Seçimlerin kaderini belirleyecek olan o küçük yüzde
SEÇİMLERE dört gün kaldı, heyecan dorukta. Aynı zamanda belirsizlik de. Bu köşede uzun bir süre önce muhalefetin çatı adayla seçime gitmediği bir olasılıkta Cumhur İttifakı’nın lideri olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın çok büyük olasılıkla ilk turda başkan seçileceğini yazmıştım. Ancak o zamanlar Muharrem İnce’nin sahada ve sahnede ortalamanın üzerinde bir performans göstereceğini, Cumhur İttifakı adına konuşanları defansa itecek kadar iyi polemik yapabileceğini bilmiyordum. Hâlâ son kertede cumhurbaşkanı seçiminin galibinin Erdoğan olacağını düşünüyorum. Ama artık bu sonuç zorlayıcı bir yarışın sonunda, tıpkı 16 Nisan referandumundaki gibi az farkla gerçekleşecek gibi görünüyor.
Sebepler çok. İlk akla gelen, yeni sistemin muhalefet blokunu kendi arasında dayanışmaya zorlaması. Çünkü bu durum 16 yıldır iktidarda olan parti ve müttefiklerine karşı yeni bir şeyler söyleme, yeni bir hayal kurma, yani pozitif hava oluşturma üstünlüğünün muhalefetin eline geçmesine neden oldu.
Öyle ki, kırk yıllık “Milli Görüş” düşmanı CHP’nin sıralarını Saadet Partisi adaylarına açtığını gördük. Türkiye’nin eskiden beri süregelen tartışmalarında tarafların ve önceliklerin değişebildiğine tanık olduk. Hatta seçimlerin kaderini belirleyecek bir yüzdenin (Kürtlerin ve dindarların) kimliğine, içinde bulunduğu çevreye göre değil, somut sıkıntı ve sorunlara ya da rasyonel taleplere göre karar verebileceği beklentisi öne çıkıyor. Uzun zamandır ilk kez “Kürtler asla CHP’nin adayına oy vermez” denilemiyor ya da “Sekülerim, AB’ciyim ama Temel Karamollaoğlu’na oy vereceğim” cümlelerini duyabiliyorsunuz.
KURULUŞ KODLARI
Öngörülmesi hayli zor hale gelmiş seçimlerin sonuçları daha uzun boylu tartışmalara “laik sosyoloji”, “dindar sosyoloji”, “Kürt sosyolojisi” gibi tabirlerin yeniden ele alınmasına neden olabilir. Zira “sosyoloji” ifadesi oy verme davranışının çok da rasyonel olmadığını, kişinin hangi partiye oy vereceğini hangi çevrelerden, hangi kimlik grubundan geldiğinin belirlediğini ima eder. Seçmenin kimliğine ve kendisini ait hissettiği toplumsal gruba rağmen hukuk, insan hakları, ekonomik eşitlik, gelir ve vergi adaleti vs. gibi kalemlere göre karar verme yoluna girmesi ise “sosyoloji” için kötü, demokrasi için iyi bir haber olabilir. Zira demokrasinin bir ülke için somut, tatmin edici sonuçlar verebilmesi için gereken, insanların bir partiye ya da lidere sadece “kimlik” üzerinden değil, o partinin programı, o liderin vaatleri, yaptıkları ve yapabilecekleri üzerinden oy vermesine ya da ondan yüz çevirmesine bağlıdır.
Ancak bunun bir de “devlet” ve “rejim” boyutu var. “Sen demokratlığın nirvansına ulaştın da bakalım devlet orada mı?” boyutu var. Bu boyut AK Partililer nezdinde de gerçekleşen sorgulama ve “gidişatı eleştirme” eğiliminin oy davranışına dönüşüp dönüşmeyeceği meselesiyle de yakından ilgili.
Zira AK Parti seçmeninin nerede nasıl sorunlar olduğunu bilen ama her şeye rağmen tercihini Erdoğan’dan yana yapacak olanlarının korkusu “Başörtüsü yeniden yasaklanırsa?” endişesinden ibaret değil. Çünkü şunu biliyorlar: Türkiye Cumhuriyeti Devleti “kendi haline bırakıldığında” her yere ve her şeye, hemen Kemalizm egemen oluyor. Bu, kuruluş kodlarında var.
Herhangi bir olağanüstü durum, devleti farklılıkları tehdit addeden, dindarına düşman, gösteri ve toplantı hakkını rahatça yasaklayan, lafı döndürüp dolaştırıp “Kürt yoktur”a getiren, devleti alabildiğine kutsayan, bireyi alabildiğine aşağı iten ve tek temel kaygısı “güvenlik” olan bir yere getirmeye yetiyor. Böyle düşünenlere Türkiye’nin bugün bir iki farkla zaten bu durumda olduğunun söylenmesi halinde şu cevabı almanız kesin: “Erdoğan’a ve AK Parti’ye ‘rağmen’ bu durumda. Bir de Erdoğan’ın olmadığı bir devleti düşünün. Her şey çok daha fena olur.”
Tamamen haksız değiller. Çünkü misal Muharrem İnce’nin salvolarının başarılı olduğu alanlar iç siyasetle, ekonomiyle, baskılar ve demokrasi kaybıyla ilgili. Ama dış politika okumaları yetersiz ve dışarıdan gelen müdahalelerin, bölgesel denklemin sınırlarımız üzerinde baskı yapar hale gelmesi konusunu nasıl yöneteceğine dair bir fikrimiz yok. Yeni bir iktidar profilinin güvenliği sağlama zorunluluğunu “üniter devlet anlayışı” lehine yönetirken daha fazla demokrasi getirebileceğini beklemek ne kadar gerçekçidir sorusunun cevabı yok.