Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Edebiyat tarihinin mihenk taşı romanlarından birisi olarak kabul edilen “Savaş ve Barış”ta; “Güç, her zaman kullanılmayacak kadar değerli ve özenle saklanacak kadar kıymetli bir sermayedir,” diyen Tolstoy 20 Kasım 1910’da karısıyla giriştiği şiddetli bir kavganın neticesinde evinden ayrıldıktan on gün sonra küçük bir tren istasyonunda hayata veda ettiği an; Mehmed Uzun’un Mezopotamya coğrafyası için söylediği sözden mülhem diyebiliriz ki “deha o gün Rus topraklarını terk etti ve o günden bugüne bir daha uğramadı o coğrafyaya”.

        Tolstoy Rusya’nın gördüğü son dâhiydi.

        Daha sonra dünya siyasetinde yeni bir çığır açan Lenin geldi, Troçki geçti semalarından, Stalin demir yumruğunu indirdi ahalinin tepesine ama hiç birisi dünyanın gözünde “büyük Rus” payesini kazanmadı.

        *

        Orduları güçlüydü Rusların. Alman savaş makinesini Moskova önlerinde çıplak elleriyle kırıp attılar, insanlar göğsünü Alman tanklarının soğuk demirine yapıştırarak durdurdu onları, insan gücü makinelerin kuvvetini galebe çaldı amenna ama yine de Rusları büyük yapan Hitler’i yenmiş olan o azimli orduları değil; onlar büyüklüğünü hep yazarlarından, sanatçılarından, sporcularından aldılar.

        REKLAM

        Bugün “büyük Rus” lafını duyduğumuzda hiç kimsenin aklına ne Lenin ne Stalin ne de Putin gelir. Dünyanın tanıdığı “büyük Ruslar” Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin, Turgenyev, Çehov, Mayakovski, Çaykovski, Gogol ve benzeri dâhilerdir.

        *

        Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” kitabında bize “Rus ruhunu” tanıtan ilk Türk yazarıdır. Nazım Hikmet ve Va-Nu’yla birlikte Rusya ovasından Moskova’ya doğru uzun bir yolculuğa çıktıklarında Bolşeviklerin yaptığı ihtilalin üzerinden henüz beş yıl geçmişti. Bu ihtilalle birlikte “toplum ani bir emirle yerinden fırlamış” hiç kimsenin beklemediği bir anda baldırı çıplak mujikler, “bir hiç iken hep olmuş”lardı.

        Şevket Süreyya Bey’e göre “Rus ruhu” bir “aşırılıklar alemi”ydi. “Yüz elli milyonu bulan bir insan kalabalığı, bir avuç bağnaz, mutaassıp mümin elinde, bir bakışta akıl almaz bir tecrübeye feda ediliyordu. Bu tecrübeyi dünyada ancak bu topraklar kaldırabilirdi, çünkü bu tecrübe ancak onların ruhuna uygundu. Onlar bir anda her şeyi feda edebiliyor, bir anda inşa ediyor ve bir anda yıkabiliyorlardı”.

        Buna “Rus ruhu” deniyordu işte.

        *

        “Bu ruh bir aşırılıklar âlemiydi. Rus ihtilali ise tarihin en büyük aşırılığıydı.”

        Marksizm bu topraklarda kendisinde olmayan bir şey bulmuştu; mistisizmi... Dünyaya gelmiş olmayı en büyük günah sayan; nihilizme sığınan; “suçluluk buhranı”ndan kıvranan insanlar gırlaydı; o yüzden burada çabuk yayıldı Marksizm.

        Rus tarihi, bir yenilgiler tarihiydi. Övünebilecekleri tek bir zaferleri bile yoktu.

        Fakat her çöküşün ardından toprakları biraz daha genişletmeyi başarıyorlardı.

        REKLAM

        Bu memleketin tarihinde daima “kılıçtan ziyade, hile ve tedbirler” başrol oynamıştı.

        Sonsuz bir Şark sabrı vardı onlarda.

        İcabında her şeyi feda edebiliyor, felaketler karşısında “bir kenara çekilerek telaşsızca bekleme kudreti”ni de gösterebiliyorlardı.

        Burada insanlar ya ölesiye mümin ya ölesiye imansızdı.

        Din veya mutlak dinsizlik ruhlarına işlemişti.

        Ortası yoktu.

        Sarhoş bile ölesiye sarhoştu.

        Misal, en iyi yılbaşı, sokaklarda sızıp donarak ölenlerin sayısının çokluğuyla ölçülürdü.

        Aşk da öyleydi. Seven, sevgilisi için dünyanın hiçbir yerinde düşünülmeyen çılgınlıklar yaptığı zaman sevdiğini anlardı. (Büyük şairleri Puşkin bir kadın uğruna gencecik yaşında düelloda can vermişti.) Klasik Rus edebiyatı bu aşkların hikâyeleriyle doluydu.

        Siyasi hayatları da bir aşırılıklar hayatıydı.

        “Herkes ya aşırı derecede köle ruhlu ya da aşırı derecede asi”ydi. Mutlak ve şikâyetsiz itaat yahut vahşi bir isyan... “İtidal” diye bir kavram sözlüklerinde yok. Bir uçtan bir uca... İki kutup arasında daima gidip gelen bir hayat...

        *

        Svetlana Aleksiyeviç bir gazetecidir. Tanıklık edebiyatını yaptı.

        2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü aldı.

        Babası Beyaz Rus, annesi Ukraynalıydı.

        İkinci Cihan Harbi’nden artakalan kadınlarla, Afganistan işgali sırasında Afganlarla, Çernobil faciasından sonra da felakete maruz kalanlarla mülakatlar yaptı.

        O mülakatları beş kitapta topladı. Ona sorarsan, o tek kitap yazmıştı.

        O bir yazar değil, bir şahitti ve şahit, gördüklerini anlatmakla yükümlüydü.

        REKLAM

        Öğretmeni, “20. yüzyılın kâbusları hakkında kurgu yazmak günahkârlıktır” demişti ona.

        O yüzden o da “kendi zamanının hayatını topladı” kitaplarında.

        “Ruhun tarihi”yle ilgilendi.

        Onu “küçük insan” ilgilendiriyordu.

        Ona göre “küçük büyük insanı” zulüm büyütüyordu.

        *

        7 Aralık 2015 günü İsveç Kralı’nın elinden Nobel Edebiyat Ödülünü alırken yaptığı konuşmada, tıpkı Şevket Süreyya Aydemir gibi o da “Rus ruhu”ndan bahsetti.

        Şu anda, “canı öyle istediği için” azametli ordusuyla Ukrayna’ya girerek dünyayı muhtemel bir üçüncü harbin eşiğine getiren o “ruh” var ya, işte ondan.

        Konuşmasının bir yerinde, “Kızıl imparatorluğu yirmi sene önce gözyaşları ve lanetler içinde yolcu ettik” dedi.

        Ona göre ülkesi Rusya şu anda, “aşağılanmış ve soyulmuş” bir haldeydi.

        “Saldırgan ve tehlikeli”ydi.

        “Rus insanı sanki zengin olmak istemiyor, tek istediği, başkalarının zengin olmaması”ydı.

        “Burada dürüst insan” yoktu, “ama bolca dindar vardı”. “Özgürlükten anlamazlar”dı.

        “İki temel Rusça kelime” vardı; “savaş ve hapis”. “Çaldın, gezdin, yakalandın. Çıktın, yine yakalandın, yine içeri girdin.”

        “Rusların hayatı çekilmez olduğunda ruhu yükselir, her şey ne kadar pislik ve kan içindeyse, ruh kendine o kadar çok yer bulur”du.

        REKLAM

        “Yeni bir devrime yetecek ne güç ne delilik” vardı artık kimsede. Yeni devrim için “ruh” zaten yoktu.

        Komünizm ölmemiş cesedi hâlâ yaşıyordu.

        Ona göre 90’lı yıllarda yakaladıkları fırsatı kaçırmışlardı. Ülkeleriyle ilgili, “Ülkemiz güçlü mü olmalı, yoksa insanlarına layık mı?” sorusu önlerine geldiğinde, “Güçlü olmalı” şıkkını seçerek kendilerine en büyük kötülüğü yapmışlardı. Oysa hiç rahat yüzü görmemiş bir toplumdu onlarınki. Özgürlükle tanışabilir, mutluluğu tadabilir, mürefeh bir nizam kurabilir, bunun için iyi bir fırsat yakalamışlardı, sınırsız imkanları vardı. Ama her işte olduğu gibi bundan da vazgeçtiler.

        *

        Şimdi yine güç zamanıdır.

        Kimse kalmadı Ukraynalı kardeşleriyle savaşıyorlar şimdi, ülkelerini işgal ediyorlar.

        Rusya'da umut yerini korkuya bırakmış durumda.

        Zaman geriye dönmüş.

        Aleksiyeviç'in deyimiyle “İkinci el, kullanılmış bir zamanı” yaşıyorlar şimdi.

        *

        İşte bu ruhu şahlandıran kişi; yaptığı her şey yanında kar kalan, her türlü baskıcı girişimi mubah sayılan, her türlü anti demokratik hareketi yurttaşları tarafından memnuniyetle karşılanan, yasakları en ufak bir eleştiriye uğramayan, çiğnenen onurlarını dirilten adam olarak gördükleri despot, inatçı, kafasına estiğini yapan Vladimir Putin’dir.

        *

        Çocukken sorulan “Büyüyünce ne olmak istersin?” sorusuna genellikle erkek çocuklar, “Polis olmak istiyorum” cevabını verir. Psikologlar çocukların bu tercihini, insanda daha o yaşlarda “gücü” elinde bulundurma dürtüsüne bağlarlar.

        REKLAM

        Çocukluğunda Putin’e de bu soru soruldu mu bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var; daha küçükken “istihbaratçı” olmak en büyük hayaliymiş.

        Henüz lise ikinci sınıftayken dayanmış KGB’nin kapısına, kapıdaki görevliye burada çalışmak istediğini söylemiş. Görevli, “Bu iş için eğitim şart” demiş. O da “Şart olan nasıl bir eğitim?” diye sormuş, görevli, “Mesela hukuk okuman lazım” demiş. Bu lafı ciddiye almış, böylece St. Petersburg Devlet Üniversitesi’nin hukuk bölümüne yazılmış.

        Amacına ulaşmış.

        KGB’den emekli olduğunda rütbesi albaydı.

        Doğumundan bir yıl sonra Stalin ölmüş. Bugün İncil’i elinden düşürmemesine rağmen, tam bir “Sovyet çocuğu” olarak ateist bir kültürle büyümüş.

        *

        Koca imparatorluğun hiçbir zaman yıkılmayacağına, tam tersine bu “büyük insanlık idealinin” yakında tüm dünyaya egemen olacağına her Sovyet yurttaşına adı gibi ezberletildiği bir dönemde, içten içe çürümüş olan o devasa sistem bir anda “kumdan kale” gibi çöktü.

        Enkazın arasından yara bere içinde “dünya görmemiş” bir insan topluluğu çıktı. Kot pantolona ve hamburgere hücum ettiler. Kıtlıktan çıkmış gibi, özgürlüğe susamış bir halde sağa sola savruldu Dostoyevski’nin, Çehov’un, Tolstoy’un kahramanları...

        *

        Putin de onların arasındaydı. Emekli bir KGB ajanıydı ve elindeki doktora derecesi, çok iyi bildiği Almanca, Fransızca ve daha bir yığın şey o sırada hiçbir işe yaramıyordu. Bir ara ailesini geçindirmek için korsan taksi şoförlüğü yapmaya kalkıştığı bile söylenir.

        REKLAM

        Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bürokrasinin çeşitli kademelerinde görevler aldı.

        Rusya yeni bir model arayışındaydı. Mafya her yere hâkim olmuş, fuhuş ihracatı artmış, ülkeden kaçanlar çoğalmıştı. O zamana kadar değer verdikleri her şey, artık kendi paralarıyla “beş kapik” bile etmiyordu.

        *

        Putin yeni kurulan aksak sakar düzenin başına geçtiğinde, eski Sovyetler Birliği’ni hep “özledi”. “SSCB’yi yeniden kurmaya çalışanın aklı, SSCB’nin yıkılışına üzülmeyenin kalbi yoktur” dedi.

        Ona göre “Sovyetler Birliği’nin dağılması, 20. yüzyılın en büyük trajedisiydi”. O yüzden, Sovyetler Birliği’nin eski gücünün, kalbi pille çalışan eski Politbüro üyeleri eliyle bu kadim topraklara geri gelmeyeceğini bildiğinden; Deli Petro’nun bedenine Stalin üniforması giydirilmiş “postmodern bir Çar” olarak bizzat kendisinin bu işi başarabileceğine kendini inandırdı.

        İçeride oligarklarla anlaştı, mafyayı kendisine bağladı. Böylece dünyanın en büyük mafya lideri oldu.

        *

        Ona göre Lenin büyük bir yanlış yapmıştı. Sovyet Anayasasına “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesini sokmuştu. Gerektiğinde uluslar sözde Sovyetlerden ayrılabilirlerdi. Ukraynalılar Rus’tu, Lenin’in bu “yalanı” olmasaydı bitleri kanlanmazdı mujiklerin. Çok uzun bir süreden beri bu fikir kafasında vardı.

        Üstü çıplak fit vücuduyla atladı ülkenin sembolü boz ayının sırtına, daldı uçsuz bucaksız topraklara. Abhazya’da durmadı, Osetya’da mola vermedi, Gürcistan’da soluklanmadı, Kırım’da dinlenmedi, şimdi Ukrayna hududunu delerek, Doğu’dan yola çıkmış bıyıksız bir Hitler gibi; “demokrasi yorgunu”, sorunları bitirdiğini sanan, kendi aralarında bir “Hıristiyan Kulübü” kurarak kazandıklarını yeme keyfini süren Avrupa’ya bir yerden kafasını çıkarıp “ce” diyor.

        REKLAM

        *

        Sinsidir. Yılana benziyor. Yüzü sanki demir bir maskeyle perdelenmiş. Gözünü kırpmadan işkence yapabilecek gibi duruyor. Silah taşısa avcı bıçağı yakışır eline. Dünyayı sadece kendi iktidarı ve kendi zaferleri için yaratılmış bir “er meydanı” sanıyor. O yüzden narsisttir, megalomandır. Kefir içiyor. Aile hayatı yok, karısını boşamış, genç bir kadınla birlikte. Judoda siyah kuşak sahibi. En büyük merakı, çoban köpekleridir. Eski karısı bir doğum günü hediyesi olarak Ömer Hayyam’ı hediye etmiş ona, boş zamanlarında Hayyam okuyor. Beatles’ın “Yesterday”i sevdiği şarkılar listesinde ilk sırada.

        *

        Enerji kaynaklarını kullanarak ülkesinin borçlarını bitirdi. Bu kaynakların sonsuz olduğunu sanıyor.

        Yeraltından çıkan gaz olmasa, “fosss” diye gazı kaçacak, ama bunu çok kişi bilmiyor.

        Dünyayı hâlâ Soğuk Savaş yıllarında sanıyor. Ülkesinde insan haklarının zerresi yok. İktidarına karşı çıkan muhalifleri, “Rusya’nın güçlenmesinden rahatsızlık duyan dış güçler” olarak yaftalıyor. Fakirliğin yozlaştırdığı bir kültürü, geçmişin o muazzam entelektüel birikiminden üstün görüyor. Ülkesinde artık hiçbir yazar yetişmiyor. Eşcinsellerden nefret ediyor, muhaliflere nefes aldırmıyor.

        Onun gözünde başta Ukrayna olmak üzere, bütün dünya bir Suriye, bir Gürcistan’dır.

        Türkiye, hava sahasını ihlal eden uçağını düşürdüğünde, uçağın parasını isteyecek kadar “pişkin”, uçağa karşılık “Türk domatesine ambargo” koyacak kadar da “kabadayı”dır.

        REKLAM

        Mısır tarlasına dalan domuz gibi dalmak istiyor dünyaya. Ukrayna işgali bunun ilk adımıdır.

        *

        Dostoyevski'nin, Tolstoy’un yurduna bakın! O dahilerin ülkesi son yüzyılda yetiştire yetiştire bir Putin yetiştirdi. 21. yüzyılın "Büyük Rus"u ne yazık ki Putin'dir artık.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar