Böyle 'tanıklık' yapılacaksa tarihe, vah bu ülkenin haline...
AHMET Sever’in “Kapalı Kapılar Ardındaki Siyasi Sırlar-İçimde Kalmasın-Tanıklığımdır” adlı kitabı muhalefet medyası tarafından pek sevildi. Bazı iddialar yenilir yutulur değildi, ilgi çekmesi normaldir. Ancak kitabı karıştırırken bir de ne göreyim? Meğer sayın danışman pek içlenmiş, öyle ki, ülkeyi çekilmez hale getiren “tahammülsüz” eleştiriye karşı toleransı olmayan medya mensuplarına “vaaz” verdiği bölümü, başlığa çektiği ismime zımbalayarak “iki yıl ara ile” güzel bir intikam almış. Yaptığı müstekreh sınıflandırma, kendisinin “tahammül” eşiği hakkında beğenmediği kişilerden hiç geri kalmadığının göstergesi.
Öte yandan, eleştirdiği “gazeteci tipolojisi”ni bu köşeden defalarca deşifre etmiş olduğum gerçeğini de görmezden gelmeye, yok saymaya odaklanmış. Ya dersini çalışmamış, ya bile isteye “karartma” yapmış ki böyle tercihler yapabiliyor olması, başka konularda büyük iddialar ileri süren biri için en hafifinden kabahattir, güvenilirlik sorunu oluşturur. Normalde umursamayabilirsiniz, ama Türkiye’nin yakın tarihine, hem de “kapalı kapılar” ardındaki “siyasi sırlar”ına ışık tuttuğunu iddia eden, “Tanıklığımdır” diyerek “gerçekleri sadece gerçekleri” aktardığı imajını uyandıran bir siyasi karakterin spekülasyona ve manipülasyona bu denli yatkın oluşunu tespit ediyorsanız, bunu yok sayamazsınız, gösterirsiniz.
Ne hazindir bu sen-ben kavgasını “ülke meselesi” pelerini altına saklayarak hesap görme, defter dürme sevdası. Ayrıca ne kadar sağlam bir turnusol kâğıdı...
Kincilik diyorduk değil mi?
Kendisi 11. Cumhurbaşkanı Abdulllah Gül’ün yanında çalıştığı yılları kâra dönüştürmeye çalışırken, şahsımı gazetecilikten ve tetikçilikten servet temin edenlerle bir tutacak kadar gafilleşebilen danışmanın meselesi, 2016’da yazdığım bir yazıya dayanıyor. Kitabında sanki yeniymiş gibi lanse ettiği bölümün nedeni olan bu yazıda, verdiği bir röportaja binaen ve mealen şunu söylemiştim:
“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na, yani devlete hizmet vermiş biri olarak, FETÖ operasyonuna alet olan ve ‘Türkiye IŞİD’e destek verdi’ diyen bir yazara cayır cayır destek veriyorsanız, yıllarca görev yaptığınız o makamı ‘trollemişsiniz’ demektir. Dolayısıyla ‘AK Parti’nin trolleri bana hakaret ediyor’ diye yakınma şansınız olmaz. Tepki alırsınız. Doğrudur, memleketin bir Ak trol’ sorunu vardır. O kadar ki kendi mahallelerindeki insanlara; dün ‘ağabey’, ‘abla’ dedikleri kişilere bile gün içinde kurşun sıkacak hale gelebilmekte, sosyal medya hesaplarını siyasetin haksız tasarruflarını aklamak için kullandırtmaktadırlar. Ama her itiraz ve eleştiriyi ‘Troller saldırdı’ parantezine alma alışkanlığı da başladı; bu da gerçekçi ve saygın bir tutum değil.”
Söylediğim özetle bu ve hâlâ arkasındayım.
HEM BURNUNUN UCUNU GÖRMEZ HEM ‘TANIKLIĞA’ SOYUNUR
Ahmet Sever’in memleketin “bozuk” medya düzeninden şikâyet ettiği ve gülünç şekilde bütün bu düzenden neredeyse beni sorumlu tuttuğunu düşündürten bölümde komik bir de soru var: “Ben bütün hakaretleri, tehdit içerikli paylaşımları, kimden gelirse gelsin eleştirebiliyorum. Ama siz itibar suikasti yapan Ak trolleri eleştirebiliyor musunuz?” Soru komik, çünkü “eleştiremiyorsunuz” dediği alanda kaleme aldığım pek çok yazı var. Hadi onları kararttınız, insan alıntıladığı yazıdan da mı bihaber olur? Zira girişten itibaren dörtte üçü, “iktidar ve sosyal medya eleştirisi” üzerine kurulu. (Bahsi geçen yazım için: “Bir memleket meselesi olarak trollük” 04.03.2016-Habertürk Gazetesi).
Dahası bu köşede Büyükada tutuklamalarının haksızlığından bahsedildi, köşe yazarlarına 15 Temmuz gecesi suçüstü yakalanan darbecilere verilen müebbet cezanın aynısının verilmesindeki tutarsızlıktan da. Belediyelere kayyum atanması da eleştirildi, Kılıçdaroğlu’nun “adalet yürüyüşü” nde önüne tezek atılması da... Ancak fark şu ki, sokak hareketiyle ya da FETÖ’nün yargı/güvenlik bürokrasisiyle, o da olmadı aynı örgütün silahlı külahlı darbe girişimiyle “Erdoğan’ı devirme” girişimlerine de her zaman şiddetle karşı çıktım, her zaman “sandık” dedim. “Sandığın doğru sonuçları üretmediği yerde demokrasi doğrudan eylemlerle ilerler” gibi üstü kapalı “kaos” davetlerini eleştirdim. Siz aynısını yapabildiniz mi?
Görünen o ki, nasıl bazı görüş ayrılıkları, üslup/usturup önerileri iktidar cenahında “Reise ihanet etti!” denilerek kriminalize ediliyorsa, ülkemize özgü “sola kayan liberal” akımın sekterliğinde “özgürlükçülük” oynayan AK Parti karşıtları da Erdoğan’a küfretmeyen, devletin, düzenin tehlikeye düştüğü olağanüstü dönemlerin hassasiyetine saygı gösteren gazeteciliğin tamamını “biatçı, yalaka” parantezine almakta pek çevikler. Böyle yapınca o pek şikâyet ettikleri Ak trollerden, tetikçilerden hiç farkları kalmıyor, ama önemli değil, her nasılsa “moral üstünlük” hep onlarda. Rahatlatıcı bir vehim tabii.
BU MU İLKELİ GAZETECİLİK?
Sayın danışman vehim evreninde kulaç atarken şöyle bir hata da yapmış: David Gardner adlı gazetecinin (Financial Times) bir yazısında geçen “Hükümetin kampanya stratejistlerinden birine, Gül ve Davutoğlu veya Erdoğan tarafından kenara itilen eski AKP ağır toplarının rakip bir parti kurması halinde ne olacağını sorduğumda, gözünü kırpmadan yanıt verdi: Tek bir hamle bile yaparlarsa, Gülenci olarak damgalanır ve hapse atılırlar” cümlesindeki ağır topun Mustafa Şentop olduğunu iddia etmiş.
David Gardner, Şentop’a, “Hayır hiç kimseye o kişinin siz olduğunuza dair bir ifadem olmadı” mealinde bir mail gönderince, Şentop da bunu yayınlayınca epey sakil bir tablo oluştu haliyle. Ama hiç altta kalınır mı? İlk eleştiride, “Gardner bunu yazmış mı yazmamış mı, siz ona bakın” diyor. İyi de, o yazı geçen yıl yazılmış, konuyu kitabınıza bağlayan şey, “Damgalarız, hapse atarız” diyenin Mustafa Şentop olduğu iddiası ve bunu doğrulamak için lütfedip yazının müellifine, David Gardner’a ulaşmaya bile gerek görmemişsiniz. Bu mu gazetecilik? Değil. Hele hele bir araba dolusu gazetecilik dersi ve etik vaazı verdikten sonra hiç değil. Bilakis, acınası bir performans.