"Harp ve Sulh"… Olay Türkiye'de geçiyor!
Bazı kitaplar vardır, isimlerini herkes bilir, yazarını herkes tanır, konusunu iki üç cümleyle bile olsa birçok kişi özetleyebilir, birçok kişi o kitaplarla ilgili bir araba dolusu laf edebilir ama o kitapları, onlar hakkında car car konuşanlar da dahil olmak üzere çok az kişi baştan sona okumuştur.
Tolstoy’un anıtsal romanı “Savaş ve Barış” bu kitaplardan birisidir.
Woody Allen’ın herkesin bildiği meşhur; “Hızlı okuma kursuna gittim, Savaş ve Barış’ı yirmi dakikada okudum. Olay Rusya’da geçiyor,” şakasına gülüp geçersek eğer Thomas Mann’ın, “Edebiyat tarihinin en büyük savaş romanı” olarak nitelendirdiği, Romain Rolland’ın, “Tıpkı hayat gibi ne başlangıcı ne de sonu var, edebi akış içinde hayatın ta kendisi” diye tanımladığı “Savaş ve Barış” iki cilt ve toplamı 2000 sayfaya yakındır. Romanın yazarı Tolstoy, kitabıyla ilgili olarak, “Birinci cildi okumadan ikinci cildi okunamayacak, ama ilk cildi okuduktan sonra, ikincisini okumamak mümkün olacak” demiş.
*
Bu devasa romanın ilk fikri 1856 yılında aklına düştüğünde Tolstoy 28 yaşındaydı. Yazar olarak ünlü bir yazardı, hikayeler romanlar yazmıştı ama beklediği başarıyı bir türlü yakalayamamıştı henüz. Şevki kırılmış, malikanesine çekilmiş, bir edebiyat dergisiyle uğraşıyordu. Altı sene sonra Sofya A. Bers’le evlendi. Sofya, uzun bir süreden beri içinde uykuya yatmış olan yaratıcılığını bir anda ateşlemiş olacak ki, on sene önce başlayıp bir türlü sonunu getiremediği “Kazaklar” romanını bir çırpıda bitirdi. Hemen yeni bir işe koyuldu. 1863 yılının Şubat ayında Sofya, kardeşine yazdığı bir mektupta, “Lev yeni bir romana başladı” diyen müjdeli bir haber verdi. Daha sonra romanına yazdığı önsözde de belirttiği gibi ona göre yazdığı şey “roman” değildi. Coşkun bir sele kapılmış yazdıkça yazıyordu, insanüstü bir çalışmayla kitabı tam yedi senede bitirdi. Kargacık burgacık el yazısıyla, bin bir değişiklikle sayfaların tam bir arapsaçına döndüğü müsveddelerin tümünü temize çekmek karısı Sofya’ya düştü. Kitabı yazarken adı da kafasında net değildi; bu yüzden kitabın adını üç kez değiştirdi. 1865’te yayınlanan birinci kısmının adı “Bin Sekiz Yüz Beş”ti. 1866’da kitabın adı “İyi Biten Her Şey İyidir” oldu. Bir sene sonra, 1867’de kesin adı “Savaş ve Barış”tı artık.
*
“Savaş ve Barış”ın Türkçedeki macerası da bir hayli ilginç bir maceradır. Roman ilk defa 1938 yılında, Fransızcadan Türkçeye çevrildi ve o devasa roman sadece 328 sayfalık bir özete indirgendi. Çevirmen Ali Kami Akyüz’dü, yayıcısı da Hilmi Kitabevi’nin sahibi İbrahim Hilmi’ydi. İbrahim Hilmi, “Harp ve Sulh” adıyla yayınladığı kitaba bir de önsöz yazdı, romanın aslının dört cilt olduğunu, toplam 2000 sayfayı bulduğunu, bu çapta bir romanı ekonomik sebeplerden yayınlamanın zor olduğunu belirttikten sonra şunları söyledi:
“Ümid ederiz ki beş on sene sonra okuyucularımız çoğalacak, kitaba para verecek müreffeh meraklılar da hayli artacak. Biz de sağ kalırsak bu kitap meraklılarına bol bol dört beş ciltlik büyük ve kıymetli romanlar basacağız. Bu suretle ilmen ve iktisaden yükselmiş büyük ve geniş bir kitlenin kültür noktasından tekâmülüne hizmet edeceğiz. Tanrı'dan bu mes'ud günleri görmeyi çok isterim.”
Hilmi Bey’in temennisi beş sene sonra gerçekleşti. Ama bu kez işe devlet el atmıştı. Tercüme Bürosu işe koyuldu. 1943 yılında ilk cildi, 1946’da ikinci, 1949 yılında da dört cildi tamamlanarak MEB Dünya Edebiyatından Tercümeler, Rus Klasikleri dizisinde “Harp ve Sulh” adıyla yayınlandı.
Çeviri eksiksiz bir çeviriydi ve kitabın kapağında çevirmen olarak “Zeki Baştımar”ın adı yazılıydı. Ama aslında kitabı iki kişi çevirmişti. Baştımar’ın adının yanında adı yazılmayan ikinci mütercim, o sırada Bursa Hapishanesi’nde yatmakta olan büyük şair Nazım Hikmet’ti. Nazım Hikmet’in bu meşakkatli çeviri serüveninden, “Kemal Tahir’e Hapishaneden Mektuplar” kitabında sık sık bahsettiğini işin meraklıları bilirler.
“Maarif Vekâleti benimle Zeki Baştımar'a Tolstoy'un Harp ve Sulh romanını tercüme ettiriyor. Ben Bayram ertesi bana düşen parçaları tercümeye başlıyorum.”
Siz bakmayın şairin bunu böyle söylemiş olmasına; Maarif Vekaletinin Nazım Hikmet’ten haberi yoktur. Fikir tamamen Zeki Baştımar’dan çıkmış. Belli ki bu çapta bir eserin altından tek başına kalkmanın zorluğunu görmüş, o da kendisine bulup bulabileceği en iyi ortağı bulmuştu.
Nazım Hikmet Kemal Tahir’e yazdığı 71. mektupta biraz daha malumat veriyor:
“Birinci cildi -eser dört cilttir- nisanda teslim edeceğiz ve birinci cildin tercüme parasını alacağız. Birinci cildin sonu 240 sayfa, bana ait. 1943 yılının ikinci günü işe başlıyorum. Fakat daktilo ile istedikleri için şimdi taksitle bir külüstür yazı makinesi peşindeyim.
Sana bir şey söyleyeyim mi, Kemal, bu kitabı ben 22 yaşındayken okumuştum. Fakat ancak şimdi 40 yaşında tekrar okuduğum zaman azametini anlıyorum. Sonra çok garip bir keder düştü içime, ben de böyle bir kitap yazabilirdim, Kemal, yani Tolstoy çapında bir yazıcı olabilirdim, fakat hesabıma göre kaybolmuş 18 senem var. Bu 18 sene memleketlerimiz arasındaki sosyal şart farklarından geliyor. Yani ben 22 yaşımda, Tolstoy'un yaptığı işi 40 yaşımda anladığım gibi apaçık anlayabilseydim, şimdi o ayarda bir iki kitabım olurdu. Niye anlayamadım? Sebebini söyledim. Mamafi, ahdettim bu 18 seneyi beş altı sene içinde aşmaya çalışacağım.”
O sırada, bir yandan da harıl harıl “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı yazıyor şair.
*
Nazım Hikmet’i az çok hepimiz biliyoruz ama Zeki Baştımar adı belki de birçoğumuz için bir şey ifade etmeyebilir. Bir kere mühim bir mütercimdir, daha çok Çehov, Puşkin ve Tolstoy çevirileriyle tanınıyor ama asıl işi mütercimlik değil, bu iş onun geçim aracı asıl faaliyet alanı siyasetti; TKP Genel Sekreterliğini yapmış. Trabzonludur. 1920’li yıllarda muallim mektebinde okurken solcu olmuş, tahsili yarıda bırakarak Rusya’ya kaçmış. Memlekete döndükten sonra TKP Merkez Komitesi ve Ankara İl Komitesi sekreterliği yapmış. Çeviri işlerine bu sırada el atmış. 1946’daki tevkifattan sonra partiyi yeniden toparlama görevini üstlenmiş ve fiili lideri olmuş. 1951’deki meşhur tevkifattan yakayı ele vermiş, 1959 yılına kadar içerde kalmış. 1961’de yurt dışına çıkmış, partinin dış bürosunu kurmuş. Hiçbir zaman TKP’nin “resmi” genel sekreterliğini yapmadığı söylenir, sıfatı hep “Merkez Komite Birinci Sekreteri”ydi.
Ondan bahseden herkes, onun adını Nazım Hikmet ve Laz İsmail (İ.Bilen)’in adıyla birlikte anar. Dr. Hikmet Kıvılcımlı hiç de iyi söz etmez ondan. Hep bir “kinaye” vardır onu hakkında yazdıklarında. Nazım Hikmet’le olan ilişkilerini zaman zaman “bel altı” noktasına bile getirir Doktor. Kıvılcımlı’ya göre komünist hareket içinde ön plana çıkması “51 Tevkifatı”yladır. Hatta Doktor’a göre “tevkifat onun beceriksizliğinin” ürünüdür. Nazım Hikmet’i de pek sevmez Kıvılcımlı. Ona göre Nazım Hikmet, “büyük adam rolüne çıkmış bir kahpecik”, Zeki Baştımar ise “polis”tir. Vedat Türkali de romanlarında, hem “Güven”de hem de “Tek Kişilik Ölüm”de “TKP’nin direklerinden birisi” saydığı halde kelimenin tam anlamıyla onu harcar. “Komünist” kitabında Zeki Baştımar’la ilk karşılaşmasından sonraki intibahı şöyledir:
“Suskun, ciddi, bir ölçüde içine kapanık görünümünün, tek tek tartarak konuşmasının, parlak sayılamaz zekâsıyla sınırlı yeteneğini saklamasına yaradığını epeyi yıllar sonra, ‘51 Tutuklaması’yla sonuçlanan birlikte gizli çalışma döneminde anlayacaktım!”
Hem TKP’nin Merkez Komitesi üyesi olacaksın, hem de Maarif Vekaletinden “çeviri işi” yapacak, başbakanlığa bağlı bir kütüphanede memur olarak çalışacaksın! Bu mümkün değil, o halde Zeki Baştımar “polis”tir. Arkadaşları bu “suçlamayı” hiç elden bırakmadılar. Demek ki sorguda çözülmüş, polisin teklifini kabul etmiş, bunun sonucunda da Ankara’da Başvekalet Kütüphanesi’nde mütercim olarak işe yerleştirilmiş. “Savaş ve Barış”ın tercümesi işini aldığında, Zeki Baştımar’ın resmi görevi Başbakanlık Kütüphanesi’nde çevirmenliktir.
*
Türkiye sosyalist sol hareketinin tarihi, elinde tırpan, önüne gelen arkadaşını biçmeye hazır infazcıların tarihidir biraz da, hafifçe sendelemeye gör; ya “polis”, “ajan” ya da hain”sin. Mücadele sahası, aynı zamanda bir yoldaşlar mezarlığıdır.
*
Zeki Baştımar, 1961 yılının Ağustos ayında bir daha dönmemek üzere yurt dışına çıktı. Giderken, “Savaş ve Barış” çevirisi üzerine, Bursa Cezaevi’nde yatmakta olan Nazım Hikmet’in kendisine yazdığı mektupları yeğeni Süreyya Hacıyakuboğlu’na bıraktı, o da mektupları İlhan Selçuk’a verdi. İlhan Selçuk da mektupları daha sonra Nazım Hikmet Sanat Vakfı’na bağışladı. Çoğu tarihsiz olan bu mektupların büyük çoğunluğu Nazım Hikmet’ten gelenlerdir, Zeki Baştımar’ın yazdıkları ise kayıptır. Mektuplar, benim de karşıma Erden Akbulut’un, “Zeki Baştımar” kitabında çıktı.
Zeki Baştımar Nazım Hikmet’e yazdığı ilk mektubunda “Savaş ve Barış”ın çeviri işini aldığını, Vekaletin “formalite icabı” 30 sayfalık bir bölüm istediğini, kitabın Rusçasının kendisinde olup olmadığını, yoksa Fransızcasıyla birlikte en kısa zamanda tedarik edeceğini, bu da olmasa kendisindeki birinci cildi ikiye bölebileceğini, yarısını ona göndereceğini, yok eğer kitap onda varsa kitaba yazık olacağını, birinci cilt bitmeden herhangi bir telif alamayacaklarını, ama avans için uğraşacağını belirttikten sonra şunları yazar:
“Tercümeye sizin kaleminizle başlanmasını çok isterdim, fakat ilk otuz sayfayı vermek mecburiyetinde olduğum için bu arzuma ulaşamadım. (…) Tercümede bir vahdet bulunması gerek. Lakin ben bir üstatla ancak bir tezat teşkil edebilirim. Ne yapacağız? Her faslın tercümesini bitirdikçe hemen gönderirseniz onları okumaya, onlardan faydalanmaya imkan bulabilirim. İsterseniz ben de yaptığım tercümeleri size gönderebilirim. Okur ve kusurlarımı bana yazarsınız. O zaman vahdeti kısmen olsun temin etmiş oluruz. Mektubunuzu bekler, sıhhatinizi temenni eder, gözlerinizden öperim.”
Mektubun sonuna, “Başvekalet Umumi Murakabe Heyetinde Zeki Baştımar” imzası var.
Nazım Hikmet’in cevabi mektubunu ise 3 Ocak 1943 tarihlidir.
Nazım Hikmet mektubunda kitabın Rusçasının kendisinde olduğunu, o nasıl uygun görürse tercümeye öyle başlayabileceğini, onun için en önemlisinin telif ücreti olduğunu, dayısı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa vasıtasıyla Maarif vekiline tesir ederek, hapiste olduğunu ileri sürerek bir miktar avans kopartabilirse eğer ona ve yakınlarına iyilik etmiş olacağını belirttikten sonra şunları kaydeder:
“Bir kere daha reca ediyorum, tecrübelerinizden istifade etmek üzere yaptığımız işi karşılıklı mübadele edelim. İtirazlarınızı açık ve sert olarak bana yazınız, ben de bazı yerlere takılırsam size yazarım. Ancak bu suretle eserdeki üslub vahdetini bir çeşit kollektif otokritikle temin edebiliriz. Ben tercüme hususunda size nazaran çok acemiyim ve yapacağınız tenkidleri istifadeyle karşılayacağımdan emin olunuz.”
Nazım Hikmet aynı sırada arkadaşı Kemal Tahir’e de “Harp ve Sulh”u çevirmeye başladıklarını yazar.
“Tolstoy'u tercümeye başladım. Bir hafta tercüme üslubu üzerinde kafa yordum. Bazı neticelere vardım. Fakat bu neticeleri tatbike kalkarsam iki ihtimal var: 1) Eseri vaktinde teslim edemem, çünkü dehşetli uğraşmak lazım. Düşün ki vardığım neticelerin yarım yamalak tatbiki suretiyle bile bir haftada ancak 7 sayfa çevirebildim. 2) Böyle bir üslup tecrübesini Maarif Vekaleti Tercüme Bürosu'na anlatmak müşkül.
İşte bu sebeplerden dolayı, Tolstoy'u maalesef babadan kalma ve bütün sevilen muharrirlerin cümle kuruluşlarını bizim berbat kitabi cümle kuruluşuna uyduran ve bu suretle tercümelerimizde bir Tolstoy üslubu (bilhassa cümle kuruluşu bakımından) ile bir Maupassant üslubunu ayırt edilmez hale sokan usulle çevirmeye karar verdim.”
Nazım Hikmet’le Zeki Baştımar’ın mektuplaşmalarında bundan sonra sadece Nazım Hikmet’in yazdıkları var.
*
Ve Nazım Hikmet “Harp ve Sulh”un tercümesine başlar. Şimdi üç işi vardır. Bir yandan Kemal Tahir’e yazdığı gibi “tercümeye çalışmaktan kolu fena ağrıyor”, bir yandan kim bilir belki de tercümenin verdiği coşkuyla “Memleketimden İnsan Manzaraları”na çalışıyor, “her gece saat 21 ile 22 arasında” ise “küçücük yazıcıklar, minicik lirik şiirler” yazıyor karısına. Zeki Baştımar’a yazdığı mektupta, “pek de üzerinde durulmağa değer şeyler” olarak görmediği, “ama mademki bir kere bahsetti”, fikir edinsin diye bir tanesini yazar ki şöyledir:
“Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu
son lodoslar esmeğe başladı.
hava dinmiyor
nabız yavaşladı.
Uludağ’da zirvede kar
Ve Kirazlıyayla şahane ve şipşirin uykudadır
kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar.
Ovada kavaklar soyunuyor.
İpekböceği tohumları kışlıklarına gitti gidecek,
sonbahar bitti bitecek,
neredeyse girecek gebe uykularına toprak.
Ve biz, yine bir kış daha geçireceğiz
büyük öfkemizin içinde
ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak..”
Mektubunu şöyle bitirir Nazım Hikmet:
“Bunlar karıma, Piraye’ye yazılmış şeylerdir. Bir saatin emeği . . . Dedim ya bunlar sulu boya resimler gibi bir şeyler. Eğer sizi ilgilendirirse üslup bakımından da birbirine benzemiyen bu sulu boyalardan her mektubumda bir tane yollarım.
Hoşça kalın kardeşim.
Nazım”
Aynı sırada Kemal Tahir’e yazdığı mektupta, “Tercüme bütün günümü yiyip bitirerek alıyor,” diye yazar Nazım Hikmet ve arkasından şunları yazıyor:
“Tolstoy'a gelelim. Halis muhlis dev. Fakat bu devin bir çocuk yüreği var. Dehşetli bir şey. Bir bakıma realizmin şaheseri onda. Sana Tolstoy'un tekniği -ne harikulade, ne basit, bundan dolayı da nasıl güç- hakkında uzun uzadıya yazacağım.”
3 Mart 1943 tarihli mektubunda Zeki Baştımar’ın gönderdiği ve “Hızır gibi” yetişen 80 liralık avansı aldığını yazar Nazım Hikmet. Tercümenin kendisine verilen kısmını bitirmiş. Bu Nazım Hikmet’in ilk edebiyat çevirisidir, birçok hata yapmış olabilir, Baştımar’ın insafına sığınıyor. Tercümenin Zeki Baştımar imzasıyla çıkacağını biliyor, Türkçenin nesir dili ile şiir dili üzerine önemli şeyler yazıyor ve üç yıldan beri üzerinde çalıştığı “Manzaralar”dan bahsediyor. Daha sonra gönderdiği tarihsiz bir mektupta, Maarif Vekaletinin “ve” kullanmayın” demesi üzerine, “Ve ve'dir amma, elbette ki müşteriyi düşünmeğe mecburuz bundan dolayı ben elimden geldiği kadar zavallı, canlı, zaruri VE'lerin canına kıydım,” diyor.
Yine tarihsiz bir mektupta, elinden geldiği kadar Tolstoy’un üslubunu muhafaza etmeye çalıştığını yazar Nazım Hikmet. Ancak muvaffak olup olmadığına emin değildir fakat bu tecrübesinin şimdiden pratik bir neticesini aldığını yazar ve sözü o sırada yanında yatan Orhan Kemal’e getirir:
“….burda benimle yatan, suçunun mahiyeti benimkisi gibi, genç ve çok istidatlı bir arkadaşım var. Kendisi çok dikkate değer hikayeler ve şiirler yazıyor, Türkçeden başka dil bilmiyor, harıl harıl Fransızcaya çalışıyor, işte o, Tolstoy tercümesindeki üslup başkalığından faydalandığını söylüyor, hatta yeni bir hikayesinde, tabir caizse, Tolstoy’un üslubunun bir iki örneğini de başarıyla verdi.”
Sıra ikinci cildi çevirmeye gelir. “Kalaç” diye bir kelimeye takılır Nazım Hikmet, lugatta yok, anlamını sorar ve hemen arkasından, “Bir recam daha var: şu birinci cildin parasını bir an evvel almak için gereken teşebbüslere girişin kuzum. Malum ya viran olası hanede evladü ayal var.”
Bundan sonraki mektuplarda belli ki “müşterinin” dille ilgili bazı kaygıları var, ne de olsa “resmi bir kurum”, Nazım Hikmet bu konudaki fikirlerini yazar. Arkadaşına “dişini sıkacağını” söyler. Bir süre sonra 200 lira telif ücreti alır Nazım Hikmet, para bir kez daha “Hızır gibi yetişir.” Bir mektubunda Baştımar belli ki İstanbul’a gideceğini yazmış, bunun üzerine Nazım, “İstanbul'a gittiğinizde o canım şehrimi benim yüreğimle ve gözlerimle de doya doya seyretseydiniz. Şehrimden beni ayıran yıllar çoğaldıkça ona karşı sevgim dayanılmaz bir hasret halini alıyor,” der. 11 Aralık 1943 tarihli bir mektuptan, Nazım’ın ikinci cildin tercümesini de bitirdiği anlaşılıyor. Yazışmaları belli ki yıllarca devam eder. 8 Şubat 1946 tarihli bir mektubunda Nazım Hikmet, hâlâ bir yandan tercümeye çalıştığını bir yandan da “Manzaraları” yazmaya devam ettiğini söyler.” “Manzaralar”a artık “rubai”ler karışmış. Mevlana’nın “Suret hemi zıllest” (Bil ki bu resimde görünen suret bir gölge, bir heyuladır./Bil ki onu resmeden illet-i ûlâdır./Lâhut âlemi nasute alçalmaz, fakat/Bil ki nasut lahutla meydana çıkar)rubaisine materyalist bir cevap yazmış:
“Bir gerçek alemdi gördüğün şey ey Celaleddin, heyula filan değil,
uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illeti-ula filan değil, ve senin azgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi:‘Suret hemi zıllest..’ falan diye başlıyan değil…”
Bir de Hayyam’la polemiğe girdiğini yazar ki o da şöyle:
“Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan
Yakut şarabı billur kadehe doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan
Perdesiz buz gibi odasında uyandı delikanlı,
Gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar düdüğüydü uğuldayan”
*
Tolstoy’un yedi yılda yazdığı “Savaş ve Barış”ı; Zeki Baştımar ve Nazım Hikmet “Harp ve Sulh” adıyla dört beş senede bitirmişler. Kitap, Nazım Hikmet’in adı “komünistler” listesinde olduğu için Zeki Baştımar adıyla MEB Yayınları arasında çıktı. İşin tuhaf yanı, Nazım Hikmet “komünizm propagandası” yapmaktan içerdeydi, Zeki Baştımar ise o sırada, TKP Merkez Komitesi üyesiydi.
Demek bazı şeyler devletin de gözünden kaçıyormuş!
***
Yararlanılan Kaynaklar:
Tolstoy, “Harp ve Sulh”, Çeviren: Nazım Hikmet-Zeki Baştımar, Can Yayınları
Erden Akbulut, “Zeki Baştımar, Yaşam Öyküsü, Mektuplar, Yazılar”, Sosyal Tarih Yayınları
Nazım Hikmet, “Kemal Tahir’e Hapishaneden Mektuplar”, Adam Yayınları