Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Deniz yoluyla Kadıköy’e giderken Haydarpaşa dalgakıranına girer girmez karşınıza iki bina çıkar:

        Selimiye Kışlası ile Haydarpaşa Gar binası...

        Eğer buralıysak, bu memlekete büyümüş, buranın havasını solumuşsak eğer, bizim gözümüz önce Haydarpaşa Gar binasını görür.

        Yok eğer yolcu bir yabancıysa, bir ecnebi memleketten gelmiş vapurla Kadıköy’e geçiyorsa, gözü önce Selimiye Kışlasını görür.

        Selimiye Kışlasını 3. Selim, Nizam-ı Cedid askerlerini yetiştirmek ve barındırmak üzere 1828 yılında yaptırmış. Mimarı Ermeni Kirkor Amira Balyan’dır, tarzı Barok’tur ama minareleri ve her haliyle bizi yansıtır.

        Haydarpaşa Gar binasını ise 1908’de Sultan 2. Abdülhamit tarafından yaptırılmış, iki Alman mimarın Otto Ritter ile Helmut Cuno’nun eseridir; Orta Avrupa Barok, Alman Rönesans ve Neo Klasik mimari örneklerinin tümünün karışımıdır; eklektiktir.

        Şair Cemal Süreya’nın deyimiyle “gri bir ev ödevi” gibidir, soğuktur.

        Alman Almandır.

        Biz burada yaşayanların gözüne önce onun ilişmesi, onun ecnebi tarzındandır.

        Bir ecnebinin önce Selimiye Kışlasını görmesi ise, onun yerliliğindendir.

        *

        Şair Atilla İlhan, “İstanbul Ağrısı” şiirinde şöyle meydan okur şehre:

        “eğer sen yine İstanbul’san

        kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan

        Sirkeci Garı’nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp

        intihar dumanları içindeki Haydarpaşa’dan

        Anadolu üstlerine bakıp bakıp

        ağlayan

        sen eğer yine İstanbul’san....”

        İstanbul mu yüzyıldan beri “intihar dumanları içindeki Haydarpaşa’dan Anadolu üstlerine bakıp bakıp ağladı”, yoksa Anadolu mu hep İstanbul için yanıp yıkıldı, hep gözyaşı döktü bilmem, bildiğim tek şey İstanbul’dan Anadolu’ya yapılan her yolculuk, Haydarpaşa Garı’ında başladı; Anadolu’dan İstanbul’a yapılan her yolculuk da bu binada bitti.

        O yüzden Haydarpaşa Tren Garı, bir ilk durak, bir de son duraktı. Bazen son, bazen ilk... İçeriye ve dışarıya açılan kapısı oldu şehrin, o kapının içi ise hafızası...

        “Türk Edebiyatında Haydarpaşa Garı”na dair çok kıymetli bir yazı yazmış olan Handan İnci’nin şu tespiti bir o kadar kıymetlidir:

        “Haydarpaşa Garı bir ‘bellek bina’dır. Gar ile Anadolu arasında gidip gelen her tren, Türkiye’nin toplumsal tarihini, kültürel, ekonomik çözülüş ve yapılanışlarını, yani bir başka yolculuğu da yaşamıştır. Garın saati, Türkiye’nin saatidir bu anlamda. Haydarpaşa Garı’nın toplumsal hayatımıza katıldığı yüzyılı düşünürsek, modernleşme tarihimizin hemen hemen bütün ana duraklarının bu raylar üzerinde yer aldığını görürüz: II. Meşrutiyet yıllarının karmaşasını, İttihatçıların gadrine uğramış siyasi sürgünleri, Birinci Dünya Savaşı’nın cephe yolcularını, Kurtuluş Savaşı’nın güç koşullarını, Cumhuriyet heyecanını, İstanbul merkezinden Anadolu’ya doğru yola çıkan umutları, İkinci Dünya Savaşı’nın yoksulluklarını, Varlık Vergisi’nin Aşkale’ye sürüklediği talihsiz yolcuları, Anadolu’dan İstanbul’a açılan göç yollarını, bu yoldan şehre uçan gurbet kuşlarını, giderek kalabalıklaşan şehirde yalnızlaşan, kurtuluşu kaçıp gitmekte bulan modern hayat yorgunlarını… Hepsini Haydarpaşa Garı’nda karşılayıp oradan uğurladık bir yüz yıldır.”

        Ve yüzyılın sonunda, eski işlevini yitirince Haydarpaşa Garı şimdi elimizde kaldı. İnsafımıza terkedildi.

        Koca bir tarih, koca bir mekan, koca bir hafıza gelip bir “ihaleye” saplandı. (Derler ki, telefon konuşmaları sırasında diğer birçok netameli kelime gibi “ihale” kelimesi geçerse eğer, o konuşma otomatik olarak dinlemeye alınır! Acaba yazıda da öyle mi?!)

        *

        İttihatçıların da Kemalistlerin de gadrine uğrayıp hayatının büyük bir kısmı sürgünde geçirmiş ama sürgünlüğü de bir tür eğlenceye ve üretken yazarlığa dönüştürmüş olan velut yazar Refik Halit Karay, 2 Ağustos 1952 tarihli bir yazısında bize Haydarpaşa Garı’nın en eski halini anlatır.

        Daha gar binası inşa edilmemiş halinden başlayarak Gar binasının ilk yöneticisi, aslında her şeyi Alman Bay Hügnen’den...

        *

        “Müştereken ve müteselsilen” mi, yoksa “ortaklaşa ve birlikte”mi parantezinde akıbetine karar vermek için bir “ihalenin” içine çekilen garın tarihiyle ilgili hafızayı tazelemenin tam vaktidir şimdi.

        Üstattan dinleyelim...

        *

        O zamanlar henüz dalgakıran yok. Gar binası da yok. 1900’lerin başı... Haydarpaşa’da suya uzanmış yarı ahşap, yarı kagir bir iskeleye köhne vapurlar güç bela yanaşıyor. İskeleye çıkanlar, bir müddet taşlı tozlu bir yoldan epeyce yürür, şimdiki köprünün altından geçer, bir süre sonra, o zamanlar güzelliğiyle dillere destan Haydarpaşa Çayırı’nın kenarında mütevazı bir binaya varırlar.

        İşte orası gardı. Trenlere oradan binilirdi.

        (Refik Halit bir başka yazısında da, Haydarpaşa çayırını anlatır. Ona göre, bu çayır “İstanbul’un en feyizli çayırlarından birisiydi, Nisan Mayıs aylarında banliyö trenleri gelip geçerken, yolcular birbirinin omuzlarına yaslanarak, pencerelere üşüşür, seyrine can atar, lokomotifin yavaşlamadığına, hatta insafa gelip azıcık mola vermediğine üzülürdü” der.)

        Üstat, 1952 yılında bu binanın hala yerinde durup durmadığını merak eder. Oradan geçtiği bir gün vapur penceresinden bakar, bulamaz.

        İskeleden gar binasına yürürken kulaklarında kalmış ayak hışırtılarını hatırlatır bize yazısında. Yol taşlı tozluydu, şirket sonradan deniz kumu dökmüş. “Yolcular vapurdan çıktılar mı ta Gara kadar o kum üzerinde kalabalık bir kafile halinde haşur huşur ve oldukça müşkülatla yürürler, aralarında şikayet ederler, lakin padişahın tuttuğu adamlardan biri olan direktör Hügnen’den ve bütün ecnebilerden çekindikleri için kadere rıza gösterirlerdi.”

        *

        1890’ların başında, dünyanın paylaşımına geç kalmış olan Almanya, Osmanlı’ya İstanbul-Bağdat Demiryolunu önerdi. Böylece Haydarpaşa’dan kalkarak Ortadoğu ve Hindistan’a ulaşacaklardı. Osmanlı kabul etti, bu tarihlerde 99 yıllığına bir anlaşma imzalandı.

        İşte Bay Hügnen denilen kefere bu sırada işe al attı. Sahilde dalgakıran ve liman yaptı. Denizi doldurdu, limanı kurdu. 1903’te silo, gümrük, liman polisi, liman idaresi, pasaport idaresi, elektrik santrali, bekleme salonu binaları ve liman tesisleri açıldı. Daha sonra bunlara muhacir misafirhanesi eklendi. Bugünkü gar binasının inşaatı başladığında, garın umum müdürü Bay Hügnen’dir. Meşhur Haydarpaşa Çayırını da bu Hügnen yok etti.

        Gar binasının yapımına 1906 yılında başlandı.

        *

        Bay Hügnen, 1890 yılında umum müdürün sekreteri olarak burada işe başladı, birçok muharririn yazdığına göre, 'birer birer amir­le­ri­nin ayak­la­rı­nın altına kar­puz ka­bu­ğu ko­ya­rak hepsini devre dışı bıraktı’, zamanla umum müdürlüğe kadar yükseldi. (Cumhuriyet’in ilanından sonra 1923 yı­lın­da, Meclis ta­ra­fın­dan Hay­dar­pa­şa umum müdürlüğüne Be­hiç Er­kin atandı, ancak Bay Hügnen koltuğunu hemen vermek istemedi, direndi, çı­kar yol ol­ma­dı­ğı­nı anlayınca da Be­hiç Bey’e yük­lüce bir ma­aş rüşvet tek­lif etti ancak nafile...)

        *

        Refik Halit Karay onu tanıdığında büyük bir servet sahibi, burnundan kıl aldırmaz kibirli bir zengindi.

        Kışlık evi, Taksim’de bugünkü AKM’nin yerindeydi. Yazları Bostancı’da yaptırdığı köşkte yaşıyordu. Deniz kıyısında 11 dönümlük arazi içine bulunan köşke Haydarpaşa dalgakıranının iç tarafında bağlı olan yatıyla, kışın banliyö trenindeki özel kompartımanında giderdi. Kışları trenden Bostancı’ya indiğinde, orada kendisini bekleyen fayton onu köşküne götürürdü. Bu köşkün içi de o dönemin yerli ve yabancı eşyalarıyla oldukça şatafatlı döşenmişti.

        Amele olarak işe başlamıştı, ne mühendisti, ne de doktor. Aslen İsviçreliydi. Meşrutiyet’ten sonra bir gün eski Lebon Pastanesi’nde Refik Halit’le karşılaşırlar. Önündeki şampanyadan üstada da ikram eder ve ona şunları söyler:

        “Benim ömrüm iki safhada oldu: Adi şarap bile içemediğim amelelik devrim, ağzıma şampanyadan başka içki koymadığım direktörlük devrim.”

        Terbiyesiz bir adamdı. Müslüman kadınlara sarkıntılık eder, tacizde bulunurdu. Yılışıktı, sinekten yağ çıkarmayı çok iyi bilirdi. O yüzden İngilizler, mütareke yıllarında kendisini kapı dışarı ettiler. Fakat yüzsüz bir adamdı.. Bacadan girdi. Yerine gelen ufak rütbeli bir zabitin kapısında saatlerce bekledi, işgalcilerin ayaklarına kapandı, kendini affettirdi.

        Refik Halit der ki, “Öyle idi ama yaman bir idareciydi, şefti. Vagonların temizliğini o devirde seyretmeliydiniz: Eğer camların üzerinde ay-yıldız ve kanatlı tekerlek resmi bulunmasaydı açık mı kapalı mı fark edemezdiniz; açık sanıp kafanızı vururdunuz, öylesine parlaktı!”

        *

        Gar binasının yapımı 1908 yılında bitince Bay Hügen hemen kolları sıvadı, hızlı ve temiz vapurlar getirdi. Eski vapurlar köhneydi, “icat edildiği zamanki ilk buharlı gemi süratiyle” yol alırlardı. Refik Halit’in anlattığına göre eski köhne vapurların bazılarının düdükleri kapanmaz, mazallah kaptan ipe fazla asılırsa, kapak yukarı sıkışır, sıcak bacaya kimse çıkıp manivelasını hareket ettiremediği için de, kazandaki bütün istim ince borudan kaçıp gittikten ve nihayet tamamıyla tükendikten sonra düdük sesi kesilirdi.

        Hügnen bunların tümünü ıskartaya çıkardı, yerlerine yenilerini getirdi.

        *

        Refik Halit Karay’ın deyimiyle “Anadolu yakasının mamurluğunu borçlu olduğumuz amele-direktör” Bay Hügnen, bir de “Boğaziçi’nin Rumeli yakasında dağdan viyadükler üzerinden geçerek giden bir tren hattı imtiyazı aldı.”

        Bu projesini gerçekleştirmiş olsaydı eğer bütün Boğaziçi tepeleri, “meskun, mamur hale gelecek, emsalsiz bir hayatiyet kazanacak, şehir en layık olduğu taraftan gelişecekti.” Böylece bugünkü sahil yolu olmayacak, belki sahil yolu sadece yayalara kalacak, şehir bambaşka bir çehre kazanacaktı.

        Ancak aksiliğe bakın ki bu “imtiyazın verilmesi” tam da Meşrutiyet’in ilanına denk geldi. İttihatçılar bu projeyi beğenmedi, özellikle Maliyeci Cavit Bey –ki İzmir suikastıyla irtibatlandırılarak, yok yere asıldı- burun kıvırdı, “soğuk karşıladı”, proje kaldı. Üstat, “Zararı İstanbul çekti” diyor. (R.H.Karay, Memleket Yazıları-15, s.20-21-22)

        *

        Vakti zamanında İstanbul’a yolu düşen her meçhul yolcunun macerası gibi, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” da Haydarpaşa’dan başlar.

        Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” da; Sait Faik’in, Ahmet Hamdi’nin, Selim İleri’nin bazı hikayeleri, Turgut Uyar’dan Cemal Süreya’ya birçok şairin şiiri; şiddet bu kadar ruhlarımıza nüfuz etmemişken, siyah beyaz hayatımızın fonunu oluşturan birçok Yeşilçam filmine kadar sanatımızda, edebiyatımızda Haydarpaşa Garı’nın yeri her şeyimizden önce geldi.

        Çoğumuz o kapıdan çıkarak, o merdivenlerden inerek girdik bu şehre.

        “Bindokozyüzseksenbeş yılının yazdan kalma alacaklı, nefis güneşli bir gününde”, Yılmaz Erdoğan’ın da girmesi gibi:

        “Az önce merdiveni, dublajı kaymış bir Yeşilçam filminin, yirmi dakika sonra meşhur bir türkücü olacak başrol oyuncusu gibi indiğim Haydarpaşa, beni martıların arkadaşı bir vapura teslim etti.” (Y. Erdoğan, Hijyenik Aşklar, s. 105)

        Hangimizi teslim etmedi ki!

        Şimdi elimize düştün işte!

        İhale Komisyonu nerede?

        Yoksa o iş bitti mi?

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar