Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Daha önce okuduğu bir kitabı, ikinci kez, üçüncü kez neden okumak ister insan?

        Daha önce okuduğum birkaç kitabı, yıllar sonra durup tekrar okuduğum halde bu sorunun net bir cevabı yok bende.

        Cemal Süreya’nın çok eski bir yazısının başlığı hala aklımda; “İki Kez, Üç Kez”...

        Bu yazısında şair de benim sorduğum sorunun cevabını arıyordu.

        Ne yazık ki onda da net bir cevap yoktu. “Kişiden kişiye değişen bir durumdur bu durum” diyordu. Kendi kişisel serüveninde, Dostoyevski’nin örneğin “Suç ve Ceza”sını iki, “Karamazovlar”ını dört, “Budala”yı iki kez okuduğunu anlatıyordu.

        *

        Hayatımızda iz bırakın bazı kitapları ilk okuma serüvenimiz hiç çıkmaz aklımızdan.

        En azında bende öyle olur.

        “İnce Memed”le ilk tanışmam, daha çocukken Fakir Baykurt’un “Tırpan” romanını bulmak için giriştiğim macera, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı ile Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” ile “Tehlikeli Oyunlar”ını, Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına”sını, Orhan Pamuk’un “Kara Kitap” ve “Sessiz Ev”ini ilk okuduğum anlar, bütün ayrıntılarıyla hala aklımda...

        Hepsinin hayatımda o kadar mühim bir yer var ki...

        Yıllar sonra bu kitaplardan bazılarını yeniden okudum. Bu yeniden okuma isteğimin altında, sanırım ilk okunduğu anda bende bıraktığı duyguyu yeniden yaşama isteğiydi.

        Ama heyhat.. Zaman kırılıp tuz buz olabilen camdan bir şeyse eğer, o cam kırıkları battı dimağıma ikinci okumada. İlk okuma, müthiş bir keşif olarak durdu orada, zamanın bana öğrettiklerine güvenerek, o kitaplarda ulaştığım yeni bilinç düzeyiyle bir şeyler aramaya başladım ikinci okumada.

        Çoğunlukla da buldum. Ama ilk olana ihanet etmiş gibi bir hisse de kapılmadım değil.

        *

        Ahmet Haşim’in “Suyu yakuta döndüren bu hazan/Bizi gark eyliyor düşüncelere” dizelerinde tasvir edilen ana benzer bir anda, en devrimci Müslüman arkadaşım Nurettin Yaşar abimle memleket ahvalini, edebiyatı konuşarak yürürken İstanbul’un şahane bir yerinde, birden sözü Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev” romanına getirdi kral arkadaşım, dedi ki:

        “Osmanlı’dan sonra yeni yönetimin mantalitesini ilk fark eden yazardır Orhan Pamuk. Pozitivist modernistlerin mekanik zihni erken keşfetmiş adam. Bu romanında, o kaba, içeriksiz, okumuş, özentili Batıcı zihni çok iyi tiye alıyor. Her şey seramoni, tiyatro...”

        O konuşurken, 35 sene önce okuduğum romana gitti aklım. İzin vermedi uzun uzun düşünmeme:

        “Romanın kahramanlarından Faruk’un soyadını hatırlıyor musun?” diye sordu.

        “Hatırlamaz mıyım? Darvınoğlu...” dedim.

        “Darvınoğlu ya! Pozivist aklın kendine uygun gördüğü soyadına baksana?”

        “Sahiden” dedim. “Ben onu Darvin’le ilişkilendirmemiştim...”

        “Dinsizliği matah bir şey sanan ansiklopedist Selahattin’in buluşu, seçimi... Hani doktorluğu bırakıp, Allah’ın yokluğunu ispatlamak için bütün hayatını bir ansiklopedinin uğruna heder etmiş adam...”

        Bu minval üzeri uzun uzun konuştuk.

        Akşam eve geldim, kitabı bulunduğu yerden çıkardım. Karıştırmaya başladım.

        (Sahi Oğuz Atay kitap “karıştırıyordu” değil mi Bülent Abi?)

        *

        Ne yazık ki bendeki nüsha yeni... Okuduğum ilk baskı Can Yayınları arasından 1983 yılında çıkmıştı. Benim İstanbul’a geldiğim sene...

        İstanbul’a gelişiminden bir sene sonraydı. Yanmış kalitesiz kömür kokuyordu şehir. Kaldırım taşlarına basınca altından pis sular fışkırıyordu. O zaman da belediye otobüsleri tıklım tıkıştı. O zaman da herkesin acelesi vardı bu şehirde.

        Birkaç gün az kuru az pilav yiyerek arttırdığım harçlığımla kitabı satın aldığımda Sezen Aksu’nun “Sen Ağlama” albümü yeni çıkmış, aynı adlı şarkısı hayatımızın fon müziği olarak o geç sonbaharın bütün hüznünü başımızdan aşağı boca etmişti. İştahla kitaba baktığım kalmış aklımda ama hemen okumaya kıyamamış, kısa bir süre sonra memlekete yapacağım neredeyse 36 saat sürecek olan o bitmez tükenmez, o çok uzun otobüs yolculuğuna bırakmıştım.

        Karlı bir kış günüydü. Topkapı’da Van’a giden bir otobüse bindim, cam kenarına oturdum. Yanıma da biri oturdu. Otobüs hareket etti, akşam bütün hüznüyle şehre inmişti. Köprünün üzerinde, kirli havanın, pusun içinde bir mızrak başı gibi göğe yükselen İstanbul minareleri son gördüğüm şeylerdi. Açtım kitabı, içine düştüm, kayboldum.

        *

        Koltuk komşum birkaç kez konuşmaya teşebbüs etti. Hayır, hiçbir muhabbet içine girdiğim dünyadan beni alamazdı. Gebze’nin oralarda Cennethisar’da bir yere çakılmış kalmıştım.

        Pozitivizmin bu ülkeye gelişinin tarihi kadar yaşlı bir babaanne, onun hayalinde yaşayan ölü kocası Selahattin, onların ölmüş kaymakam oğulları ve babaanneyi ziyarete gelmiş üç torun; biri tarihçi, biri zenginlik hayalini kuran bir züppe, kız olanı da devrimci... Bir de ailenin çevresinden evin hizmetçisi Kambur, onun kardeşi piyangocu İsmail ve piyangocunun ülkücü oğlu Hasan...

        Hasan, Türk edebiyatında çizilmiş en iyi ülkücü tiptir. Belki de tek tiptir. Bu kadar mı gerçek olur bir roman kahramanı? Pamuk’un onu o kadar iyi tanıyor olmasına hayret edersiniz.

        Birlikte büyümüş çocukluk arkadaşı, akrabası devrimci Nilgün’e karşılıksız aşıktır Hasan, Nilgün’ün haberi bile yok.

        Yıllardır o kitapta aklımdan çıkmayan sahne; Hasan başbuğ mertebesine ulaşmış, otağında emirler verirken, zorla getirilip ayaklarının dibine atılan Nilgün’e çektiği nutuktur.

        Böyle bir sahneyi, sağcı olsun solcu olsun, “zafer günü ertesi” aklından geçirmeyen genç var mıydı o tarihlerde bu memlekette, sanmıyorum.

        *

        Her şeyin; otuz saatten beri girdiğim dünyada beni muhafaza eden otobüs hariç, her şeyin soğuktan kaskatı kesildiği bir gece yarısı Tatvan civarlarında bir yerde roman bitti.

        Otuz saatten beri her konuşma girişimini savuşturduğum yanımda oturan adamın “manyak bu ya, durmadan kitap okuyor” diye bağıran sesiyle roman dünyasından gerçek dünyaya geçtim.

        O ilk okumanın serüveni, o gün bugün hiç çıkmadı aklımdan.

        Her kitap, her film, her şarkı özel bir anımıza denk geldiği için bizde derin bir iz bırakır.

        “Sessiz Ev” de öyle oldu.

        Ta ki Nurettin Abimin anlattıklarına kadar.

        *

        O gün eve geldim ve “Sessiz Ev”i tekrar okumaya başladım.

        Bu kez ulaştığım bilinç düzeyi, o otobüs yolculuğundaki gençlik yıllarımdan farklıydı. Ben değişmiştim ama roman yerinde duruyordu. Sahiden, Doğu-Batı arasındaki uçurum yazılacak bir ansiklopediyle öyle bir çırpıda kapanır mı? Pozitif bilimlerin anavatanı Britanya’dır ama biz Fransızların bize uygun gördüğü bir hayat biçiminin ardına takılmıştık. Aydınlanmayı, ellerinde devlet okullarında öğretilen bilgilerle tutuşturulmuş meşaleler taşıyan aydınlar sağlayacaktı çünkü onların görevi etraflarına ışık vermekti. Ama eksik bir şey vardı; ne yazık ki tam iki yüz yıldan beri aydınların en büyük yanılgısı, koca bir toplumu sadece ama sadece aydınlardan ibaret sanmalarıydı.

        *

        Orhan Pamuk’un Ahmet Hamdi’den, Oğuz Atay’dan devraldığı ve çok sevdiği bu soruların yol açtığı fikirleri derinlemesine hissettirildiği romanın sayfaları arasında, tıpkı o ilk okumadaki otobüs yolculuğunda olduğu gibi gezinirken, romanın kahramanlarından tarihçi Faruk Darvınoğlu’nun Gebze’deki arşivde İstanbul’da vakti zamanında vuku bulmuş bir veba salgınının izlerini aradığını gördüm ikinci okumada.

        İlk okumada dikkatimi çekmemişti.

        Ama işte şimdi, bu günlerde Orhan Pamuk’un vebayı anlatan bir roman üzerine çalıştığını biliyordum. Birkaç ay önce evine uğramış, yenilen bir akşam yemeğinden sonra geniş çalışma masasının üzerine serdiği defterlerinden birisini açmış, bana yazmakta olduğu yeni romanından birkaç paragraf okumuştu.

        İsmi “Veba Geceleri”ydi.

        “Sessiz Ev”i yeniden okurken kitabın 235. sayfasında karşılaştığım bilgi beni mıh gibi çaktı yerime.

        Faruk ile kız kardeşi Nilgün sohbet ediyorlar. Gerisini kitaptan okuyalım:

        “‘Nereye gidelim?’ dedim, sonra ben. ‘Senin şu vebalıların kervansarayına’ dedi Nilgün. ‘Veba devletine.’ ‘Öyle bir yer olup olmadığına emin değilim,’ dedim. ‘İyi ya işte’ dedi Nilgün; ‘gider bakar kesin bir karara varırsın.’ ‘Kesin bir karar,’ diye düşünüyordum ki ben, o ekledi. ‘Kesin bir karara varmaktan korkuyor musun yoksa?’ ‘Veba Geceleri ve Cennet Günleri’ diye mırıldandım ben. ‘Sen roman mı okuyorsun?’ dedi Nilgün şaşkınlıkla. ‘Biliyor musun,’ dedim heyecanlanarak, ‘bu veba düşüncesi beni gittikçe sarıyor. Dün gece aklıma geldi, bir yerde okumuştum. Cortez’in, o kadar küçük bir orduyla Aztekler’i yenilgiye uğratıp Mexikco-City’i almasının arkasında veba varmış. Şehirde veba salgını çıkınca Aztekler Tanrı’nın Cortez’den yana olduğuna karar vermişler.’” (Sessiz Ev, İletişim Yayınları, s.235)

        1980’de yazmaya başladığı, 1983’te yayınlanan bir romanında; 40 sene sonra azmaya başladığı bir romanın adını veren bir yazarla karşı karşıyaydım.

        Bu bir tesadüf olabilir miydi?

        O gece, o akşam yemeğinde Orhan Pamuk, Akdeniz’in ortalarında bir yerde hayali bir ada kurduğunu, o adanın veba yüzünden karantinaya alındığını anlattı bana yeni romanından bahsederken.

        Veba aslında bütün bir yüzyılı sarmış olan milliyetçilik virüsünden başka bir şey değildir.

        *

        Bundan bir süre önce telefon ettim Orhan Pamuk’a. Her sene bu mevsimde Amerika’ya, bir üniversitede ders vermeye gidiyor birkaç aylığına.

        Telefon ettiğimin ertesi günü yolcuydu. Yolculuk öncesinin telaşı vardı üzerinde... “Sessiz Ev”i tekrar okuduğumu söyledim. Ve kitapta şu anda yazmakta olduğu kitabın adına rastladığımı söyledim heyecanla.

        O hiç şaşırmadı, gayet doğal bir sesle:

        “Evet, bu romanı o zamandan beri düşünüyorum. Adını o zaman koymuştum... kırk sene önce.”

        *

        Her yeniden okuma bir keşiftir.

        Belki de daha önce okuduğu bir kitabı, insanın yeniden okuma isteğinin altında yeni bir şeyleri “keşfetme” dürtüsü yatıyor, kim bilir.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar