Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Donald Trump bir mektup yazmış, o mektup da belli ki muhatabı tarafından ciddiye alınmadan çöpe atılmış. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor zaten, nasıl ciddiye alınır? Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği 9 Ekim tarihli mektubunda operasyondan vazgeçmesini söylüyor, hatta tehdit de ediyor ama işlemedi.

        Diplomatik teamüllere uygun değil mektubun dili. Ama kim Trump’tan herhangi bir standart, norm ya da teamüle uymasını bekler ki? Seçilerek her türlü teamülü yerle bir etti zaten. Cehalet ve şımarıklığın bileşimi bir egomanyak, belli ki narsist kişilik bozukluğundan mustarip bir karakterden karşısındaki saygı göstermesini beklemek hata. Zaten hiç kimseye saygı göstermiyor, basın toplantılarında karşısındaki örtülü ya da açık hakaret edip duruyor. Ama bu üslup şaşırtıcı ya da tesadüf değil, aksine son derece kasti ve düşünülmüş.

        CIVIK ÜSLUBUN KODLARI

        Kadınların “orası” hakkında “Yakalarsam muck muck” diyerek seçilen bir adam, bu laflara rağmen seçildiğini gören bir kurnaz kendisinin entelektüel ya da diplomatik bir çıtaya tabi tutulmadığını gördü bir kere ve şirazeyi kaçırmak için gazı aldı. Beyaz Saray’ı da mahallenin emlak ofisine döndürdü. Erdoğan’a yollanan mektup da Trump’ın tam New York’ta emlakçılık yaptığı yıllardan kalma bir üslup; “cıvık müdürüm affedersin.”

        Daha başından Trump’ın kendine atfettiği en önemli özelliğini yansıtıyor mektup. “Gel şu işi bitirelim,” diye lafa giriyor iş bitiriciliğin kitabı “The Art of the Deal”in yazarı. Kendisinin en beğendiği tarafı bu zaten, en büyük yanılsaması da “deal” yani iş bitiricilik konusunda usta olduğunu zannetmesi.

        Bu iş bitiriciliğine verdiği örneklerden biri New York şehrinin yıllardır buz pateni pisti yapmaya çalışıp becerememesi, kendisinin devreye girip hemencecik halletmesi. Seçim öncesi bu gibi örneklerle dünya liderlerini de dize getireceğini, nasıl emlakçıyken kolayca iş bitiriyorsa aynısını devletlerarası ilişkilerde de başaracağını vaat etti.

        Mektuptaki “Don’t be a fool” ifadesi Türkçeye doğrudan çevrildiğinde “Aptal olma” diye rencide edici gelebilir kulağa, ama New Yorklular her gün birbiriyle böyle konuşur ama kimse alınmaz. Her iki kelimeden biri “fuck” olan New Yorker’ların kendine özgü vulgar dilinin basit bir yansıması, ama dışarıdan gelen Amerikalılar bile bu kabalığa adapte olamıyor.

        Trump ise Başkan olmasına rağmen hala o gündelik New York dilini aşamadı. Daha doğrusu kasten bu dilden vazgeçmedi çünkü bu doğrudan konuşuyormuş gibi görünme tarzı ona gerçeklik, samimiyet katıyor, seçmen de lafları kıvırtmayan bu dile kanıyor.

        MEKTUBUN TEK MUHATABI ERDOĞAN DEĞİL

        Paragraf uzunluğunda kitap cümleleriyle konuşan bir Barack Obama değil Trump. Dünyanın sayılı entelektüellerinden biri olan Obama’nın başkanlığı boyunca Amerika’da bir elitizm nefreti oluştu halkın bir kesiminde. Vasat ve ortalama insan Obama’yı anlamakta zorlandı, anlamadıkça da nefret etmeye ve karşılığını tıpkı kendisi gibi sıradan, kör cahil siyasetçilerde bulmaya başladı. Trump bir tesadüf değil, birikmiş bir öfkenin ve biraz da kıskançlığın sonucuydu.

        Kendi cehaletini aşmaktansa başkalarına kin besleyen mavi yakalı bu kitlenin gözü öylesine döndü ki milyarder Trump’ın kendilerinden biri olduğuna bile kandı. Ne de olsa eti çok pişmiş yiyor, üzerine ketçap koyuyor veya McDonald’s’dan besleniyordu. Obama’nın gündelik beslenme programına bakın, ona karşı sınıfsal öfke ve nefreti anlarsınız.

        Trump işte bu mektupta da kendi ortalama, vasat tabanına hitap ediyor. Bu mektup da arada kaynamadı, gözden kaçmadı. Bilgisayar kullanmayan Trump “Yaz kızım” diye dikte etmiş ama belli ki birçok kişinin onayından da geçmiş. İsteseler gayet güzel cilalayıp “diplomatik” dile çevirirlerdi. Ama kasten yapmıyorlar çünkü bu mektubun tek muhatabı Erdoğan değil, aynı zamanda Iowa’daki patates tarlasına sahip seçmen.

        Trump mektubu kamuoyuna açıklayarak (ya da sızdırarak) Türkiye, Suriye, Kürtler nedir bilmeyen seçmenine hitap ediyor özetle. İş bitiriciliğini, gücünü gösteriyor. Gerçi mektuba ve sonuca bakıldığında pek iş de bitiremediği ortada; birçok emlak projesi gibi içi boş böbürlenme ama New York’lu bir milyarderin kendi hakkını savunacağını düşünen gariban buna da kanıyor.

        Bu kasıtlı sızıntının kurnaz bir tarafı daha var. Üslubu tartışılırken içindeki bir vurgu, Kürtlerin türlü taviz vermeye hazır olduğu bilgisinin adeta üstü örtülüyor. “Aptal olma” lafına takılarak mektuba ek diğer gizli mektubu sorgulamaya fırsat kalmıyor. Emlakçı kurnazlığı işte. Ama ne yapmaya çalıştığını anlamak için de alim olmaya gerek yok.

        Böylesi bir mektup yüzünden infiale gelmek de lüzumsuz. Aslında en güzeli Türkiye Cumhuriyet Cumhurbaşkanlığı antetli kağıda “Dear Mr President” diye başlayan ve sadece “STFU” (Türkçesi BSG) yazılı harika bir yanıt olurdu; dış politikada karşılıklılık ilkesine istinaden. Her iddiasına girerim Trump’ın da hoşuna giderdi bu.

        P.S. Sen arama, ben ararım.

        *

        Ek bilgi:

        Mektup nasıl ortaya çıktı

        Dün İtalya Cumhurbaşkanı’yla ortak düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin operasyon yapmasına telefonda izin vermediğini söyledi Trump bir anda. Pazar gecesinden beri söylenenin aksine bir çıkıştı, kanıt olarak da söz konusu mektubu gösterdi.

        “İstiyorsanız bakın mektuba, bulmanız çok zor değil,” dedi. “Hatta dilerseniz ben de verebilirim.”

        Nitekim bir-iki saat sonra Trump’ın arka bahçesi ve bir numaralı yandaş medya grubu Fox “ele geçirdi” mektubu.

        Türkiye kadar Amerikan medyası da üslubun basitliğine, bu sulu seviyesiz dile anlam veremedi. WikiLeaks belgeleri sızdığında Amerikalı diplomatlarının kendi aralarındaki gayrıciddi yazışmaları dikkat çekiciydi; o kriptolar Trump mektubunun yanında akademik makale kalır.

        Şaşırtıcı olan iki devlet başkanı arasındaki resmi bir yazışmaya Trump’ın gündelik dilin sirayet etmesi. Ama sistem bir kere çökünce her yerde hasar oluşuyor; bu üslup böyle bir tipin Başkan seçilmesi kadar şaşırtıcı değil. Asıl büyük şok seçilebilmesiydi, o eşik atlandıktan sonra ne yapsa o kadar önemli değil.

        *

        Bir Hıncal Uluç’a, bir de Serdar Turgut’a…

        #DüzeltmeServisi

        OREO: Bu aralar sık sık Bebek’te bir mekana takıldığını yazılarından anladığım Hıncal Uluç mönüden tatlı siparişi vermiş, “Oreo” diye bir şey görmüş ama ne olduğunu hiç bilmiyormuş. Şaşırdım, çünkü Hıncal Abi yakın zamandaki yazılarının birinde Amerika’yı nasıl bildiğini, eşi Holly’den öğrendiğini anlatıyordu.

        Oreo’suz Amerika olur mu?

        İki çikolatalı bisküvi arasındaki beyaz kremadan oluşan bu “sandviç” bizim marketlerde de satılıyor. Hatta akıl kaçırtıcı isme sahip yerli bir taklidi de var: Eti Negro.

        Ancak Oreo diye tatlıyı sunan mekan da ne olduğunu bilmiyor sanırım, çünkü yazıdaki tarifle bildiğimiz Oreo pek birbirini tutmuyor.

        Hazır malumatfuruşluğum tutmuşken biraz daha ukalalık yapayım…

        Oreo aynı zamanda rencide edici kültürel bir tabir ABD’de. “Dışı siyah içi beyaz” diye kimi siyahlar için kullanılıyor. İngiltere’de aynı tabirin karşılığı ise bir başka market çikolatası olan Bounty. Benzer hakaretin Asyalılara uyarlanmış hali ise Twinkie, onun da dışı sarı içi beyaz.

        Türkçeye “Acısız arabesk” ya da “Etsiz çiğköfte” diye mi uyarlanabilir acaba?

        WOODY ALLEN VE SOON-YI PREVIN: Serdar Turgut önceki gün Ronan Farrow hakkında yazarken babası Woody Allen’ın şimdiki eşinden de bahsediyor. Yaygın bir şekilde bu tartışmalı evlilik “Evlat edindiği kızıyla evlendi” diye biliniyor, yazıda da böyle geçiyor.

        Oysa önemli bir nüans var, Woody Allen ve savunucuları da yıllardır bu evliliği açıklamak ve bunun bir sapkın ilişki olmadığını kanıtlamak için bu ayrıntıyı vurguluyor.

        Soon-Yi aslında Woody Allen’ın evlatlık kızı değil. Bir dönem birlikte olduğu Mia Farrow’un müzisyen Andre Previn’le evlat edindiği bir kız; zaten Previn’in soyadını taşıyor.

        Allen ve Farrow birlikteyken hiç aynı evi paylaşmadılar. Hatta her ikisi de Central Park’ın iki ayrı yakasında kendi evlerinde yaşadılar, etrafta sadece çocuklar yokken birlikte oldular Allen’ın savunucularına göre. Soon-Yi ve Allen’ın da o dönem herhangi bir iletişimi, “baba kız” ilişkisi olmadığını söylüyorlar. İkilinin arasındaki ilişki ise Mia Farrow’un Sun-Yi’nin fotoğraflarını Woody Allen’ın evinde bulmasıyla ortaya çıkıyor.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar