Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ahmet Tezcan’ın 2013’te çıkan “Kâfirûn” romanını o günlerde okumuş, bir kenara koymuştum. Ama romanın ikinci bölümünde anlattığı “İki Hikmet”in hikayesi o gün bugün hiç çıkmadı aklımdan.

        Anlattığı İki Hikmet’ten ilki, babası Kırşehirli kamyon şoförü Çerkes Hikmet’ti; onun da hikayesi Tolstoy’un dediği gibi bir yolculukla başlamış. Kamyon şoförü ya, uzun yolculuklardan birisinde nasıl olduysa yoluna Bediuzzaman (risaleleri) çıkmış, meğer uzun bir süreden beri onu bekliyormuş. Kalpten kalbe giden yolun yolcusu olmuş o andan itibaren, ne de olsa Abdallar diyarında geçiyor ömrü. O tanışmayla birlikte sarmış risalelere, okumuş okumuş; bir süre sonra mahallede adı “Nurcu Hikmet”e çıkmış.

        Kalbi merhametle dolu bu Nurcu Hikmet, günün birinde yine uzun bir yolculuktan dönerken, şehrin sokaklarında yiyecek arayan, perperişan bir kadına rastlamış. Kadının üstü başı dökülüyor ama yüzünde asalet akıyor. Her halinden “ben dilenci”değilim" diyor ama neylesin açlık bu, insana asaletini de inançlarını da yedirir. Yolculuklar sarraf yapar ya insanı, Nurcu Hikmet de geze geze olmuş insan sarrafı… Kadına yaklaşır, konuşur, ağzından çıkan kelimeler ele verir onu, alır evine götürür. Kadının adı Münire’dir.

        Peki kimdir bu gizemli Münire Hanım?

        Aslen Kosovalı. Orada görev yapan Posta Telgraf Müdürü Hüseyin Bey’le evlenmiş. Kosova’da doğan oğluna Hikmet adını vermişler. Daha sonra İstanbul’a yerleşmişler. Hikmet, Vefa Lisesi’ni bitirmiş, Tıbbiyeye girmiş, doktor çıkmış. Sonrası trajik bir hikayedir. Oğlu komünist olmuş, tutuklanmış, çok sonrada da Kırşehir hapishanesine göndermişler, hayatının toplam 22 yılını hapishanede geçirmiş oğlu, en uzun süreli olarak, tam dokuz yıl Kırşehir hapishanesinde kalmış. İstanbul’da bir başına kalan annesi, yani Münire Hanım, oğluna yakın olabilmek için Kırşehir’e taşınmış. Elde yok, avuçta yok, başında açlık belası var, yeryüzündeki tek varlığı biricik oğlu Hikmet… Açlığa razı olmuş, kimsesizliğe de… Yeter ki oğluna yakın olsun!

        Ahmet Tezcan’ın babası Kamyon Şoförü Nurcu Hikmet’in Kırşehir sokaklarda çöplükte yiyecek ararken bulup evini götürdüğü, kalabalık ev ahalisinin rızkını bölüştüğü bu kadın; Türk siyasi fikir hayatının en “sui generis” şahsiyeti komünist Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın annesi Münire Hanım’dır. Doktor Hikmet’in “Dünyada kupkuru ve işsiz annemden başka kimsem yoktu” dediği annesi Münire Hanım, Ahmet Tezcan’ın babası Nurcu Hikmet’in Kırşehir’deki evinde tam iki buçuk yıl misafir olarak yaşamış, evin kızına ilahiler bile öğretmiş.

        Hikâyenin devamı var. Nurcu Hikmet, ne yapıp edecek, hapishanedeki adaşına annesinin emin ellerde olduğunu söyleyip fakiri sevindirecek. Hapishanede ziyaret eder onu, aralarında muhabbet başlar. Bu muhabbet bir süre sonra bir alışverişe dönüşür. Nurcu Hikmet, Komünist Hikmet’e gönderdiği gözlemelerin içine Bediüzzaman’ın risalelerinden bölümler koyar (Doktor Kıvılcımlı, gözlemelerin içinden risaleler çıkınca “deli misyoner!” diyerek kahkahalara boğulur); komünist Hikmet ise, yıkamak üzere gönderdiği kirli çamaşırlarının arasında yazdığı eserlerinden bölümler…

        Dr. Hikmet dine; Nur talebesi kamyoncu Hikmet’in komünizme uzak olduğu kadar uzak değildir. Dr. Hikmet’e göre din, Tanıl Bora’nın özetlemesiyle “kaba materyalizmin düz reddiyesine dayanan bir mantıkla kavranamaz.” Daha sonra kurduğu Vatan Partisi’nin mitinginde yaptığı konuşmadan dolayı “irtica propagandası” yapmaktan yargılanan memleketin tek komünistidir o. “Allah, Peygamber, Kitap” kitabından aldığım şu sözler bir komünistin kaleminden çıkmadır:

        ‘‘Biz onlardan yüzlerce yıl sonra bile onun kadar (Hz. Muhammed) tarafsız, laik olabiliyor muyuz? Ne gezer! Sağlar, koyu bir İslam tapıncı ve nihilizmiyle ve bir o kadar da bezirgân ikiyüzlülüğüyle kudurup kudurtulurken; sollar da ateist afur tafurları ve tafralarıyla konunun üzerinden atlayıp geçiyorlar veya geçtiklerini sanıyorlar. Oysa İslâm Türkiye’dir, Türkiye İslâm’dır.’’

        *

        Ahmet Tezcan’ın romanına beni tekrar, son günlerde okuduğum Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Günlük Anılar” kitabı götürdü. Kitabın sayfalarını çevirirken aklım hep Ahmet’in yazdığı hikayedeydi. Doktor Hikmet anılarında durmadan arkadaşlarına verip veriştiriyor, kızgınlıkla da hakaretlerinden en çok en yakın arkadaşı şair Nazım Hikmet payını alıyordu. Ne “pisboğazlığını”, ne “istismarcılığını”, ne “pazarlamacılığını”, ne “eşcinselliğini”, ne “kıskançlığını”, ne de “ahlaksızlığını” bırakıyordu şairin. Peki Doktor Hikmet’i, ondan bu kadar nefret ettirecek ne yapmış olabilir şair? Oysa benim bildiğim Nazım Hikmet, başyapıtı “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda Doktor Hikmet’ten hep seviyle söz eder. Nazım Hikmet, Haydarpaşa’dan kaldırdığı Anadolu katarına Doktor Hikmet’i de bindirir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın adı, Nazım Hikmet’in kitabında “Mahkum Halil”dir, Doktor’un bu yolculuğu beşinci yolculuktur şaire göre, şöyle anlatır o yolculuğu şair Hikmet:

        “Çevirirken dizinde duran kitabın yapraklarını

        çok rahat bir ustalıkla kullanıyor

        bileklerinden demirli parmaklarını.

        Kitap ve kelepçelerle

        on üç senedir

        bu beşinci yolculuğudur. Gözlerinin altında çizgiler

        şakaklarında beyaz. Halil belki ihtiyarladı biraz.

        Fakat kitap, kelepçe ve yürek eskimedi. Ve şimdi

        yürek her zamankinden umutlu Halil okurken kitabını

        ‘-Kelepçem’ diye geldi aklına(...)

        ‘Seni pulluk yapacağız kelepçemin demiri’

        öyle güzel söylenmiş buldu ki bu fikri

        yine üzüldü birden bire

        ölçülü ve ölçüsüz

        şiir yazmak hünerini bilmediğine.”

        “Bileklerinde kelepçe, dizinde kitap” Doktor Hikmet’in daha önce yaptığı dört yolculuk var. İlki 1925 yılında, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya; ikincisi, 1929 Komünist Tevkifatında yargılanmak üzere İstanbul’dan İzmir’e; üçüncüsü, İzmir’de dört buçuk yıla mahkum edilince cezasını çekmek üzere Elazığ Cezaevi’ne; dördüncüsü, 1936’da İstanbul’da bir ağaca asılı orak-çekiç pankartında dahlinin görülmesi üzerine İstanbul’dan Bursa’ya götürüldüğünde... Nazım Hikmet’in bahsettiği beşinci yolculuk ise, İstanbul’da beraber yargılandıkları “Donanma Davası”nda 15 yıl hapis cezası kesinleşince Çankırı cezaevine götürülmesi yolculuğudur.

        Nazım Hikmet şair, Doktor Hikmet alimdir. “Ölçülü veya ölçüsüz şiir” yazamıyor alim ama “nazariyede” memleket ahvaline, dine ve Marksizm’e dair “özgün” şeyler söylemiş, nevi şahsına münhasır ender şahsiyetlerindendir memleketin, yazdığı kitap sayısı 100'ü bulmuştur.

        *

        Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Günlük Anılar” adını verdiği hatıratı okuduğum en acıklı kitaplardan birisidir.

        12 Mart 1971’de askeri darbe olunca Dr. Hikmet Türkiye’den kaçtı. Aylardan Nisan’dı, köhne bir kayıkla denize açıldı, yanında iki arkadaşı vardı. Prostat kanseriydi, hastalık kendi deyimiyle “terminal safhasını” aşmış, “durmadan kan işiyordu”. Kıbrıs almadı onu, ver elini Lübnan; oradan da püskürtüldü. Doğu Almanya’ya gitti, oranın da kapıları yüzüne kapalıydı, Bulgaristan da kabul etmedi, Batı Almanya, Paris derken Yugoslavya’ya geçti, bir ara şansını komünist Arnavutluk sınırında denedi, onlar da istemedi, sonunda da o sırada kendisi gibi komünistler tarafından “aforoz edilmiş” olan Tito kabul etti onu, küçük bir yer verdiler.

        “Günlüğü” yaşadığı bu kâbus zamanın ürünüdür.

        Kendi deyimiyle “1925’ten 1960’a dek, 35 yılda 22 yıl içerde” kalmış, “dışarda’ geçen toplam ömrü 13 yıl, onun da 1950-57 arasında 7 yılını at, doğru dürüst 25 yılın süresince 6 yıl ‘dışarıda’ ya kalmış ya kalmamış, ya yaşamış ya yaşamamış”; gördüğü onca işkenceye rağmen tek kelime etmemiş Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Doğu Almanya, Bulgaristan veya herhangi bir sosyalist ülkede tedavi görmesine, oralarda hayatını sürdürmesine engel olan şey, geçmişte TKP’den ihraç edilmiş olmasıydı. Türk komünistlerinin aforoz ettiği bir komünisti, dost sosyalist ülkeler sınırlarından içeri sokamazdı.

        Günlüğünde şunları yazar:

        “Türkiye’de bir insan var. (…) 22 yıl zindanda yatırılmış. 50 yıl hiçbir rüyasını gardiyan kâbusundan kurtaramamış. Şakır şakır kanıyan kanserli hastalıkla 70’inden sonra balıkçı kayığına atlayıp engin denize açılmış. (…) Bu insan için nasıl: ‘Biz onu partiden attık, almayın’ diyebildiniz? Sosyalist Devlet sınırlarından, dünkü Nazi devletinin kucağına o insanı nasıl attırabildiniz?”

        Belli ki eski yoldaşları Doktor Hikmet’i göz göre göre ölüme terk etmişler.

        *

        Doktor Hikmet hatıratında, öteki Hikmet, Nazım Hikmet’e uzunca bir bölüm ayırır. Pek öfkeli, pek nobran, pek kıyıcıdır şaire karşı. Vakti zamanında Nazım Hikmet’in TKP’den atılmasında kendisinin dahli vardı; bu kez kendisinin atılmasında Nazım Hikmet’in dahli olduğunu düşünür. Ona göre başına bütün bunların gelmesinin üç müsebbibi vardı; biri Laz İsmail, Öteki Laz Zeki Baştımar, üçüncüsü de şair Nazım Hikmet’ti.

        İki Hikmet, birbirine kelepçeli, 1930’lu yılların başı, belki de 1933… Nazım Hikmet bir sene önce, 1932’de, TKP’nin aldığı “Biz Kemalist rejime sert muhalefet edersek eğer, rejim emperyalistlerin safına geçer, bu yüzden sertlik politikasından vazgeçiyoruz” talimatına uymamış, “Devrimci Muhalefet” hareketine liderlik yapmış, bu yüzden arkadaşlarıyla birlikte “Troçkist” suçlamasıyla TKP’den atılmış. Onu partiden atanlardan birisi de en yakın arkadaşı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır, Nazım Hikmet bunu bilmiyor.

        Sultanahmet’e cezaevine götürülüyorlar. Nazım partiden ihraç edilmiş, yolları ayrılmış, şunları yazar Doktor:

        “Yayan Babıali’den geçiyoruz, yokuş yukarı Nazım, bitişik koluyla kolumu havaya kaldırdı. Görsünler, Hikmet. Kelepçe bizi gene birleştirdi. İstediğimiz denli ayrılalım.”

        Cezaevi ağzına kadar dolu, yer yok, ikisi bir koğuşun ortasında kalır. Doktor Hikmet anlatır:

        “Meydancı pertav etti: ‘Ağbiyler, size koğuşun ortasında yer bulsak?’ ‘Yani pabuçların yanında mı?’ ‘Pabuçları kaldırırız canım.’ Bir yatak, yastık oporta yere serildi. Herkesin pabuçları ötelere alındı. Nazım’la yattık. Geceyarısına dek kimseye duyurmaksızın konuştuk. Nazım gene şeker kaymak, dil damaktı. Şiirleri üzerine benim eleştiri yapacağımı duymuş. Neleri beğenmediğimi ısrarla anlamak istiyor.”

        Şair partiden atılmayı hazmedemiyor; Alim partinin bu kararının ne kadar haklı bir karar olduğunu izah etmeye çalışır ona. Sonra da sabretmesini söyler, Nazım “ben o kadar derviş değilim” der, bunun üzerine itiraz mercii olan Üçüncü Enternasyonal’e başvurmasını söyler ve arkasından Doktor Hikmet, Nazım Hikmet’in kulağına şunları fısıldar:

        “Yarın Türkiye’de azıcık Marksizm-Leninizm yasağı kalksın, yazdıklarının aslını bütün gücüyle okuyup kavrayacak olanlar senin şiirini taşa tutabilir”.

        *

        Nasıl bir rastlantıysa artık, Nazım ile Hikmet aynı sene 1902 yılında Rumeli’de geldiler dünyaya. Nazım Hikmet, Paşa torunuydu. Annesi Alman, babası Polonya kökenliydi. Varlıklı bir ailede büyüdü, bu yüzden doğum günü belliydi; 15 Ocak’ta açmıştı gözlerini hayata. Alim olan Hikmet ise, Kosova’nın Piriştine şehrinde doğdu. Ailesi fakirdi, doğum tarihini ay ve gün olarak kaydetmediler bir yere. İkisinin yolu İstanbul’da kesişti. Tanıştıklarında ikisi de komünistti. Hikmet Kıvılcımlı TKP’yle 1921 yılında tanıştı, Nazım Hikmet’in partiye girmesi 1924 yılı, Rusya’dan döndükten sonraya rastlar.

        İki Hikmet’te de var bir hikmet. İyi tahsil görmüş, biri tıp doktoru öteki kelimelere dans ettiren büyük bir şair. Biri Türkiye’de Marksizm üzerine özgün fikirler serdetmiş bir iki alimden biri, öteki Türkçe’nin en güçlü iki üç şairinden biri. Biri duygu adamı, öteki nazariye…

        Aslında fikirleri birbirine yakın... Nazım; doktor olan Hikmet’in nazariyesine bakarak tahlil etmeye çalışıyordu memleketi. İşçi sınıfını falan bilmiyordu, o aristokrat bir çevrede büyümüş, Türkiye’nin ilk kadın ressamı Celile’nin oğluydu ama yine de “amele sınıfının ağırlığı yok” diyen fikre katılmıyordu. 1930’ların başında, TKP’nin “Sovyetlere düşmanlık yapmasın diye Kemalizm’e destek verilmesi” fikrine karşı çıktı şair Hikmet, bu tavrı onun partiden ihraç edilmesini getirdi, ihraç edenlerden birisi de Doktor Hikmet’ti ama Doktor asıl gerekçeyi bilmiyordu, ona göre Nazım Hikmet “Troçkist” olduğu için partiden atılmayı hak etmişti, yoksa “Kemalizm’e desteği” o da “kuyrukçuluk” olarak görüyordu. 31 Temmuz 1971 tarihli günlüğünde şunları yazar:

        “Nazım’ın Troçkizm ideolojisini tümüyle hazmetmiş olmasına gerek yoktu. O, sosyal ve psikolojik yapısı ile, Troçkizmi bilme­den Troçkist idi”.

        *

        Doktor Hikmet, anılarında geçmişte yoldaşlık yaptığı partili arkadaşlarına karşı son derece nobran bir dil kullanır. Biçer geçer önüne geleni. Ona göre işkencede konuşmayan yoldaşı yoktu, kendisi hariç, hayatı boyunca polise tek bir bilgi vermediğini yazar günlüğünde.

        Bunların içinde dar ağacına çektiği en büyük suçlulardan birisi de Nazım Hikmet’tir. Ona göre Şair “büyük adam rolüne çıkmış, bir ‘tapınağa yararlı’ kahpecik”ti.

        Doktor Hikmet başlıyor Nazım Hikmet’i yerden yere vurmaya. Bir kere “bedavacı”dır. Doktor’un annesi fakir, her gün yemek getiriyor hapishaneye oğluna, Nazım yemeğine ortak, sonra bir gün elli lira veriyor Doktor’a, annesi bu parayla alışveriş yapsın, ikisine de yemek getirsin, her ay bu parayı vereceğini söyler şair ama bir kez verir ve tencereye ortak olur, o bir ay bir türlü bitmez. Devamlı kendini methetmekle meşguldür şair, yüksek sesle “höyküre höyküre” şiir okuyup hapishanedekilere kendini pazarlar alime göre.

        Ve belden aşağı bir iddia geliyor Doktor’dan. Ona göre Şair eşcinseldir. Hatta bir kez onu başka mahkumlarla cezaevinin kuytu bir köşesinde “yakınlaşmışken” bulduğunu söyler, bir de isim verir ama anıları yayına hazırlayan yayınevi, o tarihte Doktor’un adını verdiği kişinin cezaevinde olmadığını dipnota sıkıştırır.

        *

        Şair Hikmet ile Alim Hikmet sanki aynı yazgının iki insanıydı. Aynı yıl doğmuşlar, aynı partiye girmişler, 1930’ların başında birlikte tutuklanmışlar, aynı kelepçeyle birbirlerine bağlanmışlar, aynı koğuşta yatmışlar, 1938 tarihli meşhur Donanma Davası”nda da birlikte mahkum olmuşlar. Alim Hikmet 12 Temmuz 1971 tarihli günlüğünde şunları yazar:

        “Derken, dostun düşmanın beklediği gün geldi. Nazım Efendi’nin bir telefon vuruşu ile Birinci Şube’de açtığı Askeri Mahkeme çığırı, Donanma Askeri Mahkemesi’ne dek gelişti. Ben Yavuz’da on beş yıl denizin dibine indirildim”.

        Ona göre bunun da müsebbibi şairdi. Nazım Hikmet, 1938 yılında partisinden atılmış, tasfiye edilmiş, bu yüzden morali bozuk, sinema senaryoları yazıyor, başıboş dolaşıyor. Bu sırada şaire hayran, şiirlerine bayılan Ömer Deniz adında bir Harbiye öğrencisi subay üniformasıyla onu evinde ziyaret eder. O da bu ziyaretten işkillenir, Harbiyeliye yüz vermez, gelenin asker kıyafeti giymiş bir ajan polis olduğunu düşünerek, o telaşla İstanbul Emniyet Müdürü Parmaksız Hamdi’ye telefon eder. “İlle de peşime adam takacaksan, bari asker üniforması giydirme,” der. Bu “ihbar” aleyhinde delil olur. Demek, komünist şairi askeri öğrenciler ziyaret ediyor ha! Demek örgütlemiş hepsini ve onları yakında isyana teşvik edecek. Hikmet Kıvılcımlı da o sırada bir kitapçı dükkanı işletiyor. Demek iki komünist bu kitapevinden Harbiyelilere “zararlı fikirler” aşılıyor, Alim Hikmet de tutuklanır.

        Alim Hikmet’in anılarına bakarsanız eğer, Şair Hikmet’in polise ettiği telefon tutuklanmalarına sebep olmuş. Oysa ikisinin de asıl suçu daha büyük. Kitap mitap işin bahanesi… Kurban seçilmişler! O yıllarda Türkiye komünistleri Kemalizm’in peşine takılma kararı almış, şair Hikmet bu işe karşı çıkmış, Alim Hikmet de bu girişimi “kuyrukçuluk” olarak nitelendirmişti. Yanlarına Kemal Tahir’i de kattılar, her birisine onlarca yıl hapis cezası verdiler.

        Ama Alim Hikmet belli ki meseleyi böyle kavramamış.

        Alim Hikmet, Şair Nazım ve romancı Kemal Tahir aynı hapishaneyi boylar. Her birisi en az 15 yıl hüküm giymiştir. Alim Hikmet, çok uzun süre Şair Hikmet’le arkadaşı Kemal Tahir’in durmadan kendisi hakkında dedikodu yaptıklarını düşünür, “boşa geçirdikleri zamanlarına acır” durur.

        *

        Bir süre sonra üçünü birbirinden ayırırlar. Bundan sonraki hapishane hayatları tamamen farklıdır. Alim Hikmet Kırşehir hapishanesinde bir münzevi gibi içine kapanır, kendini tamamen “nazariyeye” verir, üst üste ilmi kitaplar yazar. Bir de hapishanede doktorluk yapar, “Tüccarlar başka doktora!” diyerek sadece garibanlara ya da “amelelere” bakar.

        Şair Nazım Hikmet ise, çokça da paşa dayısı Ali Fuat Cebesoy’un “torpiliyle” nispeten rahat, İstanbul’a yakın Bursa Cezaevi’ne, Kemal Tahir ise Çorum’a gönderilir. Şair Nazım yattığı hapishaneyi bir üniversiteye çevirir. Orhan Kemal yetişir, köylü çocuğu ressam Balaban yetişir o mektepten, Kemal Tahir’e durmadan mektuplar yazar, onun romana yönelmesini teşvik eder, tekstil atölyesinde mahkumlara el işleri yaptırır, onları dışarı çıkan Orhan Kemal vasıtasıyla pazarlar, hapishane revirini ona oda yaparlar, daha sonra burası güneş almıyor diye güneş alan eczaneyle yerini değiştirirler, zaman zaman sevgilileriyle, mesela opera sanatçısı Semiha Berksoy’la Bursa’nın otellerinde kalmasına “izin” verilir ama buna karşın Alim Hikmet, hep öyle münzevi, hep öyle kimsesiz, annesinin yardımına muhtaç bir halde hapishane hayatını sürdürür ve kendini “ezeli kurban” olarak görür.

        1 Temmuz 1971’de şunları yazar:

        “Yayınlarımla yer ediyordum. Neredeyse ABA’cılar (Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren) dışında her eğilim beni el üstünde tutar görünüyordu. Yapmacıklarına dayanamadım. Hepsi ellerinin ve ayaklarının on parmaklarındaki onar karayı bana sürmekle çıldırdılar. Kitaplarımla yalnız kaldım”.

        *

        1971 yılında Sırbistan’dayken; hakkında dava açmış olan sıkıyönetim mahkemesine “kaçmadığını” bildiren bir dilekçe yazar. Dilekçe şu satırlarla biter:

        “Varna kıyılarından kedi miyavlamalarıyla yurt hasreti gösterilerine kalkışacak anlayışta ve mizaçta değilim. Geliyorum. Saygılarımla.”

        Bu dilekçe-mektup 29 Eylül tarihlidir. Bunları yazdıktan 12 gün sonra 11 Ekim 1971’de Belgrat’ta vefat eder.

        “Varna kıyılarında kedi miyavlamalarıyla yurt hasreti gösterilerine” kalkışmakla suçladığı kişi şair arkadaşı Nazım Hikmet’ti.

        ***

        Yararlanılan Kaynaklar

        Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Günlük Anılar”, Yol Yayınları

        Emin Karaca, “Nazım Hikmet’in Şiirinde Gizli Tarih”, Belge Yayınları

        Ahmet Tezcan, “Kafirun”, Meydan Yayıncılık

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar