İsminden nefret eden adam!
İsmiyle müsemma insanlar vardır; isimleriyle benlikleri, dış görünüşüyle adları örtüşür, isimlerinin bütün hususiyetlerini üzerinde taşırlar. Bazıları da tam tersi, isimleriyle benlikleri tezat teşkil eder.
Babası ona “Nurullah” adını verirken, zihnine üşüşen imajların baskısına mı boyun eğdi, yoksa oğlunun karakterinin bu isme uygun olarak biçimlenmesini mi temenni etti bilinmiyor, bilinen tek şey eğer “ismiyle müsemma” diye bir şey varsa, belki de “ismiyle müsemma” olmayan tek şahıs Nurullah Ataç’tır. İsmini sevmiyor, hatta belki de nefret ediyor ondan, bu yüzden kendine soyadından bir isim yaptı; “Ataç” dedi kendine, bir süre sonra herkes “Nurullah” ismini adeta unuttu, hatta Can Yayınları onun bütün eserlerini yayınlarken kitaplarının kapaklarında “Nurullah” adını hiç kullanmadı; o herkesin bildiği “Ataç”tı çünkü.
*
“Allah’ın nuru” anlamına gelen ismini sevmemesinin sebebi neydi? Kendini nasıl görüyordu? 1950’li yılların gazetecisi Sermet Sami Uysal’ın “Eşlerine Göre Ediplerimiz”diye bir kitabı var, Cumhuriyet gazetesi adına yazar eşlerine sormuş. Nurullah Ataç’ın kapısını da çalmış, eşi Leman Hanım’a sormuş onu, benim sorumun cevabı orada var:
“Nurullah Ataç: ‘Siz sormadan ben söyleyeyim, evde içki içmeme kızarlar.’ Eşi Leman Hanım ekler: ‘Kumar oynamana da kızarız. Ayrıca sık sık sıhhatimle alakadar olmayın, bıktım usandım diye bağırır.’
Uysal sorar: ‘Leman Hanım eşiniz en çok neyi sever?’ Leman Hanım, ‘kavgayı’ der. ‘Peki batıl inançları var mıdır?’ sorusuna da ‘Ah! Sadece gavurum der geçer,’ cevabını verir. Nurullah Ataç burada devreye girer, “Gavur değil dinsizim’ diyerek eşini düzeltir.
“Dinsiz Nurullah” İslam medeniyetinin Türkçeye yaptığı katkıya karşı kılıç çekerek “dil kavgasına” girer. Aslından “dil devrimi” onun tığ teber şahı merdan ortaya çıkmasından çok önce başlamıştı. Ama o 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu’nun başlattığı devrimi hiç önemsemedi başlarda, dili öz Türkçeleştirmek için giriştiği savaş 1944’ten sonraya rastlar ve bir süre sonra “öz Türkçe” onda bir aşka, iflah olmaz bir tutkuya dönüşür.
*
Ona göre geri kalmış olmamızın tek müsebbibi aydınlardır. Aydınlar yeterince aydınlanmamış ki başkasını aydınlatsın. Bizim aydınımızla Batılı aydın arasında dünyalar kadar fark var. Aramızdaki mesafeyi biçimlendiğimiz kültür yaratmış. Biz önemli değerler yaratmamış bir kültürün ürünleriyiz. Ona göre biz de insanız, Batılı birey de. Peki biz neden onlardan geriyiz veya onlar neden bizden ileri? Batılılar neden bizden daha çalışkan, daha girişimci, daha yaratıcı, idrak yeteneği daha gelişmiş? Bunun sebebi nedir? Ataç’a göre bu soruların cevabı eğitimde yatar. Onlar başka türlü bir eğitimle biçimlenmiş, arkalarında muazzam bir gelenek var. Bu geleneği sürdürüyorlar, Latin geleneğini… Güçlü edebiyatları, büyük yazarları var. Üstünlüklerini bu gelenek ve birikimden alıyorlar. Biz de onlar gibi olmak istiyorsak, kendimizi Avrupa uygarlığının eline teslim etmeli, onun içinde adeta erimeliyiz. Bu yüzden okullara derhal mecburi Latince dersleri konulmalı, eski Yunan kültürü okutulmalı, öyle ki sadece talebelere değil bütün topluma bu kültür öğretilmeli, benimsetilmeli, o medeniyetin bütün eserleri Türkçeye çevrilmeli ve geçmişte bağlı olduğumuz İslam medeniyeti tamamen terk edilmelidir. Ona göre Yunan ve Latin eserleriyle beyinleri yoğrulmamış toplumlarda demokrasi de milliyetçilik de edebiyat da olmaz.
İşte Nurullah Ataç’ı “öz Türkçe” savaşına götüren yer burası. Her şeyden önce Türkçeyi İslam medeniyetinin etkisinden arındırmak gerekir. Çünkü her şey dille başlar.
*
Türkçe başlangıçta tek heceli bir bozkır diliydi. Türkler at sırtında geziyor, derdini anlatmak için çoğunluğu fiil olan kısa kelimelere başvuruyor, at, tut, ver, vur, bak, tak, dur, sür, yat, kalk, yut, ye, iç diyerek akından akına koşuyordu. İslam’la tanışınca; komut veren, tek heceli, ahengi olmayan, sadece nesneleri gösteren bu dilin medeni bir hayatın idamesine yetmeyeceğini anladılar. Bu yüzden diğer Müslüman toplumların dillerinden özellikle Arapça ve Farsçadan “ve” ve “ki” eklerini alarak kelimeleri birleştirdiler, birleşik yeni kelimeler ürettiler. Kurdukları imparatorluğun sınırları genişledikçe dilin de sınırları genişledi. Diğer dillerden alınan kelimeler zamanla Türklerin “malı” haline geldi.
Nurullah Ataç’a göre, bütün Türklere Latince öğretmek mümkün olmadığına göre yapılacak en doğru şey, toplumun İslam medeniyetiyle olan bağını dil yoluyla kesmektir. Dilde diğer İslami toplumlardan alınan bütün kelimeler atılacak, yerlerine öz Türkçeleri bulunacak, bu iş başarıldıktan sonra her şeye sıfırdan başlanacak, yepyeni bir toplum inşa edilecek. Ha onun bir şartı vardı, günün birinde Latince Yunanca okullarda zorunlu ders olursa o da öz Türkçe sevdasından vazgeçecekti.
*
Peki Ataç dilde ne yaptı?
Önce Türkçede birkaç karşılığı olan kelimelerden sadece öz Türkçe olanları kullandı. Sonra birleşik kelimelerden İslam öncesi olanlarını… sonra da kendisi kelime uydurmaya başladı. Abay (dikkat), angı (hatıra), bağlanç (din), betki (makale), bilimtay (akademi), boşuğ (izin), buğulu (vapur), güdek (dava), satak (pazar), sücü (şarap), yazak (kalem), yoru (mana), betik (kitap), bediz (resim), dörüt (sanat), dörüteri (sanatçı), yır (şiir), yımızık (çirkin), yumuşçu (hizmetkar), dilmaç (tercüman), dokunca (zarar) gibi yüzlerce kelime uydurdu, yazılarında ısrarla bunları kullandı ancak bu kelimelerden hiçbiri tutmadı. Fakat gelin görün ki onun “uydurduğu” ve bugün hepimizin atalarımızdan miras kaldı sandığımız bazı kelimeler ise tuttu, hayatımıza girdi, onlardan bazıları da şöyle:
“Akım, anı, asalak, ayrıcalık, ayrıntı, bağnaz, beğeni, bellek, bilim, ödev, öğreti, bilinç, birey, çeviri, devrim, doğal, eleştiri, etkinlik, ezgi, örneğin, içerik, ilke, izlenim, koşul, kural, olanak, olay, somut, soyut, tepki, uyak, yapım, sözcük, beğeni, öykü, özgür, tutku, erdem, gereksinme, konut, yaşam, giysi, istem, yetki, yargılamak, uygar, kuram, tutku, toplum, yasa…”
Ataç bir kelime uydurur, yazılarında kullanır ve herkesin o kelimeyi benimsemesini isterdi. Misal, “bülbül” kelimesine karşı bulduğu kelimeyle ilgili Sezai Karakoç’un hoş bir hatırası var, anılarında anlatır Sezai Bey, şöyle:
“Bir gün de şehrimize Nurullah Ataç’ın geldiği duyuldu. Halkevine götürdüler bizi. Ataç’ı dinledik. Divan Edebiyatından birçok güzel beyit ve mısra konuşmasının arasına serpiştirmişti. Yazılarında o zamanlar büyük tepkiyle karşılanmış olan Orhan Veli şiirini savunan Ataç’ın konuşmalarında divan şiirini beğenmesi ilk anda bir sürpriz tesiri yapıyordu insanda. Sonra Ataç okula geldi. Okulda da konuştu. İsim vermeden şair ve yazarların birçoğunu, konuşmalarını ve yüz hatlarını taklit ederek ağırca eleştirdi. Yakup Kadri’yi, Ahmed Hamdi’yi, Necip Fazıl’ı. Edebiyat hocamız ve biz bir iki arkadaş dışında kimse anlamadı ima ettiği yazar ve şairleri. Bülbül’e ‘sanduvaç’ adını takmıştı o sıralar Ataç. ‘Sandöviç’ kelimesi de dilimize o günler girmeye başlamıştı. Ataç: ‘neden sandöviç’i kabul ediyorsunuz da sanduvaçı kabul etmiyorsunuz?’ diye kendini savunuyordu.”
*
Tiyatro eleştirmenliğiyle başladı yazarlık hayatı. Edebiyat türleri içinde en çok şiire önem verdi. Eleştirmenliği sonradan geldi. Ona göre bir kitabı eleştirmek için tümünü okumak gerekmiyordu. O öyle yapıyordu çünkü, birkaç bölümü okuduktan sonra kitap hakkındaki fikrini yazıyordu. Hiçbir zaman yazılarında derinleşmedi ama yazdıkları da yüzeysel kalmadı. Bir süre sonra Ataç bir onay makamı oldu çıktı. Beğendikleri rüştünü ispatlamış demekti. Orhan Veli onun kanatları altında büyüdü. Garipçileri hep destekledi, yazdıkları şiire “şiir değil” demedi. Şiire nasırın, Melahat’ın, Süleyman Efendi’nin girmesini kaygıyla karşılamadı. (Cemil Meriç’e göre “Melih Cevdet ve benzerleri, Ataç gübreliğinde yetişen son mantarlar”dır.) Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Orhan Veli, Cahit Sıtkı gibi şairlerle çok iyi dostluklar kurdu. Kendi deyimiyle “dinleyecek birini buldu mu susmak nedir bilmiyor”du. Sevdikleri yanındaysa adeta coşuyordu, Nedim’den, Fuzuli’den, Baki’den, Naili’den, Necati’den, Galip’ten, Karacaoğlan’dan, Yahya Kemal’den, Ahmet Haşim’den, Orhan Veli’den ezbere şiirler okuyor, bazen de sohbete dalıp eve geç kalınca, gülerek şu dörtlüğü okuyordu:
“Bırak bu gülşeni
Eve kıralım dümeni
Yoksa bizim kadın beni
Döver herif herif diye”
Eskilerden Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’i hep baş tacı yaptı. Ona göre Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Yakup Kadri edebiyata girdiğinde üç önemli rehberiydi. Bu yüzden onlara “üstat” derdi. “Üstat” kelimesi şimdi olduğu gibi ayağa düşmemişti, kimse durup dururken birbirine “üstat” diye hitap etmezdi. “Üstat” dediği zaman bu kelimenin manasını düşünerek kullanırdı. Tıpkı çırağın ustasına “ustam” derken duyduğu hürmet gibi.
Ama mesela Mehmet Akif’i hiç sevmezdi. Mehmet Kaplan’ın “Ataç, Akif’i Müslüman olduğu için sevmez,” demesi üzerine Nurullah Ataç “hayır” dedi, Akif’i “bayağı” bulduğu için sevmediğini söyledi. “Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” diyen şair ona göre bayağıydı. Akif’i mahalle kahvesi düşünürü, şairi olarak gördü. Ona göre Akif yalnız Batı uygarlığını değil, Doğu uygarlığını da sevmez, o uygarlığın ince yanını hiç sevmezdi. Ona göre Akif, “Şirazlı Hafız’a da Nedim’e de söver, şiire düşman”dı.
Anne tarafından Necip Fazıl’la akraba sayılırlar, annesi Maraşlı Kısaküreklerdendir. Ama baştan beri Necip Fazıl’la yıldızları hiç barışmadı, Ataç onu “örümcek ağının şairi” diye küçümsedi; Necip Fazıl da onu “Leş hayatının sonuna doğru dini bayramlarda kapısına, ‘Müslümanların gününde ziyaret kabul etmiyorum’ diye yafta asacak kadar kuduz İslâm düşmanı” olarak niteledi. “Babıali” kitabında da onu bir seferinde “tokatladığını” yazdı.
*
İstanbul’u hiç sevmediğini anlatırlar. Bu şehir ona geçmişi ve ölümü hatırlatıyormuş meğer. Buradayken Ada’da yaşıyordu. Kedileri, içkiyi ve kağıt oyunlarını neredeyse edebiyat kadar seviyordu. Bazı akşamlar bezik ya da briç oynamaya gidiyor, geç geliyor, bu yüzden eşiyle hep tartışıyordu. Bir diğer tartışma konusu da evdeki kitaplardı. Kitaplar evin her yerinde dağınık duruyordu, düzeltince çok kızıyordu, mecbur olmayınca yıkanmıyor, ev işlerinden anlamıyor, yumurta dahi kıramıyor, ampulü yerine takamıyor, kahve pişiremiyor ama fincan fincan kahve içiyordu. Yaşlanmaktan ve ölümden çok korkuyordu. Adana’ya bayılıyordu, burada ona ölümü hatırlatacak eskiye dair hiçbir şey yoktu çünkü.
*
1939 yılında Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü’ne öğretmen olarak atandı. 1940’ta kurulan Tercüme Bürosu’nda çalışmaya başladı. Dil devrimine olan hayranlığı da bu dönemde başladı. O artık bu devrimin yavuz bir savunucusu, yılmaz bir neferiydi:
“Dil işine sonradan giriştim. Ben öztürkçe için nice kazançlarımı teptim, rahatımı kaçırdım. Üzdüm kendimi, adımı deliye çıkardım… Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncelerle anladım da onun için o yolu tuttum.”
1947 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün baş mütercimliğine getirildi. İsmet Paşa bu makamda kaldığı süre boyunca öğle yemeklerini Ataç’la yedi. 1950 yılında iktidar değişince Celal Bayar, Nurullah Ataç’ı reisicumhurun masasından kaldırıp personel masasına gönderdi. Ataç çok kızdı, hemen görevinden istifa etti.
*
Nurullah Ataç, okurların değil şair ve yazarların nezdinde meşhurdu. Onu yazarlar ve şairler tanıyordu. Büyük bir şiir tutkunuydu. Yaşadığı dönemde yayınlanan hemen hemen bütün şiirleri okudu. Birçok kişi, birçok şairi onun üne kavuşturduğunu sanır. Oysa o aynı fikirde değildi. Ona göre böyle düşünenler “alıktı”, “gerçekten değeri olmayan bir şiire ben değer katabilir miyim?” diye sordu ve şunları söyledi:
“Kimse katamaz. Orhan Veli iyi bir şairdi, ben övdüğüm için değil, gerçekten bir değeri olduğu için iyi bir şairdi. İlk ben etmişim onun sözünü. Biliyorum, benden önce de onun değerini anlayanlar olmuştur.”
Fikrini daha da pekiştirmek için şu hikayeyi anlattı.
Eskiden bir paşa vali okulları teftiş ediyormuş. Bir sınıfa girmiş, sınıftaki öğretmeni beğenmemiş, çıkışmış öğretmene, öğretmen de ona, “Ne yapalım paşam. Size paşa ol diyorlar, oluyorsunuz, bize öğretmen ol diyorlar olamıyoruz” demiş.
*
Turgut Uyar onun için, “ama her şeyden önce o, edebiyatı kendine dert edinmiş kişidir” dedi. Ona göre Ataç her şeyden çok budur. Denemelerine, eleştiri yazılarına, günlüklerine, fıkralarına, yazdığı bütün yazılarına sinen kişilik, yayılan hava budur. “Galiba en çok da böyle bilinmekten hoşlanırdı,” diye ekledi.
Bir kitap, bir piyes, bir şiir mevzu ne olursa olsun o şey hakkındaki fikrini açıkça yazan bir eleştirmendi. Bu yüzden bazen çok kaba ve kırıcı olmuş, birçok yazarı kendinden ölümüne küstürmüştü. Kolay kolay beğenmez, beğendiğini de bırakmazdı. Belki de Türk fikir hayatında onun kadar yazıya konu olmuş yazar yoktur.
Kimilerine göre Türkçe bugün bu kadar fakirse bunun müsebbibi Ataç’tır; kimilerine göre de bugün derdimizi bu kadar kolay anlatabiliyorsak Ataç sayesindedir. Karşı olanlar, onun gençleri zorla “uydurma” bir dile sevk ettiğini, dili soysuzlaştırdığını, kısırlaştırdığını, dilin yapısını ve gramerini altüst ettiğini düşünür. O bir tasfiyeciydi. Peyami Safa’ya göre o “kendi kendine bile sadık olmayan” biriydi. Bugün beğendiğini yarın yerin dibine batırır, dün sevmediğini bugün göklere çıkarırdı.
“Ve” bağlacına düşmandı. Türkçeye devrik cümleyi o soktu.
Hakkında en ağır konuşan Cemil Meriç’ti. Ona göre Ataç “satıhtı, her değere düşmandı, hiçbir şeye inanmazdı, Halk Parti eşkıyasının çoban köpeğiydi, bir mezar kazıcıdır, çöken bir cemiyetin harem ağasıdır ve bir hadımlar edebiyatının akıl hocasıdır.”
Yakın dostu Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre ise, “O, milletimizin dilini en iyi konuşan adamdı; bir klan diliyle konuşmağa kalkıştı. Ne yazık. Akıl her zaman akıl değildir”.
*
48 yaşında vefat eden eşi Leman Hanım’ın yüzüğünü parmağından çıkardı, kendi yüzüğünün yanına taktı. Karısının ölümünden sonra sadece iki yıl yaşadı.