Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ben bu şehre geldiğimde, o kahve vardı Kuzguncuk’ta. Daha ilk günden adını “Can Yücel Kahvesi” olarak öğrendim ve hep öyle kaldı. “Çınaraltı”dır sanırım asıl adı, belki de Can Yücel bu semte taşınmadan önce vardı bu kahve burada ama şimdi kime sorsan herkes onu “Can Yücel Kahvesi” diye gösterir sana.

        İçerde, tahta iskemleye oturmuş, tahta masaya sol dirseğini yorgun bir amele gibi dayamış, sağ elinde hiç sönmeyen sigarası, dudağının kenarında şiirleri kadar güzel söylenmiş okkalı bir küfür, öyle hırpani, öyle derviş, öyle beyaz sakalına bıyığına bulaşmış sigara sarısıyla, öyle safkan şair haliyle otururken buldum Can Yücel’i yıllar yılı oraya gidip gelirken.

        Sanki o halini beklemişler, sonra onu o halde, kalıbını hiç bozmadan bir yerden alıp bu kahveye getirmişler gibi.

        “Kahveler Kitabı”nı yazmış olan Salah Birsel, “Kahveler edebiyatçıların bir ikinci kişiliğidir,” der. Ona göre kahveler tıpkı canlı varlıklar gibi, “doğar, büyür, sevdalanır, mutlu-mutsuz günler geçirir ve ölürler.”

        Can Yücel öleli çok oldu ama onun adıyla bilinen kahve günün her saati soluk alıp veriyor hala o güzelim semtte.

        Zaten şairi de o semte götüren o güzellikti:

        “Ben Kuzguncuk’ta

        yeşil bir dal buldum

        ona tutundum.

        Kuzguncuk’ta oturuyorum

        martılarla aynı katta.”

        *

        İstanbul’da en güzel yumurtayı bu kahvede bulursunuz eğer güzel bir kahvaltıyı aklınıza koymuşsanız. Yumurta deyip geçmeyin ha! Ayrıca bakmayın bazı erkeklerin “yumurta kırmayı bile beceremem” demelerine. Yumurta tavaya kırılıp bırakılan bir yemek değildir. Pişirilmesi ustalık ister, tıpkı pilav gibi. Sarısıyla beyazını aynı anda bırakırsanız kızgın yağın içine, beyazını yakıp sarısını çiğ bırakmanız muhtemeldir. Beyazını iyi pişireyim derseniz sarısını feda etmek mümkün… İki ayrı alemdir anlayacağınız yumurtanın sarısı ile beyazı.

        Can Yücel Kahvesinde bir sabah kahvaltısında, gözlerinizi denizin maviliğinden kaçırıp karşıdaki Yıldız tepelerine, Ortaköy Camii’nin muhteşem güzelliğine dikmişken önünüze gelen sahanda yumurta, bildiğiniz hiçbir tarife uymaz.

        Burada, küçük cezvelerde pişen Türk kahvesi de hakeza…

        Kulak memesi kıvamında sahanda yumurta, üstüne sade, ama çok sade bir kahve…

        Kahveye dair şu iki dizeyi dilinden düşürmez Rindler zira:

        Ehli keyfe kahve verse tazeler

        Ehli keyfin keyfini yelpazeler

        *

        Salah Bey’e göre kahveyi çok uzun süre sadece Araplar kullanmış, İstanbul’a 1543 yılında Muhteşem Süleyman devrinde gemilerle gelmiş, Avrupa’ya Türk elçileri yaymış (Türk kahvesi namı buradan gelir), İstanbul’da ilk kahvehaneler ise 1555 yılında açılmış.

        (“Soğuk, temiz, beyaz mermerli, ince belli çay bardaklı, mavi, sarı, turuncu fincanlı, köylü zayıf garsonlu, sarı yüzlü ocakçılı İstanbul Kıraathaneleri! İstanbul’u İstanbul halkını, derdini, beğenisini, bilgisini, becerikliliğini sinemalardan, yılışık, ciddi tiyatrolardan, dahası, evlerden daha çok siz temsil ediyorsunuz. Siz birer tembel yatağı değil, birer bağımsız üniversitesiniz. Üniversiteden daha bağımsızsınız.” Sait Faik, Kıraathaneler)

        *

        Can Yücel Kahvesi’nde oturduk kürsülere. Akşam, serin bir eylül yeline yol vermişti. Denizde renkler cenk ediyordu. Mavi kılıcı en keskin olanıydı; seyrettik bir süre, onun zaferine fincan kaldırdık ikimiz de.

        “Mimaride altın oranı bilir misin? Proporsiyon derler… Bütünle onu oluşturan parçalar arasındaki oransal ilişkiyi yani… Boğaz’a da altın oran hakim. Bak karşıya, her şey ne çok uzak, ne çok yakın… Sadece buraya özgü bir durumdur bu, İstanbul Boğazı’nı eşsiz kılan da budur…” dedi arkadaşım Beşiktaş'a bakarke.

        *

        “Salah Bey Tarihi”nde (Sel Yayıncılık) kahveye dair çok tatlı hikayeler var. 1780’lerde İstanbul’da İgnatius Mouradja D’Ohsson nam bir elçileri var İsveç’in. İşte bu elçi tarihçi Ahmet Efendi’ye dayanarak kahveyi bir Şazili dervişin bulup ortaya çıkardığını yazar. Anavatanı Arabistan’daki Moka’dır, tarih 1258…

        Hikayesi şöyle:

        Artık nasıl bir kabahat işlediyse derviş tekkesinden kovulur, Kuh-ı Esvab’a sürülür. Orası kuşun uçmadığı, kervanın uğramadığı bir yerdir. Açtır, açıktadır derviş. Hiçbir şey yok açlığını giderecek. Sadece her yerde aynı ağacı meyveleri var. O meyveleri toplar, kaynatır, üç gün o suyla yaşar. İki arkadaşı dervişi aramaya çıkar, izini sürer, onu sürgün yurdunda bulurlar. Ancak ikisi de yolda uyuza yakalanmışlar. Onlar da açtır. Dervişin içtiği sudan onlar da içmeye başlar. İçeceğin kokusuna bayılırlar. Orada kaldıkları sekiz gün boyunca hep aynı içkiden içerler. Sekizinci günün sonunda ikisi de uyuzdan kurtulur. Onları bu mucizevi, güzel kokulu içki iyileştirmiştir.

        Haber tez yayılır Moka’ya. Ahali altına hücum eder gibi “kahve” adıyla anılan bu meyveye hücum eder. Yararlıdır, hırsla kullanmaya başlarlar.

        Uzun süre sadece Araplar kullanır kahveyi. Suriye, Mısır, İran ve Hindistan’a yayılması bir yüz yıl sonradır.

        Avrupa kıtasına, Marsilya’ya 1653’te girer ama 1669’da kullanılmaya başlar. Parislileri aynı yıl Türk elçisi Süleyman Ağa kahveye alıştırır. Birkaç yıl sonra Mehmet Ağa adında başka bir Türk elçisi onu Viyana’ya kabul ettirir, oradan da bütün Orta Avrupa’ya yayılır.

        *

        Bizim Avrupalılara en büyük hediyemizdir kahve. Bazı şehirlerimiz nasıl lahmacun kokuyorsa onların bazı şehirleri de -mesela Stockhom- öyle baştan ayağa, kesif kahve kokar. Soğuk havalarda şehri sımsıcacık yapar.

        Yanımdaki arkadaşım Boğaz’ın “altın oranı”nı anlatırken, benim aklım biraz önce içtiğimiz kahvelerdeydi. Yanında su getirmişti kahveci, kahve içme kültürü gelişmiş arkadaşım önce suyunu içmiş, sonra kahvesini… Anadolu’da yaygın gelenektir, kız istemeye gittiklerinde gelin adayı kahve pişirir, onu istemeye gelenlere kendi eliyle ikram eder.

        Yine aynı şeyi yapmış gelin adayı ve bir kuytuluğa çekilerek damat adayını seyretmiş. Delikanlı kahvesini içmiş, üzerine de suyunu… Gelin adayı annesine, “Anne beni buna verme” demiş, annesi “neden kızım?” diye sormuş. Kız, “Baksana götürdüğüm kahvenin üzerine su içti, mahvetti kahveyi, beni de mahveder.”

        Biz ve Araplar kahveyi sütsüz içeriz, bir fincan kahve için Avrupalılar kadar “eziyet” çekmeyiz anlayacağınız.

        O “eziyetin” tatlı bir hikayesi de “Salah Bey Tarihi”nde var:

        Macar yazar Molnar Ferencz gördüğü bir düşten bahseder. Düşünde kahve eşliğinde çörek yerken bulur kendini, daha önce bunu kimse yapmamıştır.

        Eğer onun yaptığını herkes yaparsa kahve dünyada en çok içilen şey olur. Bu fikrini tescil etmesi lazım, kalkar bir bankacıya gider, ona bulgusunu anlatır:

        “Dünyanın öbür ucuna kimi adamlar göndereceğiz. Onlar orada alçak alçak bazı fidanlar bulacak. Bunların üzerindeki tanelerin olmuşlarını toplayacaklar. Madenden bir kap içine koyup kavuracağız. Taneler simsiyah kesilecek ve bir koku yayacak. Bu yarı yanık taneleri ezip toz haline getireceğiz. Sonra bir kabın içine su doldurup kaynatacağız. Bu suyun buharını o siyah toz içinden geçireceğiz. Buhar oradan geçtikten sonra soğuyup su olunca kara bir renk alır. Ondan sonra gidip bir tür memeli hayvan yakalayacak, yavrularını beslediği o beyaz sıvıyı, bir çeşit işkence sayılabilecek yapma bir yöntemle çekip alacağız. Bundan başka, toprağa kalın bir bitki dikeceğiz. Bitki yeterince kalınlaşınca topraktan çıkaracağız. Dilim dilim kesip suya daldıracağız. Tatlı bir sıvı elde edilecek. O zaman kök sudan çıkarılıp atılabilir. Kalan suyu da buharlaşmaya bırakacağız. Kabın dibinde esmer renkte, cam gibi bir şeyler görülecek. Bunları alıp kırarak, özel bir yöntemle beyazlatacağız. Sonra yeniden bunları birleştireceğiz. Ama bu elde ettiğimiz topağı da yeniden küçük küçük küpler halinde parçalayacağız. İşte bu küçük küplerden ikisini o siyah-beyaz, bitkisel-hayvansal su karışımı içine atacağız. Eriyinceye değin bekleyip sonra topunu birlikte içeceğiz.

        Bankacı onu sonuna kadar dinler, ‘sen git kendini bir akıl doktoruna göster’ der.”

        Molnar Ferencz banka müdürünün yanından ayrılırken, bir fincan kahve için çekilen zorlukları düşünür, afakanlar basar.

        *

        Bir eski İstanbul semtinde bir kahvenin, orada yaşamış pasaklı bir şairin adıyla anılması, günümüzün pespayeliği içinde ne kadar da kıymetli bir şey!

        Küçük tabureler, içerde tahta masalar, tahta iskemleler, “cafe” olmamaya ahdetmiş; öyle, eski zaman ediplerinin, şairlerinin her an mezarından kalkıp tekmili birden kapısından girerek kahve tadında koyu edebiyat muhabbetlerine dalacaklarmış gibi duran bu kahve gibi çok az kahve kaldı İstanbul’da.

        Yolunuz düşerse Kuzguncuk’a iziniz karışacak şairin izine… Aradığınız şiirse eğer, hoş bir bahane olarak güzel bir Türk kahvesi sizi bekliyor dört gözle orada.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar