Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Orhan Veli’nin “Oktay’a Mektuplar” şiiri üç kıtadır, her kıta kısa bir mektuptur, ayrı ayrı günlerde yazılmış. Üç mektup da Ankara mahreçlidir. İlkinde 8 Aralık 1937 tarihi var, vakit gecenin saat 9’udur, şöyle:

        “Kış, kıyamet

        Macar Lokantası'nda yazıyorum

        İlk mektubumu. Oktay'cığım

        Bu gece sana bütün sarhoşların selâmı var”

        İkinci mektup iki gün sonrasının tarihini taşır, 10 Aralık’ta yazılmış, bu kez gündüz saat 14.30’dur.

        “Şu anda dışarda yağmur yağıyor

        Ve bulutlar geçiyor aynadan

        Ve bugünlerde Melih'le ben

        Aynı kızı seviyoruz.”

        Üçüncü mektup 1938 yılının yılbaşı günü tarihini taşır, sabah saat 10’dur.

        “Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz.

        Ne üstte var ne başta.Onu sevmeseydim

        Belki de beklemezdim

        İnsanlar için öleceğim günü.”

        *

        Oktay Rifat’la Orhan Veli Ankara Lisesi’nde sınıf arkadaşıdır. Edebiyat öğretmenleri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Bir gün hocaları Ahmet Hamdi derste, “Gül mü, yoksa yapma gül mü daha güzeldir?” diye bir soru sorar, kimsenin cevabını beklemeden sınıftan çıkar.

        Yıllar sonra, 1948’de Garip akımına karşı çıkan gelenekçi şairlere karşı öğrencilerinin yanında durur Ahmet Hamdi, ona göre o çocukların en büyük kabahati, canlarının istediği gibi şarkı söylemeye kalkışmış olmalarıydı; karşılarında olanlar da “başımıza icat çıkarmayın” diye azarlıyordu onları.

        Orhan Veli’nin “Oktay’a Mektuplar”ı yazdığı günler, Melih Cevdet’in hatıratında oldukça uzun bir yer tutar. O yaşlarda bütün delikanlıların uçarılıkları, yaramazlıkları var onların da üzerinde. Ama bunlarınki biraz farklı hem şairler hem de muzipler. (Orhan Veli, yaygın şiirin en büyük temsilcisi Ahmet Haşim’in “Canan ki gündüzleri gelmez/Akşam görünür havz üzerinde” beytini, “Canan ki gündüzleri gelmez/Akşamları hiç gelmez” diye tiye almış; gerekirse bunları da yazabiliriz diyerek Yahya Kemal benzeri beyitler döşemiş defterlerine.) Bazıları hiç ciddiye almaz ama mesela Hasan Ali Yücel çok kıymet verir onlara, bir de onları önemseyen Nurullah Ataç gibi bir otorite var, bu yüzden arkaları sağlam. Başları her sıkıştığında koşuyorlar Hasan Ali Bey’e, o da bu “mütercim” şairlere elinden geldiği kadar destek olur.

        Kötü bir bekar odasında birlikte kalıyor Orhan Veli ile Melih Cevdet. Üst baş perişan, iş yok güç yok. (Orhan Veli’nin babası Veli Kanık Cumhurbaşkanlığı Bando Şefi, sonra da Radyo Müdürlüğü yapmış. Şakacı, muzip bir adammış. Bir gün bir dostuyla radyoevinden çıkarlarken oğlu Orhan’a rastlamışlar, oğlunu yaşlı dostuna tanıştırmış. Dostu, “Ne iş yapar mahdum bey?” diye sormuş, Veli Bey, “Kaldırım mühendisidir” cevabını verince, dostu, “Maşallah, maşallah iftihar ettim” demiş. Veli Bey kıs kıs gülmüş.) Ankara Yenişehir’de bulunan Kutlu Kıraathanesi’nde geçiyor bütün zamanları. Oktay Rifat Paris’tedir. Orhan Veli “Oktay’a Mektuplar” şiirini o günlerde yazıp yayınlamış. Hasan Ali Yücel, o sırada yeni kurulan İkinci Celal Bayar hükümetinde Milli Eğitim Bakanıdır. Kahvenin müdavimleri yazarlar, şairler, politikacılardır; Hasan Ali de vakit buldukça kahveye geliyor. (Evet demek o zamanlar bakanlar da kahveye gidiyormuş! Tuhaf sorular soran bir adam vardı bizim köyde, en çok merak ettiği şey, ağaların da defi hacet edip etmedikleriydi, karşısına çıkan herkese sorardı.)

        Hasan Ali bir gün girer kahveye, bir masada üşengeç üşengeç oturan Orhan Veli ile Melih Cevdet’i görür, gider masalarına oturur. Melih Cevdet zayıf, çelimsiz, kibrit çöpü gibi, Hasan Ali “zayıflamışsın” der ona. Şair “beslenemiyorum” diyemez, Hasan Ali anlar vaziyeti, “Yoksa aşık mısın?” diye sorar. Cevabını beklemeden Orhan Veli’ye bakar, “Ve bugünlerde Melih’le ben/Aynı kızı seviyoruz” dizelerini mırıldanır gülümseyerek.

        “Sahi mi bu?”

        İkisi de “evet” der.

        Hasan Ali birden ciddileşir:

        “Öyleyse neden birbirinizi öldürmüyorsunuz?”

        Anlatmaya çalışırlar neden öldürmediklerini. İkisinin de birer sevgilisi var. Şimdi rekabet üçüncü sevgili üzerinedir. Birisini seçmişler, şairane bir oyun oynuyorlar. Romantik bir malzeme, birbirini öldürecek bir durum yok, Hasan Ali Yücel anlar vaziyeti.

        Aynı mahallede oturuyorlar kızla. Kızın evi böyle bayırımsı bir yerde, pencereleri yüksek biraz. Yaz akşamları, ay böyle gökyüzünde parlarken özellikle iki şakacı arkadaş pencereden kızı seyretmek için evlerinin oraya giderler. Melih Cevdet her defasında Orhan Veli’nin omuzlarına çıkar, pencereden kıza bakar. Bir gün Orhan Veli ister, yer değiştirirler, Orhan Veli, Melih Cevdet’in omuzlarına çıkar, çıkmasıyla “çabuk beni indir” diyerek çırpınması aynı ana rastlar, “kaçalım” diye bağırır. Meğer pencereye çıkar çıkmaz aniden kızın babasıyla yüz yüze gelmiş, korkudan neredeyse bayılacak.

        *

        Cahit Sıtkı Diyarbekirlidir. Galatasaray’da okumuş, kendini çirkin buluyor, hakir görüyor kızların yanında. Arkadaşlarının sevgilileri var, ona sorduklarında “benimki Diyarbekir’de” der, ondan geliyor sansınlar diye kendi kendine mektuplar yazar, oysa çocukluk arkadaşı Vedat Günyol’un kız kardeşine aşıktır, Beşiktaş’ta oturuyor kız, çok sık görüşüyorlar ama hiçbir zaman açılmaz ona, “Haydi Abbas” o aşkın şiiridir.

        Özlem, hasret, keder, çaresizlik, yalnızlık, çirkinlik, kendini beğenmemek ve ölüm korkusu, onun yanında benzersiz bir yaşama sevinci bu muhteşem şairin dertleridir. 46 yaşında öldü, öldükten sonra Ahmet Hamdi Tanpınar arkasından, “Düşmüş bir melek gibi yerini yadırgayarak yaşadı ve bizim görmediğimiz kanatlarından tutuşarak öldü” dedi, yaşarken hep kesif bir yalnızlık içinde yaşadı. Ona göre yalnızlık, “geniş, siyah gölgesi hayatını kaplamış, tepesinde kanat germiş bir kartaldı”. “Yalnızlığımızla çoğalıp, kalabalığımızla eksiliyoruz/Ve öylesine kalabalık ki yalnızlığımız ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz.”

        Orhan Veli en yakın arkadaşlarından birisiydi. Melih Cevdet ve onu tanıyan birçok arkadaşına göre Cahit Sıtkı’nın insan severliği sadece şiirlerinde kalan bir şey değildi. Numara yapmıyordu yani. İnsanları gerçekten de seviyordu, hakikiydi. Etliye sütlüye karışmaz, şair arkadaşlarının dedikodusunu yapmaz, içki içerken hepten işi duygusallığa vururdu. Bu tür hikayelerini Vedat Günyol’dan ne çok dinlemiştim.

        *

        Bir hikayeyi Melih Cevdet anlatır. Bir akşam iki arkadaş meyhanedeler, söz döner dolaşır Peyami Safa’ya gelir. Melih Cevdet başlar Peyami Safa’yı yerden yere vurmaya.

        Sol cenahta Peyami Safa iyidir diyen çok az insana rastlanır. Solcular kitaplarını da fazla okumamışlar, Selim İleri gibi yazdıklarına müptela aklı başında birkaç kişi hariç… Solda herkes onu Nazım Hikmet’le ve diğer şair yazarlarla girdiği kalem kavgalarından bilir. Tıpkı Hegel’i bildikleri gibi bilirler onu da… Hegel doğru düzgün Türkçeye çevrilmemiştir ama hemen herkes Hegel’e dair bir araba dolusu laf edebilir, çünkü onu Marx’tan biliyorlar (o bildikleri de Marx’ın bilmem ne kitabının önsözünden!), efendim Marx demiş ki “Hegel’de diyalektik baş aşağı duruyordu, ben onu ayakları üzerine oturttum” falan gibi lakırdılar gırla, hepsi bu kadar. Peyami Safa da öyle… Oysa muhteşem romanların yazarıdır, hatta “Türk İnkılâbına Bakışlar” eseriyle Kemalist inkılabın felsefi teorisinin temellerini o atmış derler.

        Hayatı ıstırapla başladı. Babası İsmail Safa şairdi, Tevfik Fikret’le arkadaştı, doğan oğluna Peyami adını Tevfik Fikret verdi. Kendi deyimiyle “şuuru bir facia atmosferi içinde” doğdu. İki yaşındayken babası ve askerde olan ağabeyi aynı anda öldü. Hem kocasını hem de oğlunu kaybeden bir kadının “hıçkırıkları arasında” kendini buldu, öyle büyüdü. Bu durum sanatına öyle bir tesir yaptı ki, bütün kitaplarına “bir facia bekleme vehmi” ve “yaklaşan her ayak sesinde bir tehlike sezme korkusu” yerleşti. Dokuz yaşında feci bir hastalığa yakalandı, on bir yaşında hayatını kazanmak zorunda kaldı. Yetimliği meşhurdur. Nazım Hikmet’le daha sonra girdikleri polemikte Nazım ona “Bir düşün oğlum/bir düşün ey yetimi Safa diye seslendi.

        Cahit Sıtkı, Galatasaray’da lise talebesiyken yazdığı şiirleri Peyami Safa ile Nurullah Ataç’a gönderir. Ataç, yazdıklarını beğenmez, Peyami Safa ise çok beğenir ve Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde bu genç şaire dair arka arkaya üç yazı yazar. Böylece Cahit Sıtkı Tarancı diye bir şair doğar; bu doğumu Cahit Sıtkı çokça Peyami Safa’nın desteğine borçludur. O günden itibaren, 1940’ların ikinci yarısında, Nihal Atsız’ın Ankara’ya gitmesiyle birlikte ilk defa sokağa taşan sağ-sol çatışmasına kadar bu dostluğa halel gelmez. Ancak bir mülkiye öğrencisi olan Cahit Sıtkı sol cenahın içinde yer almış, Nazım Hikmet’i baş tacı etmiş, solcu şair ve yazarlarla dostluk kurmuş, Peyami Safa ise, Cahit Sıtkı’nın deyimiyle “faşistlerin” yol göstericisi olmuştur artık.

        Yolları ayrıldığı halde Cahit Sıtkı’nın o yumuşacık yüreği Peyami Safa’yı hepten yok saymaya bir türlü el vermez.

        *

        Melih Cevdet’le bir meyhane gecesinden bahsediyordum. Evet, Melih Cevdet Peyami Safa’nın saplantılarından, keskin dilinden, sola saldırmasından dem vurur, kötüledikçe kötüler. Üstelik soldan sağa geçmişti Peyami Bey. O bir dönekti falan derken, Melih Cevdet’in onu alabildiğine yermesi üzerine Cahit Sıtkı hüngür hüngür ağlamaya başlar.

        “Konuşma böyle, adamcağız yetim,” der Cahit Sıtkı gözyaşları içinde.

        Onun ideolojisini, saldırganlığını savunamayacağı için “yetimliğiyle” savunmak gelmişti demek şairin aklına.

        *

        Bir de neşeli bir hatıraları var, onu da anlatır Melih Cevdet.

        Garip Akımı yavaş yavaş yaygınlaşıp Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın isimleri duyulduğu günlerden bir gün Orhan Veli ile Melih Cevdet İstanbul’a giderler. Cahit Sıtkı ile Ahmet Muhip Dıranas da katılır onlara, Beyoğlu’nda bir meyhaneye giderler. Yan masada Peyami Safa ile bir arkadaşı da var. Laf masadan masaya uçar, derken masalar birleşir, Cahit Sıtkı; Orhan Veli ile Melih Cevdet’i tanıştırır Peyami Safa’yla. Derken herkes çakırkeyif olur, Peyami Safa, güftesi de sözleri de Ahmet Rasim’e ait, “Hârelensin aşkımız ey gül beden” şarkısını öğretmeye çalışır masadakilere.

        Derken meyhaneden çıkarlar. Peyami Safa, hep birlikte geneleve gitmeyi önerir onlara, kimse hayır demez, geneleve doğru yürümeye başlarlar. Şairler şarkıyı doğru düzgün öğrenememişler ki, yolda Peyami Safa kalemini cebinden çıkarır, önlerine geçer, kalemini orkestra şefinin çubuğu gibi sallayarak, gerisin geri giderek şarkıyı öğretmeye devam eder şairler korosuna. Genelevin kapısına gelirler, Peyami Safa elinde kalem, dudağında şarkı, genelevin kapısından geri geri içeri girer.

        *

        Bütün bu şairlerin, ediplerin bir dönemine yetişmiş olan rahmetli Halit Çapın’da yığınla hatıra vardı. Sonra bu hatıralarını “Benim Akşam Sefalarım”da yazdı. Bulduğum her fırsatta anlattırırdım ona, birisi şöyle:

        Oyuncu Erol Günaydın, oyun yazarı Cahit Irgat ve Halit Çapın, yukarıdaki şairlerin yaşadığı bir meyhane gecesine benzer bir gecenin sonunda pavyona gitmeye karar verirler. Bir masaya otururlar, hemen konsomatrisler etraflarını sarar. Bir konsomatris direk Erol Günaydın’a gider, yanağından bir makas alır ve “Ooo hoş geldin Erol Bey,” diyerek yanına oturur. Konsomatris Erol Günaydın’a adıyla hitap edince, sanatın halka inmesi konusunda oldukça iyimser fikirlere sahip, günün birinde sanatın halkı bilinçlendirerek devrime yol açacağına yürekten inanmış solcu Cahit Irgat sevinçten dört köşe olur, “Konsomatris tiyatro sanatçısı Erol Günaydın’ı tanıyor, demek sanat halka indi, demek devrim yakında,” diyerek amuda kalkmaya kalkışır. Halit Çapın engel olur ama nafile, ille de sevinçten amuda kalkacak pavyonun ortasında. Halit Çapın çaresiz konsomatrise sorar, “Erol Günaydın’ı nerden tanıyorsun çabuk söyle,” der. Konsomatris, “Bunu mu, geçen gün Kapalıçarşı’da bana halı satmaya kalkıştı” cevabını verir. Meğer o sırada Erol Günaydın tiyatronun yanında ek iş diye bir halı dükkanında çalışıyormuş.

        Pavyondan çıkarlar, vakit sabahı bulmuş neredeyse, çöpçüler İstiklal Caddesi’ni temizliyor, Cahit Irgat, “Durun arkadaşlar, emekçilere biz de yardım edelim” der ve bir çöpçüden süpürgesini ve faraşını ister. Çöpçü vermez, itişirler, çöpçü elindeki süpürgeyle Cahit Irgat’ı kovalar, “Deli mi ne, üzerime zimmetli lan bunlar” der.

        Türk aydının, çok istediği halde emekçi halka, işçiye o sabah da bir faydası dokunmaz.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar