Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Saksılarda hala tek tük karanfil bulunursa da

        ovada güz nadasları yapıldı çoktan,

        tohum saçılıyor.

        Ve zeytin devşirilmekte.

        Bir yandan kışa girilmekte,

        bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor.

        Bense hasretinle dolu

        ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü

        yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursada…”

        1940’ların sonuna doğru, memleketi idare edenler de idare etmeyenler de sağcılar da solcular da askerler de sıradan vatandaşlar da tam on üç yıldan beri hapishanede yatan ve karısına durmadan yukarıdaki şiire benzer şiirler yazan Nazım Hikmet’in “boş yere” yattığını biliyor ancak herkes havaya bakıp ıslık çalıyordu.

        1948’den itibaren şairin sağlığı bozulmaya, kalbi teklemeye başladı.

        Arkadaşları onu serbest bıraktırmak için “içerden” pek umutlu değildi ama “dışarıda” yapılacak bir kampanyadan da çekiniyorlardı. Dışarıdan gelecek bir “telkin” zaten her zaman sinirlenmeye müsait devletimizi daha çok sinirlendirebilir, “iç işlerimize karışma küstahlığına yeltenenlere” gününü göstermek için öfkesini şairden çıkarıp Nazım Hikmet’i nispeten daha insani koşullara sahip Bursa Cezaevi’nde alıp “eşek bağlasan durmaz” bir Anadolu hapishanesine sürgün edebilirlerdi.

        REKLAM

        *

        Cumhurbaşkanı İnönü de Nazım Hikmet’in sebepsiz yere yattığının farkındaydı. Ama neylesin “şifre buyurmuştu bir paşa”… O paşa Fevzi Çakmak Paşa’ydı. Gerçi ne o Fevzi Paşayı ne de Fevzi Paşa onu seviyordu. Atatürk, kendisinden sonra yerine Fevzi Paşa’yı gönlünden geçirmişti ama vefatı üzerine Meclis İnönü’de karar kılmıştı. Şimdi “Milli Şef”ti İnönü, her şey iki dudağı arasındaydı ama Atatürk’e yakın hiç kimseye “dokunmamaya” da söz vermişti kendine.

        Falih Rıfkı Atay’ın yazdığına göre Nazım Hikmet sebepsiz yere içeri atıldığında Fevzi Paşa’nı en yakın adamı Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp bir gün Meclis koridorunda herkesin duyacağı bir sesle esip gürlemişti:

        “Vesika yokmuş ha? Delil bulamazmışız ha… Biz onu (Nazım Hikmet) Divan-ı Harpte mahkum ettirelim de görsün gününü”.

        Kazım Paşa bunları söylediğinde İsmet Paşa Pembe Köşk’te istirahattaydı, akıbetini düşünüyordu kara kara…

        Şimdi her şeye muktedir olduğu halde Nazım Hikmet’i serbest bıraktıracak bir girişime de yeşil ışık yakmıyordu. Onu sevmeyenler şairi içeri atmıştı amenna ama “devlette devamlılık” esastı. Şimdi onu serbest bıraktırsa, “madem suçsuzdu devlet neden on üç yıldan beri onu içerde tutuyor?” demezler miydi? Devlete halel gelmez miydi?

        REKLAM

        Onun için çok temkinli hareket etmek lazımdı.

        *

        Dünya savaş yorgunuydu; herkesin üzerinde harbin cılk yaraları vardı.

        Faşizm kabusundan yeni yeni uyanıyordu insanlık.

        Memleketimiz de öyle…

        Bir özgürlük rüzgarı esiyordu her yerde…

        Biz de “çok partili hayata” karar vermiştik.

        1949 yılının sonuna doğru, Kasım ayında Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’i Vatan Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman ve Atatürk döneminin etkili şairi, şimdi gözden düşmüş Behçet Kemal Çağlar’ın da aralarında bulunduğu bir heyet ziyaret etti. Şaire af konusu ilk defa burada dillendirildi. Dönüşte Ahmet Emin Yalman ve gazetenin yazarlarından Avukat Mehmet Ali Sebük şairin haksız yere yattığını belgeleriyle ispatlayan arka arkaya yazılar yazmaya başladılar.

        Meclis derhal harekete geçmeli bu hukuki faciaya bir an önce son vermeliydi!

        *

        Bu yazılar bir süre sonra bir “Nazım Hikmet’e Özgürlük” kampanyasına dönüştü. Kampanya kısa sürede memleket sınırlarını aşarak dünyaya yayıldı. Attila İlhan o sırada Paris’tedir. Nazım’a Özgürlük kampanyasını başlatanların arasında aktif olarak çalışıyor. Onun yazdıklarına göre kampanya önce Fransız Komünist Partisi’nin sert duvarına çarptı, destek vermediler, zira Komünist Parti Nazım’ı “tanımıyor”, ısrar üzerine Moskova’ya sorarlar, cevap istedikleri gibi değildir, çünkü vakti zamanında Nazım, TKP’nin şefi Dr. Şefik Hüsnü tarafından “Troçkist” ve “polis ajanı” diye Komintern’e gammazlanmıştı, bu yüzden Fransa’da komünistler değil, şiddetli bir anti-komünist olan Jean-Paul Sartre sahip çıktı ona, şiirlerini dergisinde yayınladı… Fransa’da komünistlerin Nazım Hikmet’e sahip çıkmaları çok sonra, olay büyüyüp beynelmilel bir hal alınca…

        REKLAM

        O sırada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Şemsettin Günaltay’dı. Nazım Hikmet de bir dilekçeyle “sağlık sebeplerinden” tahliyesini istedi hükümetten. Ancak bu talebi ret edildi.

        *

        Çok değil 1950 yılında yapılacak seçimlere hiç olmazsa bir “umumi afla” gitmek istiyordu İsmet Paşa. Bu amaçla bir tasarı hazırlandı, hapishanelerde ve yakınları içerde olan ailelerde bir bayram havası doğdu. Umut büyüdü. Ancak son anda hükümet vazgeçti “umumi aftan”, tasarıyı geri çekti, Meclis seçime kadar tatile girme kararı aldı, beklenti içinde olanların alayı en hassas yerlerinden “umutlarından” vuruldu. (Vala Nurettin “önce umut verip sonra o umudu öldürmeye” dair trajik bir engizisyon hikayesi anlatır ki şöyle: “Biraz sonra engizisyonda boynunu kör satıra uzatacak olan mahkum hücre kapsını açık bulur. Hayret nöbetçi uyuyor. Hayret onu gören yok. Hayret onu götürecek koşumlu bir at var hücre kapısında. Hayret kalenin dış kapısı ardına kadar açık, dışarıda ela gözlü hürriyet onu çağırıyor. Ona kalan ata atlayıp dizginlere asılmak… Yürür ata doğru mahkum, tam ayağını üzengiye atacağı sırada omzuna bir el dokunur. Döner, karşısında Engizisyon Mahkemesi’nin mendebur suratlı papazı… Papaz, “Sana, en katmerli işkenceyi de yapmadan ölüme gönderir miyim?” der.) Nazım Hikmet de onca ümitli bekleyişten sonra “Milli Şeflik”ten demokrasiye geçiş hazırlıkları yapan rejimin son işkencesini diğer mahkumlarla birlikte tattı böylece.

        *

        İşte bu yüzden şair 8 Nisan 1950 günü “Millete verdiğim açık istidaya canımı pul yerine kullanıyorum,” diyerek açlık grevine başladı.

        REKLAM

        Ailesine şu mektubu yazdı:

        “Piraye, Mehmet, İzge, Suzan, Yavrularım,

        Başka türlü hareket etmek kabil olmadığı için bu kararı verdim. Sizden yalnız bir şeye kayıtsız şartsız inanmanızı istiyorum; bu kararım herhangi bir yeis, bir yılgınlık, bir korkaklık, bir sabırsızlık neticesi değildir. Sabırlı, şuurlu, ümitliyim. Fakat hakkın ve hakikatın ortaya çıkması için meydana hayatımı atmaktan başka imkanım kalmadığına kaniim. Bundan dolayı bu son imkanımı şuurla, ümitle kullanıyorum. Hakkın ve hakikatın tecellisi uğrunda ölürsem de bu sizin babanıza layık bir ölüm olacaktır.

        Hepinizi hasretle kucaklarım.

        Babanız, Piraye’nin, Mehmet’in, İzge’nin, Suzan’ın, sabırlı, şuurlu, cesur ve ümitli babanız.”

        Bir süre sonra durumu kötüleşti, avukatı hükümetin bir şeyler yapacağına söz verdiğini söyleyerek onu grevden vazgeçirdi. Ancak bu arada hiçbir gelişme olmadı, tekrar umudunu yitiren şair 1 Mayıs 1950'de yeniden açlık grevine başladı, durumunun kötüleşmesi üzerine de 9 Mayıs günü Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı, "tam teşekkülü bir hastanede gözlem altında tutulmalı" raporu verildi, Yahya Kemal’in tedavi edildiği odaya yatırıldı.

        *

        Aynı gün Nazım Hikmet’in 70 yaşındaki annesi Celile Hanım Mühürdar’daki evinden çıktı, yürüyerek Kadıköy Osmanağa Camii’nin kapısının önünde durdu. Üzerine bir şeyler yazdığı bir levha bekliyordu.

        Levha geldi. Etrafını saran gazetecilere şunları söyledi:

        “Halime bakın, doksan yaşında bir insan haline geldim. Gözlerim görmüyor, dizlerim tutmuyor. On üç senedir benim çektiğim acıları hiçbir anne çek­memiştir. Artık kararımı verdim. Yarından itibaren oruca başlıyorum. Çile dolduran insanlar gibi, ben de oruç yoluyla halimi Allaha arz edeceğim. Belki Allah halime acır, oğlumun dertlerine nihayet verir ve tehlikede bulunan evladımı kurtarır. Babıalinin ka­pısına gideceğim, camileri dolaşacağım. Bir annenin maruz bulunduğu acılara belki acıyanlar bulunur.”

        REKLAM

        Beklediği levha gelmişti, levhada şunlar yazılıydı:

        “Oğlum Nazım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum. Gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler, bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar.”

        Vapura bindi. Karaköy’de indi. Galata Köprüsü’nün başında durdu, levhayı havaya kaldırdı.

        Etrafını bir kalabalık sardı. Kalabalığa şunları söyledi:

        “İki gündür hiçbir şey yemiyorum. Yalnız, günahtır dedikleri işin akşamları biraz su içiyorum. Bu grevden oğlumun haberi yoktur. Şimdi imza topluyorum. İnönü'ye istida ile müracaat edeceğim. 13 senedir ağlamaktan gözlerime perde indi. Oğlum aç­lıktan ölecek, ben de ölmek istiyorum. Bu işe beni kimse teşvik etmedi. Vicdanımın sesini dinleyerek buna karar verdim. Merhamet sahiplerinin vicdanına güveniyorum. İki gün şehirde dolaşacağım. 20-30 bin imza toplayacağıma inanıyorum.”

        Yarım saat geçmişti ki etrafını polisler sardı. Yaka paça alıp karakola götürdüler yaşlı kadını. Karakolda ifadesi alındıktan sonra savcılığa çıkardılar. Akşama doğru saat 18.30’da savcılık ressam Celile Hikmet’i serbest bıraktı. Celile Hanım’a isnat edilen suç, "Yolu tıkayarak trafiğe engel olmak"tı.

        Celile Hanım’ın “oruç tutuyorum” demesini, Nazım Hikmet’in serbest bırakılmasına karşı çıkan milliyetçi basın diline doladı. Sadece Celile Hanım olsa amenna; hayatları boyunca muhtemelen hiç oruç tutmamış olan üç komünist şairin Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’in de üç günlük destek “orucuna” başlamaları hükümet ve yazarları çileden çıkarttı. Hemen Laleli Camii İmamı Mustafa Ayni’den bir “fetva” aldılar. Hoca “fetvasında” -ki onlar buna “fetva” değil de “demeç” diyorlardı- “Allah’ın emrettiğinin dışında oruç olmaz” diyerek eylemin dine uymadığını ilan etti.

        REKLAM

        Ama artık ok yaydan çıkmıştı.

        Açlığın “beşinci gününde” Nazım Hikmet şu şiiri yazdı:

        “Kardeşlerim,

        demek istediklerimi doğru dürüst diyemiyorsam

        kusura bakmayın kardeşlerim,

        azıcık sarhoş gibiyim, birazcık dönüyor kafam,

        rakıdan değil

        açlıktan hafif tertip”

        *

        Nazım Hikmet’in eylemi kısa süre zarfında dünyada yankı buldu. Türkiye elçiliklerinin önünde gösteriler yapıldı, dünya basınında özgürlük kampanyasıyla ilgili peş peşe haberler çıktı, ünlü yazar ve şairler yazılar yazmaya başladı.

        “Üç Garip Şairi”nin üç günlük destek açlık grevi Ankara’da devam ederken, büyük şehirlerde kadınlar ev ev, kapı kap dolaşarak imza toplamaya başladı. İnsanlar gözyaşları içinde imza verdi.

        “Cumhurbaşkanlığı Yüksek Katına” diye başlayan imza kampanyası İstanbul’da başlamıştı. Şaire özgürlük isteyen dilekçeyi ilk imzalayan Halide Edip ile eşi Adnan Adıvar olmuştu. Halide Hanım korku duvarını yıkmıştı. Ancak, bir zamanlar annesi Celile Hanım’la aşk yaşayan, ona mektepte hocalık yapmış, şair olarak onu çok beğenen Yahya Kemal ise imza vermekten çekinmişti. Hayatı boyunca hiçbir riskli eylemin içinde yer almamış Yahya Kemal “bu işe karışmak” istememişti. Falih Rıfkı Atay da imzaladı dilekçeyi, gerisi çığ gibi büyüdü. Kimler kimler yoktu ki imzacılar arasında, işte onlardan bazıları:

        REKLAM

        Nadir Nadi, Ahmet Ham­di Tanpınar, Sıddık Sa­mi Onar, Mehmet Ali Aybar, Yaşar Nabi, Zekerya Sertel, Ahmet Emin Yalman, Ercüment Behzat Lav, Bedri Koraman, Sabahattin Eyüboğlu, Refik Halit Karay, Ercüment Ekrem Talu, Samim Gönensay, Neyzen Tevfik, Peride Celal, Behice Boran, Hilmi Ziya Ülken, Mina Urgan, Ali Fuad Başgil, Macit Gökberk, Berna Moran , Bur­han Belge, Ali Naci Karacan, Halet Çambel, Abdülbaki Gölpınarlı, Bed­ri Rahmi Eyüboğlu, Nuri İyem , Adnan Cemgil, Ga­zanfer Özcan, İbrahim Çallı, Adnan Saygın, Cüneyt Gökçer, Cahit Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç, Oktay Rifat…

        *

        14 Mayıs 1950 Pazar günü Türkiye’de yapılan ilk serbest seçimlerde CHP feci bir hezimete uğradı. Sadece 69 milletvekili çıkarabildi, DP ise 408 milletvekili kazandı. Artık bir kısım solcularında desteklediği DP memleketi idare edecekti.

        Abidin Dino “o gün için, herkes Nazım’ın açlık grevini bir günlüğüne unutmuş, sevinçten ağlamak istiyordu,” diyor.

        *

        Solcu İstanbul Yüksek Tahsil Gençliği Derneği, Nazım Hikmet’e af kampanyasına destek veriyor, sağcı Türk Gençlik Teşkilatı, Türk Kültür Ocağı ve Milli Türk Talebe Birliği de Nazım Hikmet gibi bir komünistin af edilmesine karşı çıkıyordu.

        15 Mayıs 1950 günü İstanbul Yüksek Tahsil Gençliği Derneği şairin affı için Laleli’de Çiçek Palas’ta bir toplantı düzenledi. Toplantıya Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım da katıldı. Valilikten alınan izinle yapılan toplantıya katılım büyük oldu.

        Nazım Hikmet’in hapisten çıkmasını istemeyen “milliyetçi gençliği” temsilen kişiler de katılmıştı toplantıya. Derken “Komünistler Moskova’ya” sesleri duyuldu, buna karşılık da “Faşistler İspanya’ya” sesleri yükseldi. Bir anda salon karıştı. Polis kapıları kapattı. Dışarıda da kalabalık oluştu. Olayların büyümesi üzerine Vali Fahrettin Kerim Gökay olay yerine geldi. Milliyetçi gençler valiyi omuzlarına aldı. Vali polis megafonundan teskin edici bir konuşma yaptı. Toplantıyı tertipleyen öğrenciler teker teker binadan çıkartılarak İstanbul Emniyet Müdürü Parmaksız Hamdi’ye teslim edildi. Diğerleri binadan tahliye edildi. Öğrencilerin büyük bir kısmı mahkemeye çıkartıldı. İçlerinden Nazım Hikmet’in çok uzun yıllardan beri yattığı Bursa Cezaevi’nin Müdürü Tahsin Akıncı’nın kızı Şehnaz Akıncı da vardı. Mina Urgan'ın anlattığına göre hakim neden toplantıya katıldığını sorunca “Nazım yurtsever bir şair de ondan” dedi kız, yargıç “kızım bunu nerden çıkardın acaba?” diye sorunca da Şehnaz Akıncı yirmili yaşların çın çın çınlayan sesiyle şairin “Memleketim” şiirini okumaya başladı mahkeme salonunda:

        REKLAM

        “Memleketim, memleketim, memleketim,

        Ne kasketim kaldı senin ora işi

        Ne yollarını taşımış ayakkabım,

        Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,

        Şile bezindendi.

        Sen şimdi yalnız saçımın akında,

        Enfarktında yüreğimin,

        Alnımın çizgilerindesin memleketim,

        Memleketim, Memleketim…”

        Mahkemeye çıkarılanların büyük bir kısmı mahkum oldu, aldıkları cezayı daha sonra Yargıtay bozdu.

        Sağcı-milliyetçi derneklerin başkanları, ortak imzalı bir bildiriyle toplantıyı kınadılar.

        *

        “Milli Şef” dönemi kapanmış, halkın oyuyla diktatörlük dönemi sona eriyordu artık. Öyleyse Nazım Hikmet açlık grevini bitirmeliydi. Bir çözüm bulundu. Türkiye’nin önde gelen otuz aydını Nazım Hikmet’e yeni hükümet kuruluncaya kadar açlık grevine son verme çağrısı yapacak; bu işe şairi ikna etmek de “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye seslendiği ressam arkadaşı Abidin Dino’ya düşecek.

        Açlık grevinin 17. günüydü. O gün Abidin Dino şairi sahiden de buna ikna etti.

        Halide Edip yine ilk akla gelen isim oldu. Halide Hanım buna da hayır demedi, onun imzasının yanına eşi Adnan Adıvar, Sait Faik, Cahit Sıtkı Tarancı, Cevdet Kudret gibi isimler eklendi, otuz etkili isim listesi tamamlandı... Nazım Hikmet yeni hükümetin tavrı belli oluncaya kadar 19 Mayıs 1950 günü açlık grevine son verdi.

        REKLAM

        *

        13 Temmuz 1950’de TBMM Genel Kurulu Af Kanunu’nu görüşmeye başladı. Milletvekillerinden Tevfik İleri, Remzi Oğuz, Şevket Mocan, Ömer Bilen ve Ahmet Gürkan şiddetli bir direnişle Nazım Hikmet’in af edilmesine karşı çıktı. Basında da başta Bedii Faik, Bahadır Dülger ve Necip Fazıl gibi etkili yazarlar onlara destek verdi. MTTB ve diğer milliyetçi gençlik örgütleri “Komünist Nazım Hikmet”in af edilmemesi için Başvekil Adnan Menderes’i telgraf yağmuruna tuttu. MTTB Başkanı Suphi Baykam, affa karşı çıkan 5 bin imzalı bir dilekçeyi alıp Ankara’ya götürdü.

        Meclis af yerine “ceza indirimi” çözümünü buldu, 15 Temmuz 1950’de kanun Resmi Gazetede yayınlandı.

        Nazım Hikmet Cerrahpaşa Hastanesi’nde saat 14.15’te on üç yıllık bir hapislikten sonra serbest kaldı. Avukatı İrfan Emin ile eşi Münevver Andaç da hastane kapısında onu bekliyordu. Kendisi için çok çaba harcayan avukatı İrfan Emin’e sarılarak şöyle dedi:

        “Heyecanlıyım. Bu gece sırtüstü yatıp gökyüzüne bakacağım. (...) Yıldızları, uçsuz bucaksız ufukları seyredeceğim. Çünkü hapishanede yattığım yerden tavandan başka bir şey görmüyordum.”

        *

        Nazım Hikmet’in serbest kalması üzerine Milliyetçiler Birliği Başkanı Bekir Berk Başbakan Adnan Menderes’e şu telgrafı çekti:

        “Politikacıların affettiği Nazım Hikmet ve onu serbest bırakanları milliyetçi gençlik affetmeyecektir.”

        REKLAM

        Aynı gün, Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Suphi Baykam, Nazım Hikmet’in af edilmiş olmasını protesto etmek ve “Milliyetçi gençler arasında beliren teessüsün sembolik bir ifadesi olarak” iki günlük açlık grevine başladı.

        Suphi Baykam, meşhur ressam Bedri Baykam’ın babasıdır.

        *

        Yararlanılan kaynaklar:

        Abidin Dino, “Nazım Üstüne”, Sel Yayıncılık

        Müzeher vâ-nû, “Bir Dönemin Tanıklığı”, Cem Yayınevi

        Mina Urgan, “Bir Dinozorun Anıları”, YKY

        Attila İlhan, “Hangi Edebiyat”, Bilgi yayınevi

        Levent Cantek, “Cumhuriyetin Büluğ Çağı”, İletişim Yayınları

        M. Şehmus Güzel, “Abidan Dino, İkinci Kitap 1942-1942”, Kitap Yayınevi

        Vala Nureddin, “Bu Dünyadan Nazım Geçti”, Cem Yayınevi

        Kemal Sülker, “Nazım Hikmet Dosyası”, May Yayınları

        Nazım Hikmet, “Bütün Şiirleri”, YKY

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar