Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dünyada olsun bizde olsun edebiyatçılar, sanatçılar oldum olası siyaseti en az sanatları kadar önemserler. Hatta içlerinden bazı büyük sanatçılar, sanatlarını siyasete feda edecek kadar önemser onu. Misal çaldıkları piyanoysa eğer ve piyano slogan atabilirse eğer sabahtan akşama kadar piyanolarına “haydi iktidara” sloganını attırır; şiirde kaba saba kaçmazsa eğer her dizelerine “bizden olmayana ölüm” sloganını yerleştirirler.

        *

        İyi hikayeci Tomris Uyar üç büyük şairle yaşadı, hatta dört… Ülkü Tamer ve Turgut Uyar’la evlendi, Cemal Süreya ile bir süre birlikte yaşadı, Edip Cansever de ona şiir yazacak kadar uzaktan sevdi onu. Dolayısıyla bu şairleri onun kadar yakından bilen azdır. Kendisiyle yapılan bir mülakatta bu şairleri anlatırken, boş bırakılsa bunların içinde sadece şiirle uğraşacak tek kişinin Edip Cansever olduğunu söyledi. Cemal Süreya sadece şiirler uğraşmayanların başında gelir. Turgut Uyar da siyaseti sever. O mülakattan öğrendim, meğer Cemal Süreya şair olmaktan çok politikacı olmayı istiyormuş; şiir yazmak kadar seviyormuş politikacı olmayı hem de. Bu işe kalkıştı da. Tomris Hanım’ın deyimiyle bu yüzden “çeşitli yanlışlıklara tosladı”, Doğu Perinçek ekibiyle oturdu kalktı uzun bir süre. Meğer Osman Bölükbaşı’nın hiçbir mitingini kaçırmazmış, kalkar onu dinlemeye gidermiş, bayılırmış konuşmalarına Bölükbaşı’nın, ne konuşacağını biliyor ama yine de yağmur çamur, uzak yakın demez kalkar gidermiş mitinglerine. Şiirini yine de siyasetten sakınmayı biliyor ama. “Açık saçık” erotik dizleri var ama “açık saçık” siyasi dizeleri onlar kadar yoktur külliyatında.

        Turgut Uyar da öyle… Murat Belge, Turgut Uyar’la ilgili bir anısını birkaç yerde yazdı, şöyle: Mehmet Sönmez Murat Belge’nin İşçi Partisi’nden arkadaşı, beraber THKP-C’de çalışıyorlar, 12 Mart’tan sonra sadece onunla ilişkisi var Belge’nin. Mehmet Bey’le konuşuyorlar; örgüttü, hücreydi, yeraltı direnişiydi falan… ‘Bunun mesela bir şiiri olsa, elden ele dolaştırsak’ fikri gelmiş akıllarına. Belge, Turgut Uyar’ın arkadaşı, yazsa yazsa en iyi şiiri Uyar yazar diye düşünür, randevulaşır, buluşurlar ve üstü kapalı bir biçimde bu isteğini şair arkadaşına söyler. Söylemez olaydı, Turgut Uyar ‘Örgüt nerede?’ diye yakasına yapışır. O da ‘Madem gizli bir iş yapıyorum, bunu ona söyleyemem’ diye düşünür. Konuşmayınca şair fena halde sinirlenir, ‘Örgütü benden nasıl gizlersin!’ diye çıkışır arkadaşına… Bir ara gider, elinde bir tabancasıyla gelir. ‘Bu benim beylik tabancamdır’ der, ‘banka falan soyacaksanız, ne idüğü belirsiz adamlarla bunu yapacağınıza benimle yapın. Nasılsa kimse benden şüphelenmez,’ der. Murat Belge alır başına belayı!

        *

        Cemal Süreya ve Turgut Uyar bu çocukça heveslerine şiirlerini feda etselerdi bugün esamileri bile okunmazdı. Ama mesela İkinci Yeni’nin en büyük şairi Sezai Karakoç, günü geldiğinde şiirini “diriliş davasına” feda etti, parti kurdu ve bir daha da şiir yazmadı.

        Şiir kapalı sanat ya; birçok şair bu kapalılığı açmanın, dilini “geniş kitlelere benimsetme” yolunun siyasetten geçtiğini sanır ama büyük şairler gündelik siyasetin sanata düşman olduğunu da bilirler. Yine o mülakatta bu örneği Tomris Uyar vermişti.

        Borges diyormuş ki: “Ben bir anti Peroncu olarak ülkemde çok takibata uğradım, çok acı çektim ama hiçbir zaman bunu şiirlerime yansıtmadım. Çünkü dürüst bir vatandaş olmak başka bir şeydir, şiir yazmak, öykü yazmak başka bir şeydir. Yani bu ikisi birbirine karıştırılmamalıdır.”

        Siyasi bir gözlük takmış ve bütün dünyayı o gözlüğün dereceli, kalın camının arkasından gören sanatçı sadece önünü görür, etrafında olup bitenlere körleşir. Buna dair bir örneği de Brecht’ten yola çıkarak Can Yücel vermişti. Brecht direksiyon dersi alıyor bir hocadan. Beş on dersten sonra yine denemeye çıktıklarında, Brecht kendine göre kusursuz araba sürüyor. Durduklarında öğretmen, “Yine olmadı” diyor. Brecht nedenini soruyor, öğretmen de “Sen sadece ileriyi gözlüyorsun, yanında oturan beni unuttun, ya ben ters bir hareket yapsam direksiyonu nasıl toparlayacaksın?” diye karşılık veriyor.

        “İkinci Yeni” şairleri bir “ara kuşak”; şiirleri de bir “ara şiir”dir. Kendilerinden önceki şairler dilde yenilik arayışına gitmemiş, hissettiklerini olduğu gibi aktarmışlar, hatta dili basitleştirmeye çalışmışlar Orhan Veli gibileri; kendilerinden sonrakiler de slogan haykırarak sanatlarını politikanın emrine vermişler. Dildeki arayıştan gelen kapalılık ve imge arayışı, İkinci Yeni şairlerinin bir dönem “halktan uzak, küçük burjuva duyarlıklarının şairleri” olarak suçlanmalarını getirmiş. Sözünü ettiğim şairlerinin hepsinin önemsenmelerinin gecikmesi ve çok sonra “büyük şair” mertebesine yükselmelerinin sebebi budur.

        *

        Aktif siyasetin içinde yer almış edebiyatçılar içinde hem edebiyatta hem de siyasette başarılı olmuş ender insanlardan birisi Samet Ağaoğlu’dur.

        Samet Ağaoğlu Türk edebiyatında güzel hikayelerin yazarıdır. Bir de müthiş bir portre ustasıdır. Birkaç kalem darbesiyle adamın bütün hatlarını ortaya çıkarır. DP kurulduktan sonra bu partiye girdi ve aktif olarak çalıştı. Bilen hemen hemen herkes, onun aktif siyasette bu kadar aktif olmasını babası Ahmet Ağaoğlu’na bağlar. Gözlerini siyasi bir evde açmış, kimleri kimleri tanımış çocukluğundan itibaren, “Babamın Arkadaşları” kitabında bütün bu şahsiyetler arzı endam eder. Genel kanı, Samet Bey’in hikayeciliğine siyasetin köstek olduğudur. Ama siyaseti hikayeciliğinin önüne koymasında da babasının etkisi olduğu söylenir, oğul babayı taklit eder ve her defasında onu aşmak için çabalar.

        1954 yılında kurulan “Edebiyatçılar Derneği”nin de kurucuları arasında yer aldı. Menderes hükümetlerinde Başbakan yardımcılığı yaptı. Demokrat Parti yıllarında başı sıkışan solcu eski arkadaşları ona koştu. Yayıncılar, kıramayacağı şairleri, yazarları, kağıt tedarik etsin diye ona yolladılar. O dönemde çıkan edebiyat dergilerine kağıt tahsisatını o yaptı. Anlayacağınız elinden geleni ardına koymadı. Sait Faik’e Paris’te tedavi olsun diye yardım etti, ona döviz buldu, gönderdi, öldürülen Sabahattin Ali’nin ortada kalan eşi ve kızına yine o yardım elini uzattı. Herkes “aman kocasının belası bize de bulaşır” diye fellik fellik kaçtığı Sabahattin Ali’nin karısını istisnai kadrodan devlet memuru yaptı, kızını okutmasına yardımcı oldu.

        27 Mayıs darbesinden sonra darbeciler onu da Yassı Ada’ya götürdüler, idamdan kıl payı kurtuldu. Hapisteyken “Edebiyatçılar Derneği” onu dernekten atmak isteyince, içlerinden bir tek Yaşar Kemal bu girişime karşı çıktı. O gür sesiyle Yaşar Kemal, “Nasıl olur bu? Ağaoğlu bizi bir araya getirenlerin başında idi. Ona öyle muamele reva görülebilir mi?” diye bağırdı. Yaşar Kemal’in Toptaşı Cezaevi’nde onu ziyaret ederek teselli ettiğini belirtir “İlk Köşe” kitabının önsözünde.

        *

        Eski arkadaşları Samet Ağaoğlu’nun Demokrat Parti’de siyaset yapmasını hiç affetmediler.

        Selim İleri “Düşüşten Sonra” kitabında ondan da bahseder. 12 Eylül’den sonra çıkan, daha çok solcu yazarların ürünlerine yer veren “Yazko Edebiyat” dergisini Samet Ağaoğlu’nun oğlu Mustafa Kemal Ağaoğlu çıkardı. Bir gün bu dergide Samet Bey Selim İleri’nin bir hikayesini okur ve telefon eder. Ona hikayesini övdükten sonra “güncel politikanın rüzgarına kapılmamasını” tavsiye eder.

        6 Ağustos 1982 günü Samet Ağaoğlu vefat etti. Cenazesi Teşvikiye Camii’nde kalktı, köklü bir aileden geliyor, bir de eski bakandı, bu yüzden caminin avlusu dolup taşmıştı. Cumhuriyet gazetesi, cenazeye katılanları sayarken Süleyman Demirel, Nazlı Ilıcak ve Selim İleri’nin adını yazdı. Cenazeye katılan tek edebiyatçının Selim İleri olduğunu demeye getiriyordu. Oysa o gün o cenazede çok daha büyük bir edebiyatçı daha vardı; o koca gövdesiyle Yaşar Kemal! Demek ki gazete Yaşar Kemal’in adını gizleyerek ona “büyük bir iyilik” yapmıştı!

        Selim İleri’ye göre Samet Ağaoğlu iktidarın son yıllarında Demokrat Parti’nin hiç iyi bir yere doğru gitmediğini, gidişatın gidişat olmadığını gördü, bunu da Adnan Menderes’e anlatmak için ona gitti, “Derhal iktidardan ayrılalım, ne olacağı belli değil, asker bizi istemiyor,” dedi. Menderes o sırada pencerenin önünde dışarıyı seyrediyor, bir yandan da yardımcısını dinliyordu. Samet Bey sözünü bitirince, “Samet pencereye gel” dedi. Samet Bey dediğini yaptı, Menderes dışarıda selam duran iki askeri göstererek, “Demek asker bizi sevmiyor ha, bak asker beni görür görmez nasıl selama durmuş” deyip korumaları işaret etti gururla.

        Samet Ağaoğlu o günü şöyle yorumladı:

        “O zaman anladım ki rahmetli Menderes, konumları, kimlikleri kaybetmişti.”

        *

        27 Mayıs darbesi olduğunda Ahmet Hamdi Tanpınar Paris’teydi. O da siyaseti seven ama sanatını “güncel politikanın rüzgarından” özenle muhafaza etmiş bir yazardır. 2007 yılında günlükleri yayınlanmasa onun iflah olmaz bir İnönü hayranı, 27 Mayıs şakşakçısı, Menderes’in idamını mubah gören birisi değil; sağ cenahta konumlanmış, muhafazakar, eski değerlerin savunucusu, hatta “Cumhuriyet düşmanı” birisi sanmaya devam edebilirdik. Çünkü sol cenah onu bize böyle tanıtmıştı. Kitaplarını sağcı bir yayınevi yayınlıyordu, üstelik romanlarında “gerici bir dil” kullanıyordu. Aslında bütün meselenin dil olduğu sonradan anlaşıldı. Uzun yıllar boyunca bu memlekette ağzından çıkan kelimelere bakarak siyasi bir kimlik verdiler insanlara. “Yanıt”, “olanak”, “yaşam”, “gerçek”, “örneğin” falan diyorsan ilerici; “cevap”, “imkan”, “hayat”, hakikat”, “misal” falan diyorsan gericiydin. Ahmet Hamdi “aksülalem”, “desise”, “müstait”, “istihza”, “behemahal”, “akis”, murâkabe”, “tecessüs”, “istitrat”, “bermutat”, “ezcümle”, “mana”, “hasbi”, “müstakil”, “ikbal”, “tasavvur” dediği için de “gericilerin” şahıydı zaten.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar darbenin hemen ertesi 28 Mayıs 1960 günü Paris’te günlüğüne iki satır düştü:

        “Sabahleyin iner inmez otelci Türkiye’de askeri harekattan bahsetti. Vatana ak yüzle dönebileceğiz. Kurtulduk.”

        Güzin Dino, hatıratında sonrasını şöyle anlatır:

        Ahmet Hamdi ona telefon eder:

        “Ne oluyor Güzin? Haberin var mı? Ben sadece France Soir’ı gördüm.

        ‘Menderes hükümeti alaşağı edilmiş.’

        ‘Aman diyor Hamdi, devlete zeval gelmesin.’

        ‘Daha ne zeval gelecek Hamdi Bey? Olan olmuş, belki her şey düzelir artık.’

        ‘Aman diyor yine Hamdi, biraz titrek bir sesle, devlete zeval gelmesin.!”

        Güzin Dino’ya göre Ahmet Hamdi Tanpınar, DP tarafından önerilen Tahkikat Komisyonunun kurulmasına dair kanunun kabul edilmesi üzerine 28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi bahçesinde düzenlenen protesto mitingi sırasında öldürülen Turan Emeksiz için uzun bir “mersiye” yazıyor, “nefis, uzun bir şiir ama yayınlama yürekliliğini göstermiyor” diyor. Güzin Hanım elinden almak istiyor, Ahmet Hamdi aceleyle cebine sokuyor şiiri. “GELECEK” adını verdiği, hiçbir yerde yayınlanmamış, İnci Enginün ile Zeynep Kerman’ın yazarın günlükleri arasında yayınladığı o şiir şöyle:

        Geleceğin kapısında

        Şimdi yalnız sen varsın,

        Altında çelengi

        Doğmasını hazırladığın güneşin

        Ve kucağında

        Dipçik ve çizme altında inleyerek

        Ve arkanda kalabalığı ölen gençler…

        Seninle bu dar, dikenli yolda

        Süngü safları arasında

        Ateş, kan ve hakaret içinde yürüyenlerin

        Geleceğin kapısında vücudun onlar gibi

        Yara bere, ellerin tırnakların kan

        Zorluyorsun bu tunç kanatları,

        Zorluyorsun yirmi dört milyonun gecesini,

        Zorluyorsun yolunu kapatan

        Cesedini çürümüş şevkin

        Çoktan insan emeği görmemiş bir tarlada

        Yeniden çalışan sapan demiri gibi

        Ölmemiş bir damar arıyorsun

        Usta ellerinle

        24 milyonun kalbinde

        Ne kadar uzak yollardan gelecek buraya

        Sen ki

        Şimdi geleceğin kapısında

        Yalnız sen varsın,

        İman alevinin yandığı bir kandil olmuş

        Küçücük vücudunda

        Ve yetmiş altı yaşında

        Anladın artık

        Bütün ümitsizliklerin ötesinde

        Kanın ve ateşin kurtuluşu var

        Anladı artık

        Tek duvarını

        Ancak isyanın güneşi yıkar.

        *

        Güzin Dino’nun mensubu olduğu cenah, Ahmet Hamdi’yi baştan beri hep küçümsedi. Hatta onu değersiz, beş para etmez, bayağı, üstü başı perişan, kılıksız, zavallı anlamına gelen “Kırtıpil Hamdi” lakabıyla andılar her fırsatta. Ahmet Hamdi ise hepsini yüceltti, sevip saydı. Kendini onların yanında hakir gördü. Onların ona onun onlara baktığı gibi bakmadığını da biliyordu üstelik. Bu onun çok zoruna gidiyor ama onları bir türlü feda edemiyordu. Edebiyat tarihine dair yazdıklarının dışında, edebi ürünleriyle de pek kimse ilgilenmiyordu.

        *

        Ahmet Hamdi günlüğünde, 30 Temmuz 1960 günü sözü Samet Ağaoğlu’nun “Edebiyatçılar Derneği”nden kovulması hadisesine getirdi. Teoman Aktürel’le sert bir tartışmaya girmiş. Faruk Nafiz Çamlıbel, Peyami Safa ve Samet Ağaoğlu’nun kovulmasını istiyor büyük çoğunluk belli.

        Şunları yazdı günlüğüne:

        “Faruk’u severim, Samet’ten ikrah eder ve tâli’ine acırım, Peyami’den nefret ederim. Fakat zamanı mıydı?

        Ayrıca bu toy delikanlılara paravana olmaya hiç niyetim yok. Birlik başkanlığından bugünlerde sıhhat ve iş bahanesiyle istifa edeceğim. Hiç kimsenin postuma bürünüp iş görmesine tahammülüm yok!

        Solcu gizli, musır ve cahil. Sağcı, milliyetçi geçinenlerin hepsi cahil ve kupkuru. Ortadakiler darmadağınık. Hemen hepsi zevksiz ve tahammülü güç. Biraz zevki ve anlayışı olanlar kıskanç. Yarabbi ne kadar yalnızım.”

        *

        2 Ağustos 1960 günü de Hasan Saka’nın cenazesinde İsmet Paşa’yı gördüğünü yazar Ahmet Hamdi Tanpınar günlüğüne:

        “Çok mahzundu. Elini öptüm, (…) Onun elini öperken Orhan Gazi cinsinden bir adamın elini öpüyorum, sandım.”

        27 Ağustos 1960 günü, “Ben ne sağdanım ne de komünist veya declaré sempatizanıyım. Sadece demokratım, mümkün olursa sosyalist bir teşekküle girerim ve memnum olurum” diye yazdıktan sonra, “Sağlarla beraber değilim, çünkü sağ şarktır ve şark bizi daima yutmağa, içimizden doğru yutmağa hazırdır. (…) Mehmet Akif’le yol arkadaşlığı, Mümtaz Turan’la fikir beraberliği, asla…” Devam etti:

        “Sağcı olmak güç hatta imkansız. Evvela memleketimde en cahil ve budala insanlar sağcı. (…) Sola gelince. Yarabbim bizde solcu muharrir, solcu şair, genç şair, sol adam, ileri adam, zühd, hamakat, cahillik. Ve hepsinden beteri yeni dil. Devrik cümle, tarihi inkardan daha beter olan tarih bilmemek. Hiç kültürü olmamak. Ne sağcı ne solcu… O halde? Sadece entelektüel ve yanız başına…”

        Haydi gelin de bu adama “sağcı” deyin. Bunu, kötü niyetli, habis, kendini dev aynasında gören bir sahtekarlar grubu becerebilir ancak.

        *

        Ne tuhaf bir memleket burası, ne nevi şahsına münhasır bir entelektüel alem? İsmet Paşa'nın elini öpen ve o öpmede Orhan Gazi elinin tadını bulan memleketin gelmiş geçmiş en büyük üç romancısından birisini İsmet İnönü taraftarları "solcular", "sağcıdır" diye yıllar yılı yok saydılar; İsmet İnönü'yü bu memleketin başına gelmiş bütün felaketlerin müsebbibi olarak gören İnönü düşmanı "sağcılar" da aynı romancıyı yıllar yılı baş tacı ettiler.

        Gelin de bu memlekette sahte olmayan, kablama olmayan hakiki tek bir ideoloji, siyasi fikir gösterin! Gösteremezsiniz; bu yüzden bize hakikati daima iyi edebiyat söyleyecek! Hiç olmasa edebiyatın yalanları masumdur.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar