Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sinemacılarla sinema salonunda tekel oluşturan şirketin kavgasını ilk duyduğum andan beri umutlanıyorum. Belki bundan sonra asla bir Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar ya da türevlerinin salonlara egemen olan uyduruk filmlerini izlemeyiz diye…

        2000’lerin ortasında tam anlamıyla patlama yaptı Türk sineması, salonlarda yabancı filmlerden daha çok yerli yapımlar yer almaya başladı. İyi mi oldu bu geçiş, emin değilim. Zira kalite çıtası da bir o kadar düştü. Milyonların izlediği bu birbirinden kötü yapımlar Amerikan sinemasının kötü birer kopyasının (yer yer birebir çalınmış hali) ötesine geçemeyen, bayağı esprilerle dolu ikinci sınıf filmler oldu çoğu zaman. İzleyici de bu gibi filmler dayatılarak aptallaştırıldı, başka seçeneği olmadığı için uyuşturuldu ve teslim alındı.

        Saloncuya mısır satıyor diye kızan sinemacılar patlamış mısırdan daha değersiz, zekamızla alay eden bu filmlerden servet yaparken ne tekelleşmeyi umursuyorlardı ne de entelektüel çıtayı yükseltmeyi. Bir ülkede ikiden fazla “Recep İvedik” filmi yapılıyorsa gerçekten endişe duyulması gerekir halbuki.

        TARTIŞMA PARA ÜZERİNDEN DÖNÜYOR

        Bu arkadaşların şimdiki dertleri de hala para, bütün bu tartışmanın çıkma nedeni de kazandıklarıyla hala yetinmiyor oluşları. Bağımsız sinemacılar, ödül alan filmciler bu uyduruk gişe filmleri yüzünden salon bulamazken sesleri çıkmıyordu. Sinema zincirinin tekelleşmesine karşı tek bir itirazlarını da duymadım bu büyük isimlerin. Söz gelimi Beyoğlu Sineması gibi bağımsız salonlar kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunda da ceplerinden çıkartıp bir-iki milyon dolar bastırmadı bu kodamanlar. Kampanya yapanlar, salon ayakta dursun diye uğraşanlar yine birkaç olağan şüpheliydi: Sinema yazarları, bağımsız film oyuncuları…

        Gişe rekortmenleri gerçekten sinemayı sevseler Quentin Tarantino’nun yaptığını yapıp bir salon satın alır, ayakta tutardı. Tek öncelikleri para olduğu için bugün mızmızlanıyorlar; hatta birçok bağımsız sinemacının sansür olarak nitelendirdiği yeni yasaya karşı da seslerini çıkarmıyorlar.

        Daha da acıklısı, sinema zincirinin tekelleşmesini sağlayan, aralarında şahsen tanıdığım insanların da bulunduğu insanlar şimdi masanın diğer tarafına geçip yapımcı olarak hak talep ediyor. Güleyim mi ağlayayım mı?

        Biraz az kazansınlar, aç kalmazlar.

        TEKELLEŞMENİN RAKAMLARI

        Evrim Kaya, Kaan Müjdeci, Şenay Aydemir ve Fırat Yücel’in hazırladığı, YouTube’da kolaylıkla bulabileceğiniz “Kapalı Gişe” belgeseli bugünü önceden haber vermişti. Belgeselde altını çizdikleri örneklerden sadece 2015’in Aralık ayında Türkiye’deki sinema salonlarında gösterilen filmlere dair verdikleri rakam durumun ta o zaman ne kadar tehlikeli boyutlara vardığını gösteriyor.

        2015 Aralık ayının ilk haftasında Türkiye’deki 2300 salondan 1700’ünde sadece iki film gösteriliyor. Venedik’ten ödülle dönen “Abluka” sadece 25 salonda yer bulabiliyor, Altın Portakal ödüllü “Sarmaşık” ise 16 salonda..

        Aynı hafta ABD’de “Star Wars: Force Awakens” gibi iddialı bir film vizyona girdiğinde arkasındaki Disney devine rağmen sadece salonların yüzde 10’unu işgal edebiliyor oysa.

        Bugün hala Türk sinemasında çıtayı yükselten, ülkenin ve dünyanın çeşitli festivallerinde ödül alan filmler yasak savmak adına, hiç kimsenin gitmeyeceği saatlerde göstermelik vizyona giriyor. Birçok başarılı film de beş yıldır salon bekliyor, pek çoğumuz adını duyduk ama görmedik. Saloncular ise bu filmlerin yapımcılarını “Siz festival filmisiniz” diye dışlıyor.

        “Kapalı Gişe” belgeseline konuşan yapımcı Sevil Demirci çuvaldızı kendisine batırarak Türkiye’de “festival filmi” kategorisindeki filmlerin halihazırda izleyicileri olmadığını da söylüyor. Ancak izleyiciye çeşitlilik sunulmadığı sürece yeni bir kitlenin gelişmesini beklemek de haksızlık. “Recep İvedik”lerle beslenen bir kitle nasıl geçişi tamamlayacak?

        KRİZ BİR FIRSAT OLABİLİR

        Türk sinemasıyla ilgili bu tartışmalar yeni değil gerçi. Sabaha kadar Çiçek Bar’da içerek ülkeyi kurtaran ve dünyanın en utanç verici filmlerini çeken başta Yavuz Özkan ve Ali Özgentürk gibi sinemacılar da zamanında salon bulamamaktan yakınırdı. Entelektüel olacağız diye sinemayı öldürdüler, bugünkü kuşak de komik olacağız diye Türk sinema dilinin oluşmasına engel oluyor.

        Çiçek Bar sinemacılarının ortak düşmanı Amerikan filmleriydi görünürde. Ama durum anlattıkları kadar da kötü değildi. Beyoğlu’na bir lise öğrencisi olarak yeni yeni gitmeye başladığım yıllarda gecikmeli de olsa her önemli film öyle ya da böyle vizyona girerdi. Mesela Oscar’da sadece yardımcı kadın oyuncu dalında iddiası olan bir film bile.

        Dahası, vizyon sadece Amerikan istilası altında da değildi. “Ulis’in Bakışı” ya da “Yağmurdan Önce” gibi Avrupa filmlerini salonlar müsait olduğu için keşfedebildim. Atilla Dorsay gibi sinema yazarları da bu filmleri tanıtır, en azından meraklı gençler bu sayede salonlara giderdi. Hepimiz böyle böyle geliştik sonuçta. En azından Cem Yılmaz Erdoğan’ın “büyük sinemacı” olmadığını söyleyebilecek kadar büyük sinema filmi izledik.

        Kim bilir, belki Anadolu’nun ücra bir şehrinde tek eğlencesi AVM’ye gitmek olan bir genç büyük sinemacılar filmlerini çektiği için mecburen gösterilen küçük bir filme girer ve hayatı değişir. Belki o genç ileride sırf tesadüfen ya da yanlışlıkla izlediği o film yüzünden Çağan Irmak değil de Nuri Bilge Ceylan ya da Reha Erdem olur.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar