutuklanma olasılığını umursamıyor musunuz gerçekten?”
Umursamıyorlar... Çünkü Kılıçdaroğlu’nun bu konuda yargılanacak ve tutuklanacak olmasının pozitif olarak etki edeceği yerin CHP olduğunu düşünüyorlar. AK Parti’nin kurucularından olan ancak bugünlerde biraz kenarda dinlenenlerden biri, “Böyle bir şey mümkün değil! Ha, eğer bizimkiler Kılıçdaroğlu’nu hakikaten Nobel Ödülü alacak bir siyasi lider yapmak isterlerse tutuklanabilir Kılıçdaroğlu, ama ötesi mümkün değil!” deyince dayanamayıp sordum: “Madem size göre böyle bir şey söz konusu değil, o halde neden günlerdir bu konu tartışılıyor bir numaralı isimler üzerinden... Neden geriliyor toplum bu tartışmalarla?”
Siyasetteki tecrübelerinden dolayı öngörülerine çok güvendiğim kişi aynen şu cevabı verdi değerli okurlarım: “Çünkü siyasetin doğasında bu var! Siyaset yapanlar maalesef gerilimden beslenir! Bu yüzden de gerilim onların çok hoşuna gider.”
Tevafuk işte... Bu konuşmaların yapıldığının ertesi günü gazetemde Muharrem Sarıkaya’nın köşesinde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal’ın açıklamalarını okudum. “Anamuhalefet partisi liderinin hapse atılacağı” söylentilerinden o da çok rahatsız oluyormuş. Ve bu son zamanlardaki gerilimden AK Parti’nin de pek hoşnut olmadığını söylemiş Ünal. Benzer açıklamaları biliyorsunuz Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da dile getirdi. Yani özetle, tecrübesinden hareketle siyasi tespitlerine çok güvendiğim AK Partili dostumun dediği gibi değilmiş durum.
AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı adına söz söyleme hakkı olanlar açık açık diyorlar ki: “Biz de gerilimden hoşnut değiliz.” Eee ben de bir gazeteci olarak memnun değilim. Eminim bu satırları okuyan sizler de memnun değilsiniz bu gerilimli atmosferden. CHP’li siyasilerin ve tabanın da genel başkanlarının hapse atılma tartışmalarından hoşnut olmaları zaten mümkün olmadığına göre kim istiyor bu gerilimi?
***
Gazetecilik budur işte!
BİZİM zamanımızda iletişim fakültesinde “gazetecilik” derslerine giren Oktay Verel Hoca’mın gazetecilikle ilgili acayip tespitleri vardı. Mesela derdi ki: “Bir gazetenin yazı işleri, yaptığı haberlerle gündem belirleyemiyorsa varsın o gazeteyi hiç yapmasın.”
Hakikaten doğru söylüyor hocam. Zaman ilerleyip de mahallenin bir profesyonel üyesi olunca daha çok fark ediyor insan bunu. Atmıyorum, abartmıyorum... Herkes fark ediyor ki habercilikteki başarısı bir yana gündem belirleyen tarafıyla artık medyanın amiral gemisi gazete Habertürk olmuştur! Doludizgin koşuyor maşallah! Kâh yapılan haberlerle, kâh söyleşilerle, kâh köşelerden yazılanlarla, deyim yerindeyse aklını alıyor tüm medyanın.
Mesela son birkaç gündür Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakan Yıldırım’ın, kabinenin, muhalefetin, tüm siyasilerin, akademisyenlerin ve halkın diline pelesenk olan İstanbul depremini gündeme getiren bu gazetedir! 3 gün önce başlayan “Türkiye’nin korkutan gerçeği; DEPREM” yazı dizisiyle, bu konuda ölü toprağı serilmiş memleketi acayip sarstı Habertürk!
Ümran Avcı ve Öznur Karslı tarafından hazırlanan yazı dizisinin ilk gününde Celal Şengör’ün, “Felaketi bekliyoruz. Türkiye bağımsızlığını kaybedebilir” açıklamaları hepimizin suratına şamar gibi indi resmen. İstanbul depreminin, unuttuğumuz 1999 yılı depreminden çok daha şiddetli olacağı yönündeki bilimsel görüşler, başta devleti yönetenler olmak üzere herkesi bu konuda kendine getirdi.
Hülasa, Oktay Verel Hoca’mın dediği gibi... Gazetecilik sadece haber yapmak, haberi okura sunmak filan değildir! Gündemi belirlemek ve o gündeme bilgi ve becerileriyle yön vermektir! Bu işi son zamanlarda en iyi yapan gazetem Habertürk olduğu için çok mutluyum ve bir o kadar da gururlu...