Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün bir baktım sosyal medya #NagehanAlçıYargılansın tweetleriyle dolu. Hatta ‘trend topic’ olmuş. Nagehan Alçı’nın Hülya Hökenek’in yayınında sarf ettiği “90’lı yıllarda devlet bal gibi katildi” sözleri, sanki bugün için sarf edilmiş gibi paylaşılıyor. Bu utanç verici çarpıtmaya adı sanı belli koca koca akademisyenlerin filan katıldığını görmek fazlasıyla umut kırıcı. Twitter her hoşafın yağı kesildiğinde vezir kellesi isteyen yeniçerinin kazan kaldırma yeri gibi oldu.

        Her iki arkadaşıma da geçmiş olsun derken, bütün bunların birkaç kişinin meselesi olmadığını, bir iki medya ünlüsünü ilgilendirmediğini ifade etme gereği duyuyorum.

        Çünkü bu işler tesadüfi değil. Münferit hiç değil.

        Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi,cumanınki de perşembeden görünüyor.

        Parti genel başkan yardımcıları bile kalkar gazetecileri hedef alıp art arda 13 tweet atar, kimsenin gıkı çıkmazsa, sıradan hesaplar da bu ‘devletlû’ siyasetçileri örnek alır. Son bir yıl içinde bir siyasal partiye laf etti diye bir çok kişi dayak yediyse ve bu vakayi adiyeden hadise gibi geçiştirildi ise ortada sahiden ciddi bir anomali vardır.

        Devlete gözünün üstünde kaş var diyeni “Kes lan Fetöcü” diye susturmak meşru olmuş, her “Bu da olmuyor ama” diyen “Ulusal güvenlik tartışmaya kapalıdır, tartışıyorsan hainsin” parantezine alınır olmuş, devlete hükümet eden parti açık açık kendisini sabote eden bu tür uygulama sorunlarını kontrol edemez hale gelmiş, (çünkü milliyetçiliği şahlandırmış da şahlandırmış ve şimdi de sahada tutamıyor), “Kürtçülük ne kadar kötüyse Türkçülük de o kadar kötü, milliyetçiliğin her türü kötü” şeklindeki naif cümle bile kriminalize edilir hale gelmiş, ‘devletin bekası’ argümanı her türden beceriksizliği, aşırılığı ve haksızlığı meşrulaştıran bir örtü olmuş, TV ekranları devleti putlaştıran ve “Devlet neylerse güzel eyler” diyenlerden geçilmez olmuş, 16 yaşındaki Asperger’li bir çocuğun eleştirisinde Türkiye’yi geçirmesini bile ‘milli refleksle’ aslanlar gibi püskürtme yarışına girecek kadar delirmişiz, aklı başında sandıklarımız bile hasta bir kızla alay etmeyi milli kimliğinin bölünmez mermerliğinin parçası sayabilmiş, bu şartlarda bir köşe yazarının “Devlete laf etti” diye linç edilmesi artık beni şaşırtmıyor.

        Ama açık söyleyeyim, hiçbir siyasi fikir belirtmeden, handiyse etliye sütlüye karışmadan, objektif, dengeli ve herkese eşit mesafede durmaya çalışarak program modore eden Hülya Hökenek’e sırf Kürt olduğu için saldıranlar, “Habertürk bu kadını kovsun” diye tweet atanlar beni bile şaşırttı. Hülya Hökenek’in çözüm sürecinde attığı destek tweetlerini derleyip 30 IQ’lu twitter kullanıcılarının eline veren arsız topluluğu kaç kişi olduklarına bakmaksızın kınıyorum.

        İşe bakın…

        Demokratik görüş alış verişini, demokratik enstrümanları ayakta tutmaya çalışan grup, kurum ve kişiler, demokrasinin olmazsa olmazı olan ‘çoğunluk’ tarafından, iletişimi demokratikleştirdiği iddia edilen ‘sosyal medya’ uygulamaları aracılığıyla tehdit ediliyor.

        Ünlü olan faşist, görüşlerini yaymak için “Herkesin söz hakkı olmalı” mantığıyla hareket eden demokratik bir arayüzü, tv kanallarını kullanarak, herkesin söz hakkı olmadığını iddia edip, tribünleri lince davet ediyor. Taraftarı olan sıradan faşistler de, varoluşunu çoğulculuktan, çok seslilikten alan Twitter gibi platformları kullanarak “İlle de tekseslilik!” diye dayatıyor.

        Sonuç:

        Varoluş sebebi demokratik toplum olan medya, varoluşunu demokratik bir kavram olan çoksesliliğe dayandıran sosyal medyadaki faşist kalabalıklar tarafından ‘hack’leniyor.

        Demokratik teamüller, bizzat demokrasinin enstrümanlarıyla katlediliyor.

        Trajedi diye buna derim.

        REKLAM

        ***

        Nazlı Ilıcak’ın mektubu Erdoğan’ın eline geçmedi mi?

        Araya deprem girdi, yazamadım.

        Ama gördüğüm günden beri unutamıyorum.

        Haberi kiminiz gördünüz kiminiz görmediniz. Konu şu: Meğer Nazlı Ilıcak bir yıl kadar önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a özür dileyen ve af talebi içeren bir mektup yazmış. Mektup internethaber.com tarafından geçen hafta yayımlandı.

        “SAYIN Cumhurbaşkanım,

        Belki bu mektubu alınca şaşıracaksınız. Belki de okuyup “Daha önce

        düşünseydin” diye bir kenara atacaksınız. Atmayın! Ben eski bir

        dostluğa dayanarak bu satırları kaleme alıyorum. O günlerden,

        içinizde bana karşı ufak da olsa bir yakınlık kaldı mı?” Sorusuyla başlıyor mektup.

        Devamında yıkılan köprülerin aynı zamanda onarılabilme ihtimalleri olduğuna değiniyor.

        “Ben ne darbeciyim, ne de FETÖ’cü” diyor Nazlı Hanım. “28 Şubat’ın en baskılı döneminde, Meclis kürsüsünde mücadele verdiğini, AK Parti kapatılma davası ile yüz yüze kaldığında, İmam Hatipliler ve başörtülülere baskı yapıldığında demokrasi ve hukuk neyi gerektiriyorsa onu yaptığını hatırlatıyor. “Bu mücadeleyi el ele vermedik mi?” diye de ekliyor.

        Şimdi bazıları çıkıp, herkese yaptıkları gibi, Nazlı Hanım’a da “Bak bak geçmişte sergilediği doğru duruş adına diyet istiyor” filan diyebilirler. Ama gerçek sadece gerçektir. Nazlı Ilıcak’ın 12 Eylül döneminde yazdığı bazı nahoş yazılar olabilir, ama genel olarak Türkiye’deki darbe karşıtı demokratik duruşun taraftarı bir isim olduğu herkesin malumu. Hakkı yenilen, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören dindar kesimlerin, azınlıkların ve azınlıklardan daha az hakla iktifa etmeye zorlanan başörtülü kadınların yanında durduğu da bilinir. Yazın hayatının büyük bir bölümü muhafazakarları, dindarları dışlayarak siyaset yapılamayacağını anlatmakla geçmiştir. Nazlı Ilıcak’ın geçmişine sahip biri “Ben darbeci değilim, darbelerle mücadele eden biriyim. Ama FETÖ tuzağına çekildim, niyetlerini sezemedim, kendilerini mağdur gibi gösterdiler, inandım, ama asla darbe amacı taşıyan bir ajandaya bile isteye hizmet etmedim” diyorsa, ona hiç değilse kulak vermek gerekmez miydi?

        Üstelik 17-25 Aralık sürecinden 15 Temmuz noktasına gelene kadar yaşanan süreçte hata yaptığını, Erdoğan’ın uyarılarını anlamadığını da kabul ediyor. Mektubu baştan sona nedamet dolu. Peki neden Cumhurbaşkanına yazıyor Ilıcak? Hani yargı bağımsızlığı var, vs.

        Sahi tek neden sadece geçmişte “El ele mücadele vermiş olmak” mı?

        Sebebi şu satırlarda bulmak mümkün: “Beni en çok ne üzüyor biliyor musunuz? Gazetecilerin pek çoğu tahliye edilmişken, sanki özel bir husumetin hedefiymişim gibi içeride tutulmak. Zaman zaman çaresizliğin verdiği karamsarlıkla bunalıyorum. Sonra, Allah’a sığınıp güç ve moral toplamaya çalışıyorum. Bir de sık sık, sizi ve Emine Hanım’ı düşünüyorum. Sanki durumumu tam olarak bilseniz, bu haksızlığa müdahale ederdiniz gibi geliyor. Bu yüzden, yoğun işleriniz arasında farkına varamadığınız mağduriyetimi size yazmayı tek çare olarak gördüm. Dağ başında bir kuzu kaybolsa, Hz. Ömer’den sorulurmuş. Bu devletin başı olduğunuz için de size müracaat ediyorum. Herhalde, son nefesimi cezaevinde vermemi istemezsiniz. Mağduriyetimi size anlatıyorum, zira, adaletin yitirdiği vicdanı, ancak siz yeniden tesis edebilirsiniz”.

        Adaletin yitirdiği vicdan, başlı başına bir kitap konusu. Bir zamanlar o vicdan Erdoğan’a ve ona oy verenlere karşı kıpırtısızdı. Erdoğan’ı şiir okudu diye hapse gönderdiler. Ama Allah var, müebbet hapse mahkum edilmedi Erdoğan. Başörtüsü eylemlerinde yer alanlara soruşturmalar açıldı, dindarların gazetelerine baskınlar yapıldı, yöneticileri işkence gördü.

        Ama şimdi de o vicdan Ilıcak’ın adı geçtiğinde kıpırdamıyor. KHK ile ihraç edilip, aç kalıp, damgalanıp şansını yurt dışında denemeye çalışan öğretmenlerin gayri nizami usullerle dışarı çıkmaya çalışırken bindikleri botlar devrildiğinde kıpırdamıyor. Çocuklar öldüğünde kıpırdamıyor. Adaletin vicdanının bu kadar değişken, bu kadar siyasetin olay örgüsüne bağımlı olması son derece hazin. İnsan sadece yazarken bile nefes alamaz hale geliyor.

        Sanmayın ki, Nazlı Ilıcak’ın 15 Temmuz öncesi sarf ettiği çabayı unuttum ya da 17-25 Aralık’tan sonra kendisi gibi durmayanlara ettiği kibar ama hedef gösteren eleştirilerinden nasibimi almadım. Ama 70 yaşında hasta bir kadının diri diri gömülmeye eşdeğer ağır hapis cezasını ‘darbeci de ondan’ diye meşrulaştırmaya çalışmak hiçbir açıdan doğru gelmiyor. Meselenin kişisel ilişkiyle de ilgisi yok. Çünkü bu camiadaki herkesten daha az teşriki mesaim olmuştur Nazlı Ilıcak’la. Ama Fazilet Partisi’nde verdiği mücadeleyi, sadece Meclis’te değil, beyaz Türk mahallesinin tepkisini çeken ‘başörtüsü yasakları’na tavır koyma duruşunu, yasaklara karşı çıkma gereksiniminin doğduğu her anda, yüksünmeden destek verdiği günleri unutmadım. Bugün ‘özür dilediğinde’ ‘yanıltıldım’ dediğinde kayıtsız kalmayı, “Meclis’i bombalayan askerlerle aynı kefeye konulmak çok acı” cümlesini okuduğunda içi sızlamayanı anlayamıyorsam beni bağışlayın.

        Anlayamadığım bir şey daha var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında olan ve 28 Şubat cehennemini hatırlayan başörtülü kadınlar bir zamanlar devletin “Başörtülüler üniversitelerin dışında, o halde rejim güvende” önkabulü yüzünden acı çektiklerini unutmuş olamaz. Bütün kapılar yüzlerine kapanırken dertlerini dinlemeye ve seslendirmeye değer bulan üç-dört insandan birinin Nazlı Ilıcak olduğunu da unutamaz. O zaman nasıl oluyor da böyle bir mektubun ardından hâlâ “Nazlı Ilıcak içerde, o halde devlet güvende” noktasına rıza gösterebiliyorlar? “Bir şeyler yapmalı değil miyiz?” gibi bir sorgulama ve çaba içinde olmadan nasıl durabiliyorlar?

        En azından bu mektubun Erdoğan’ın eline geçmesini sağlamaları, örtbas edilmesini engellemeleri gerekirdi.

        Neden yapmadılar?

        İki nedeni var. İlki korku. “Bana da FETÖ’cü derlerse?!” korkusu.

        İkinci neden daha sofistike. Edindiğim tecrübelerden yola çıkarak da söylüyorum, şöyle bir şey var: Bazı düşüncesiz ve sığ insanlar vardır, durumları düzelip gün yüzü görecek duruma geldiklerinde ‘kara gün dostları’nı uzaklaştırma, onları geride tek bir anı kalmayana dek unutma gereği duyarlar. Çünkü o kişiler, bu sonradan âbâd olan, travmalarını atlatıp toparlananlara o eski, kötü, acı çektikleri dönemi hatırlatır. Kara gün dostlarının “Ben senin mahvolmuş günlerini bilirim” diyerek üstünlük taslayabileceklerini düşünerek gardlarını alır, selamı sabahı keser, o günleri maziye gömer ve ‘iyi gün dostlarına’ yelken açarlar. Aralarından merhametsiz olanları bu kara gün dostlarını sadece maziye gömmekle yetinmez, medeni ölü haline gelmelerini ister. Daha merhametsiz olanları ise bunun için uğraşır.

        Elbette günün sonunda Allah’ın planı kazanır.

        Ama o gün gelene kadar, Ilıcak’ın şu satırlarında dile getirdiği durum ortaya çıkar ve insanın kalbini yakar: “Türkiye çok ağır travmalarla sarsıldı. FETÖ elebaşları kaçtı; Ben de kuyuya atıldım. Adeta bir mezara diri diri gömülmüş gibiyim. Yargı’da bulamadığım adaleti sizde arıyorum. Acaba elimden tutup, hak ve hukuk adına, beni bu kuyudan çıkarabilir misiniz?”

        Çıkarabilir misiniz Cumhurbaşkanım?

        Dahası, acaba bu mektuptan haberdar mısınız? Elinize geçti mi? Geçmediyse nasıl oldu? Kim üzerini örttü?

        İnanıyorum ki, devletimizin kaderi 70 yaşında olan ömrünün son günlerinde torunlarına babaannelik yapmaktan başka bir isteği kalmamış bir kadının ölene kadar cezaevinde kalmasına bağlı olamaz. Sizin de böyle gördüğünüze eminim. Lütfen bu sese kulak verin. Çünkü bizim dinimizde de kültürümüzde de özür dileyip, hatasını anlayana hatta nedamet getirene sırtını dönmek yoktur. Kara gün dostuna, kara gününde bigane kalmak da yoktur.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar