İstanbul yıkılırsa!
1981 yılında Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle birçok etkinlik kapsamında Robert Koleji de Anadolu’nun da taşrasında kalmış beş ilden İstanbul’u daha önce görmemiş olan beş başarılı öğrenciyi Haziran ayında, okullar kapanınca İstanbul’da iki nafta boyunca misafir etme kararı almıştı. Bu beş ilin içinde memleketim Hakkari de vardı ve o sırada lise birinci sınıfta olan ben, Hakkari’den İstanbul’a gelen beş şanslı öğrenciden birisiydim.
İlk defa 1981 Haziranı'nda geldim İstanbul’a, hem de uçakla...
Uzun hikayedir... Robert Kolej’in yerini buldum, yerleştim. Her gün bir dersin hocası kendi konusuyla ilgili olarak bizi gezdirmeye başladı bu şehirde. Bir gün coğrafya hocası şehrin coğrafyasını, bir gün tarih hocası tarihini, sanat hocası sanatını, müzik hocası konserlerini etkinliklerini gezdirdi, edebiyat hocası da edebiyatta İstanbul’u tanıtmaya çalıştı bize.
Müthiş bir geziydi.
Ufkumu o kadar açtı ki...
Edebiyat hocası şimdi müze olmuş tek tük yazar evlerine, edebiyatta geçen mekanlara götürürken bir de baktım ki ben buraları biliyorum. Çamlıca tepesinden şehre bakmak sürpriz olmadı mesela bana, o ana kadar okuduklarımda o kadar canlı kalmıştı ki hafızamda bu görüntü, şimdi bir filmi ikinci kere görüyormuş gibiydim.
Burgazada da öyle... Sait Faik’ten dolayı neredeyse her sokağını biliyordum.
“Serin serin Kapalıçarşı/Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa/Güvercin dolu avlular”, Sahaflar Çarşısı, o zamanki Çınaraltı Kahvesi, Küllük, Sirkeci Garı hakeza..
Benim bu halimi gören hoca durdu;
“Biz İstanbul’u hiç görmemiş öğrenci istedik, sizinkiler bizi kandırdı galiba. Sen daha önce İstanbul’u görmüşsün,” dedi muzipçe.
“Hayır hocam, ilk defa görüyorum” dedim. “Ben bu mekanları daha önce kitaplarda okudum.” Dedim ama galiba hoca pek ikna olmadı.
“Seni üçkağıtçı seni” der gibi baktı bana. Ben mahcup oldum. Sonra da, “Neyse, bunu kimseye söylemeyeceğim,” dedi, mahcubiyetimi kart kart arttırdı, utandım, bir türlü derdimi anlatamadım.
Bu hikayeyi birkaç vesileyle anlattım hayatım boyunca. Anlatırken de, "acaba çok mu abartıyorum, benim yaşadığım şeyi başka kimse yaşadı mı, çok mu kendime önemsiyorum, ayıp mı ediyorum” diye akımdan geçirmedim de değil.
Neyse meğer başkaları da yaşamış bu duyguyu...
Yakın bir zamanda Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası” kitabını okurken, benim yaşadığıma benzer bir şeyi onun da yaşadığını görüp iyice rahatladım.
*
Bolşeviklerin iktidara gelişinden on yıl sonra 1928 baharında, o sırada dünyada kitapları en çok satan yazarlarından birisi olan Stefan Zweig, Tolstoy’un doğumunun yüzüncü yılında yapılacak bir kutlama için, Avusturyalı yazarlar adına bir konuşma yapmak üzere Moskova’ya davet edilir, kalkar gider.
Tolstoy hayatı boyunca şiddete karşı durmuş, pasif direniş halini benimsemiş, muhafazakar bir büyük yazardır. Bolşevik değildi ve sanırım Bolşeviklerin de pek sevdiği bir yazar değildi.
Varşova’dan geçerek Rusya’ya girer. Arazi düzleşir, toprak kuma dönüşmeye başlar. Kapalı ve yasak olan bu ülkeye o zamanlar günde sadece bir yolcu treni giriyordu. O yüzden trenin geçtiği her köyde bütün köylüler renkli kıyafetleriyle istasyona doluşuyordu. Doğu’nun dünyasını Batı’nın dünyasını bağlayan bu trenin mavi vagonlarına bakmak onlar için büyük bir olay olmalıydı.
Tren en sonunda Njegorolje İstasyonu’na varır. İstasyonda demiryolunu boydan boya kaplayan kıpkırmızı bir pankart asılıdır. Pankartta, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” yazısı...
Büyük yazar bu pankartın altından geçerek Proletarya İmparatorluğu’na ayak basar.
Zweig, yolculuk boyunca bu gizemli, bu büyük, bu geniş ülkeye, gittikleri her yerde karşısına çıkan şeylere bakmış ama, gelin görün ki ilk defa gördüğü bu topraklar kendisine hiç de yabancı gelmemişti. Bu durum çok tuhafına gider.
Onun gözünde, “gizemli melankolikliğiyle o uçsuz bucaksız, ıssız bozkırdan soğan başlı kubbeli kulübeler ve kasabalara, yarı köylü yarı peygamber, iyi yürekli, sevecen gülümseyen uzun sakallı yaşlı adamlardan rengarenk başörtülü, beyaz önlüklü kadınlara, kvas içkisinden yumurta, salatalık satılan küçük tezgahlara kadar her şey tanıdık, bildik”ti.
Hayatında ilk defa ayak bastığı bu topraklarda karşılaştığı, gördüğü her şey nasıl olur da ona bu kadar tanıdık geliyordu?
Nasıl oluyor da her şeyi daha önce görmüş gibi bu kadar yakından tanıyordu?
Bir süre sonra bu sorunun cevabını bulur.
Rus edebiyatı sayesinden...
Okuduğu kitaplardan aklında kalanlardı ona bu memleketi kendi memleketiymiş gibi gösteren.
“Bizlere halkın hayatını gerçekçi ve muazzam biçimde anlatan Rus edebiyatının, Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, Aksakov’un, Gorki’nin ustalığıydı bu işte.”
Dillerini bilmese bile, konuştukları an karşılaştığı o insanları anlayabileceğini sanıyordu, “bol gömlekleri içinde rahat, keyfine düşkün görünen bu sevecen, sade adamları, trende satranç oynayan, kitap okuyan, tartışan genç işçileri, güçlerine yapılan çağrıyla diriliş yaşayan, zapt edilmeyen” o gençliği.
Kendi kendine şu soruyu sorar:
“Tolstoy ve Dostoyevski’nin belliğimde yer etmiş ‘halk’ sevgisi miydi acaba bana bu insanlardaki çocuksuluğu, sevecenliğe, akıllılığa ve dik başlılığa karşı daha trendeyken sempati duygusu besleyen?”
Evet ta kendisiydi.
*
Benzer bir duyguyu ben de ilk defa İstanbul’a geldiğimde yaşadım. Zweig yabancı bir ülkede hissetmişti bunları, bense kendi ülkemde... Onun rehberleri Tolstoy, Dostoyevski falandı, benim de Sait Faik, Orhan Veli, Ahmet Hamdi, Atilla İlhan, Yahya Kemal ve bir yığın yazar, şairdi.
Karşıma çıkan yüksek yüksek minareler, koca koca camiler, büyük büyük köprüler, ulu kuleler, geniş caddeler, yüksek binalar, temiz ve kalabalık çarşılar, meydanlardaki güvercinler, şıngır mıngır Boğaziçi, bedestenler, çeşmeler, parklar bahçeler her şey tanıdıktı, hepsini daha önce görmüş gibiydim. Oysa ilk defa görüyorum bütün bunları. Ama sanki daha önce bu sokakları dolaşmış, bu serin avlularda durup göğe bakmış, bu kalabalıklara karışarak şehirde kaybolmuş, bu vapurlarda martılara simit atmış, “gün olmuş yelkovan kuşlarının peşi sıra başımı alıp da gitmişim” gibi...
Oysa ilk defa geliyordum bu büyük şehre...
Gördüğüm şeyler tanıdık
Kalbim tıpkı bu şehrin kalbi gibi atıyordu.
*
O günden çok daha evvel, Hakkari’de dağın arkasını merak ederken başlamıştı bu şehre olan tutkunluğum...
Kanıma o yazarlar girmişti.
Ben bu şehre geleli neredeyse kırk yıl olacak.
Şu anda ne yazık ki, ilk geldiğim andaki şehirde yaşamıyorum sanki.
*
Derler ki, “Bir gün Paris yıkılırsa Balzac’ın romanlarına bakarak onu yeniden inşa etmek mümkün.”
Mümkün, çünkü Paris kurulduğu, Balzac’ın içinde yaşayıp romanlarında anlattığı günden beri şehirde hiçbir temel değişiklik olmamış. Caddeler aynı cadde, evler aynı evler, parklar aynı parklar, meydanlar aynı meydan.
Misal Victor Hugo’nun, Stendhal’ın, Gustave Flabuerd’in, Emile Zola’nın, Charles Baudelaire’in, Stephane Mallarme’nin, Paul Verlaine’nin, Arthur Rimbaud´nun, Marcel Proust’un her daim gidip oturdukları kafeler, o günkü biçimleri neyse, sandalyelerin rengini bile değiştirmeden, her şeyini muhafaza ederek bugüne taşımışlar.
Paris’te değişen tek bir şey varsa o da aristokratlarla kapıcıların yer değiştirmesidir. O zamanlar asansör olmadığı için apartmanların giriş katlarında oturan varlıklı aristokratlar bir süre sonra apartmanın üst katına taşındılar, en üst katta yaşayan kapıcılar ise aşağı indi.
Bir de evlerin içini değiştirdiler. Apartmanların içi sahiplerinin, dışı ise o şehirde yaşayan herkesindi çünkü. İçini kendi zevklerine göre değiştirdiler, döşediler, dışını ise dokunmadan o şehirde yaşayan herkesin zevkine bıraktılar.
*
Biz de böyle bir hal var mıdır? Mesela Allah korusun İstanbul yıkılırsa Yahya Kemal’in, Sait Faik’in, Orhan Veli’nin, Ahmet Hamdi’nin, Orhan Pamuk’un kitaplarına bakarak onu yeniden inşa edebilir miyiz?
Nerede?
Bırakın bu şehrin elimize geçtiği günkü halini, yakın dönemdeki halini bilenimiz bile çok az. Edebiyatımızda adı geçen o mekanların yerini keşfe çıksak çok azının buluruz yerinde. Mesela Necip Fazıl’ın “Babıali” kitabında anlattığı yazarların toplandığı kahveler, lokantalar, pastanelerin hiç birisi yok bugün. Bir çoğu konfeksiyon atölyesi olmuş, bazıları butik otele dönüşmüş, bazıları ise çoktan emlakçı dükkanı olmuş çıkmış.
Bugün yeni yeni okumaya başlayan birisi diyelim Sait Faik’i okusa ve şehrin ruhunu, kokusunu, nefesini hissetmek için bir gezintiye çıksa, Zweig’ın Rusya’da hissettiğini hisseder mi dersiniz?
Mümkün değil, bir kere Sait Faik’in anlattığı İstanbul’dan eser yok bugün. Ne o küçük balıkçı köyleri, ne o kahveler, ne o kıraathaneler, ne o meydanlar, ne o kırlık alanlar, ne de o deniz vardır şimdi İstanbul’da.
Ya Orhan Veli’nin İstanbul’u?
Peki Ahmet Hamdi’nin anlattığı yalılar var mı? Yoksa o yalıların bir kısmına gemiler çarptı, bir kısmına köylüler çarptı, bir kısmına da hepimiz hep birlikte çarpıp da ahşap hallerini betona mı dönüştürdük?
Çok uzaklara gitmeye gerek.
Yakın dönemde semalarımızda beliren Orhan Pamuk’un İstanbul’u bile yok elimizde. Nişantaşı anlattığı gibi midir, ya da her sene ta Amerika’dan kalkıp Kara Kitap’ın geçtiği mekanların haritasına uygun olarak İstanbul turuna çıkan edebiyat fakülteleri öğrencileri bir kez daha gelseler, bir sene önce gördükleri yerleri görebilecekler mi?
Her şeyi o kadar hızlı, o kadar iştahla yıkıp yerine yenisini inşa ediyoruz ki, inşaat alanında bir yarışma düzenlese herhalde dünyada birinciliği hiç kimseye kaptırmayacağız.
Ve bu inşaat işi, tam iki yüz senedir bir türlü bitmiyor.
İnşaat gürültüsü ve kaldırdığı toz toprak şehirde ne ruh, ne de duygu bırakır.
Bırakmadığı için de, Allah korsun İstanbul yıkılırsa yıkıldığıyla kalır!