Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dünya edebiyatının en sarsıcı, en kışkırtıcı, en gizemli, en dehşet verici metinlerinden birisi, Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki “Büyük Engizisyoncu” bölümüdür.

        Bir dolma kalemden sarı bir saman kağıda damlayan koyu bir mürekkep damlası nasıl kısa süre zarfında kağıda nüfuz ediyorsa, metni okudukça kelimeler ruhumuza aynı hız ve aynı mürekkep koyuluğuyla nüfuz etmeye başlar.

        Metnin hazzına vararak okuyanların büyük çoğunluğu, yatarak okuyorsa eğer gayri ihtiyari ayağa fırlar, birçoğu ise bitmesin diye yavaş okur, bazılarının ise soluğu kesilir, kulakları uğuldar.

        *

        Dostoyevski’nin kendi gençlik yıllarının uçarı fikirleriyle doldurduğu kahramanlarından İvan Karamazov ile maneviyatçı kardeşi Alyoşa konuşuyorlar metinde. İvan şeytani düşüncelerin cenderesi altında her şeyi aklıyla çözmeye çalışıyor ama aklı ona düşmandır. Alyoşa ise çektiği acıları kabullenmiş ve o acıyı başkalarıyla paylaşmayı göze almış birisidir. İki kardeş yüzleşiyorlar. Birçok meseleyle... Maneviyatla, birbirleriyle, acılarıyla...

        İvan okumakta olduğumuz metnin yazarıdır; yazdığı metni, kendisini anlar umuduyla kardeşi Alyoşa’ya okuyor büyük bir umutla.

        Ona göre bir dönem İspanya’yı kasıp kavuran Engizisyon Mahkemeleri meşruydu, o mahkemeler olmasaydı dirlik düzenlik bozulur, insanlar birbirini yerdi.

        Tezini şiddetle benimsetmek istiyor. Bir fikrin savunulmasında en etkili aracın edebiyat olduğunu biliyor İvan. O yüzden tezini bir hikayeye dayandırarak anlatıyor.

        Hikaye şöyle...

        *

        Sevilla yanık ceset kokuyor. Her yerde engizisyonun zulmü hüküm sürüyor. Her gün onlarca kişi “dini sapkınlık” nedeniyle meydanlarda diri diri yakılıyor. Tekmil doğa, börtü böcek, insan hayvan herkes sabahtan akşama kadar ceset kokularını ciğerlerine çekiyor. İnsanlar çaresiz, umutsuz, bir kurtarıcı bekliyorlar.

        İsa Mesih işte böyle bir günde yeryüzüne iniyor.

        Herkes hemen tanıyor onu. Etrafını sarıyorlar. Beklenen kurtarıcı nihayet geldi işte! Ardı ardına mucizeler gerçekleşmeye başlıyor.

        Kör, yaşlı bir adam, “Bana şifa ver ki seni görebileyim” diyor, hemen gözleri açılıyor. Yeni ölmüş ama cesedi henüz toprağa verilmemiş bir kız çocuğunu diriltiyor Mesih, çocuğun annesi O’na “Evet, sen O’sun” diyor, ayaklarına kapanıyor.

        O sırada Kardinal, yani Büyük Engizisyoncu bütün bu olup bitenleri, mağrur gözlerle uzaktan izliyor.

        Daha dün gece bir sürü “sapkını” ateşe atmıştı. Hiç beklemediği bir anda Mesih gelmiş, kurduğu düzeni altüst ediyor şimdi. İşte buna izin veremezdi. Muhafızlara bir el işaretiyle İsa’yı yakalama emrini veriyor.

        Muhafızlar üzerine çullanıyor, derdest ediyorlar onu.

        Halk itiraz alışkanlığını çoktan yitirdiği için, İsa’nın yakalanmasına ses çıkarmıyor.

        *

        Gecenin ilerleyen saatlerinde Büyük Engizisyoncu, İsa’nın hücresine geliyor.

        Ona konuşma fırsatı bile tanımadan, hayli uzun bir monolog başlatıyor Engizisyoncu.

        Önce ona İncil’de geçen üç iğvayı anlatıyor.

        İsa çölde bir başınadır, aç, susuz perişandır. Yiyeceği tek şey, bitki kökleridir.

        Şeytan gelir ve etrafında gördüğü bütün taşları ekmeğe dönüştürmesini teklif eder ona. İsa bu teklifi hemen ret eder. Çünkü eğer bunu yaparsa, özgür iradenin hiçbir anlamı kalmayacak. Ona göre insanlar aç kalma pahasına inancı tercih ederlerse, ancak o zaman Tanrı’ya inanabilirler.

        İkinci kez İsa bir kilisenin en yüksek kulesindeyken yine şeytanla karşılaşır. Şeytan ona oradan atlayıp ölmeyerek insanlara mucizevi bir varlık olduğunu göstermesini ister.

        İsa bunu da hemen ret eder. Ona göre insanlar Tanrı’yı, hiç bir mucizeye başvurmadan kayıtsız şartsız sevmelidir.

        Ve üçüncü karşılaşmada şeytan bu kez İsa’ya bir yeryüzü hükümdarlığı önerir, İsa isterse her yeri hükmü altına alabilir. İsa bunu da kabul etmez. Ona göre ruhsal krallığın yanında yeryüzü krallığı dediğin ne ki!

        Büyük Engzisyoncu’ya göre insanın fıtratında kötülük var. O yüzden kesinlikle başıboş, özgür kalmamalıdır. Bir varlıktan, kurumdan, otoriteden, kişiden mutlaka korkmalıdır. Aksi taktirde her türlü kötülüğü yapabilir, her türlü günahı işleyebilir.

        İsa, şeytanın önerdiği üç iğva’yı ret ederek işte bu kötü tabiatlı insanı özgür bırakmış, dolayısıyla her türlü kötülüğün de önünü açmıştır. Bugün yeryüzünde çocukların acı çekmesi, insanın onca acı ve ıstırap içinde debelenmesinin tek müsebbibi İsa’dan başkası değildir.

        Engizisyon mahkemeleri şimdi İsa’nın sebep olduğu bu kötülükleri ortadan kaldırmak için uğraşıp duruyor. İsa’nın vakti zamanında yapmadığı şeyi yapıyorlar şimdi. Dirlik düzenlik sağlıyor. Suçlu gördüklerini ateşe atarak otorite sağlıyor. İnsanlar bu mahkemelerden korkuyor. Onlar olmasa her yerde kan gövdeyi götürür, insanlar birbirini yerdi.

        Engisizyon insanlara ekmek vererek onları kendine bağlıyor, hileleri mucize diye gösteriyor. O yüzden insanlar gökyüzü krallığı yerine yeryüzü krallığını tercih ediyor.

        Büyük Engizisyoncu, İsa’nın böyle hiç beklenmediği bir anda yeryüzüne gelip etrafa umut dağıtmasını, kilisenin kurduğu düzene çomak sokmasını kabul edilmez bir şey olarak görüyor.

        O yüzden suçludur. Şafakla birlikte diğer suçlular gibi ateşe atılarak diri diri yakılacaktır.

        *

        Özetlemeye çalıştığım bu çok uzun monolog boyunca İsa hiç konuşmaz.

        Bu sırada İsa mucizevi bir şekilde zindandan kurtulur ve giderken Büyük Engizisyoncu’yu Ruslarda gelenek olduğu üzere dudağından öper, Engizisyoncu büyük bir maneviyatla dolar.

        Engizisyoncu, İsa’ya bir daha gelmemek üzere defolup gitmesini söyler.

        *

        Şeytani fikirlere sahip İvan, hikayesini bitirdiğinde kardeşinin kendisini anlamayacağını biliyor. Ama son bir umut işte! Eğer kardeşi bu hikayeye rağmen onu anlamazsa, bu dünyada yapayalnız kalacaktır.. Hayattan hiçbir beklentisi yoktur, o yüzden tek dileği kardeşinin onu anlamasıdır.

        Alyoşa, tekmil hikayeyi büyük bir dikkatle dinledikten sonra, tıpkı İsa’nın Büyük Engizisyoncu’yu öpmesi gibi, kardeşini dudağından öper.

        Bu öpücükle birlikte, İvan'ın içi tıpkı büyük Engiziyoncu gibi büyük bir maneviyatla dolar.

        *

        Bazı yazarlar, kendilerinden önce yazılmış iyi metinlerden yeni metinler üreterek çok daha iyi yeni metinler yazarlar. Buna edebiyatta “metinlerarasılık” denir. Bu kurama göre gök kubbenin altında daha önce söylenmemiş hiçbir söz yoktur. Her edebi metin, kendinden önceki metinlerden izler taşır, onlardan etkilenir.

        Bizim edebiyatımızda Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ı bu alanda bir zirvedir.

        Ana hikayeden, tek tek hikayelere, epigraflardan metin içinde geçen isimlere, kitaplara kadar her şey müthiş bir işçiliğin, muazzam bir zekanın, üstün bir edebi yeteneğin benzersiz bir örneğidir bu kitap.

        Aşılması zor bir kitaptır “Kara Kitap”, kendi alanında bir doruktur.

        İşte bu kitabın içindeki “Hepimiz Onu Bekliyoruz” parçası, yukarıda özetlemeye çalıştığım Dostoyevski’nin “Büyük Engizisyonucu” parçasına bir naziredir.

        Ustalıkla yazılmış, ince ince örülmüş, Dostoyevski’nin şaşırtıcı metniyle rahatlıkla boy ölçüşecek yetkinlikte müthiş bir metindir bu metin.

        Zaten metin Dostoyevski’nin “Mektuplar”ından alınma, “Esrarlı şeyleri dehşetli severim” epigrafını taşır ve “Hepimiz yüzyıllardır O’nu bekliyoruz” cümlesiyle açılır.

        *

        Dostoyevski’nin metni kahramanı İvan Karamazov’un bir makalesidir.

        Orhan Pamuk’un metni de kahramanı köşe yazarı Celal Salik’in bir makalesi...

        İvan Karamazov yazdığı metni kardeşine okuyor, Celal Salik de gazeteyi alan okurlarına sesleniyor.

        Dostoyevski’nin metninde O, Hz İsa’dır; İsa’yı tutuklayıp sorguya çeken Büyük Engizisyoncu da yüce Kardinal’dir.

        Pamuk’un metninde O, Mehdi’dir; Mehdi’yi tutuklayıp yargılayan da “Le Grand Pacha” yani “Büyük Paşa”dır.

        İspanya’da Engizisyoncular, Türkiye’de her on yılda bir darbe yapan Paşalar... Onlardan başka büyük yoktur!

        *

        “Yüzyıllardır hepimizin beklediği Mehdi” bir gece yarısı aniden çıkagelir.

        Peki Mehdi’nin gelişini bize kim haber veriyor?

        Orhan Pamuk’un uydurduğu Dr. Ferit Kemal adında hayali bir yazar, onun gelişini bir çizgi romanla haber verir bize. Gelişini anlattığı kitabını 1870’te yazmış ve Paris’te Fransızca yayınlamıştır. Yani Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”i yayınlamasından tam dokuz yıl önce...

        Bu durumda hiç kimse “Dr. Ferit Kemal hikayeyi Dostoyevski’den araklamış” diyemez. Tam tersine dönemin “Şadırvan” ve “Büyük Doğu” gibi Doğucu dergileri Dostoyevski’nin; “Karamazof Kardeşler’deki Büyük Engizitör parçacığını” bizim Doktorun kitabından arakladığını bile söylemişler. (Yazarın muzipçe bir şakası!)

        (Orhan Pamuk tam da burada, bir “muziplik” daha yaparak kahramanı Celal Salik’in sözleriyle “Doğu’dan Batı’ya, ya da Batı’dan Doğu’ya yürütülmüş eser” efsanesine girer ve şunları söyler:

        “Dünya dediğimiz rüyalar alemi, bir uyurgezerin şaşkınlığı içinde kapısından giriverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak istediğimiz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler.

        Şimdi:

        1. Bu düşler evinin odalarındaki tıkırtılı saatlerin birinin doğru ya da yanlış olduğunu söylemek saçmadır.

        2. Odalardaki saatlerden birinin öbüründen beş saat ileri olduğunu söylemek de saçmadır, çünkü aynı saatin yedi saat geri olduğu sonucu da aynı mantıkla çıkarılabilir.

        3. Saatlerden biri dokuzu otuz beş geçeyi gösterdikten herhangi bir süre sonra, evdeki başka bir saatin dokuzu otuz beş geçeyi göstermesinden, ikinci saatin birincisini taklit ettiğini sonucu çıkarmak da saçmadır.”)

        Dr. Ferit Kemal’in Fransızca yazdığı “Le Grand Pacha” (Büyük Paşa) adındaki bu çizgi roman yalnızca doksan altı sayfadır. Celal Salik’e göre Mehdi’yi anlattığı sayfalarda, “bugün bizim ihtiyacımız olan kuvvetli bir mantığın izleri görülüyor.” Zaten ünlü köşe yazarı da “silahlı kuvvetlerimizin yurtsever subaylarına ‘Le Grand Pacha’daki karşı durulmaz düşünceleri tartışmak için” yazıyor makalesini.

        *

        Müslümanların asırlardır beklediği Mehdi, bir gece yarısı, derin bir sessizlik içinde İstanbul’a iner. Herkes ayak seslerinden tanır O’nu.

        Ertesi gün bütün şehir O’nun geldiğini anlar. Bir bayram havası yayılır şehre.

        Ancak O’nun gelişinden rahatsız olan birileri de var. Sokaklarda böyle düşünceli yürürken Mehdi, Grand Pacha’nın adamları O’nu yakalayıp şehrin taş kemerli soğuk zindanlarından birine tıkarlar. Gece yarısı, elinde bir kandil Grand Pacha, tıpkı Büyük Engizisyoncu’nun İsa’yı ziyaret etmesi gibi, O’nu hücresinde ziyarete gelir, bütün gece konuşur O’nunla.

        Peki Grand Pacha kimdir?

        “Paşa olmasına bakıp bir büyük devlet adamı, bir büyük asker ya da büyük rütbeli herhangi biri asker” diyebiliriz ona.

        Ya da “bizde çok görülen ve kendinden çok devleti, milleti düşünen kişilerde hissettiğimiz bir tür bilgeliğe erişmiş yüce kişi”dir.

        Yani aslında Osmanlı’dan beri bulabildikleri her fırsatta tepemize çöreklenen darbeci askerdir.

        *

        Le Grand Pacha, hücrede karşısında duran kişinin asırlardır beklenen Mehdi olduğuna emindir. Kalabalığın yüzündeki sevinci ve zafer heyecanını görünce hemen anlamış bunu. Şimdi herkes O’ndan bir şeyler bekliyor. Ama O bunu yapamaz. Hele Hz. Muhammed’in kılıcıyla yaptığını O hiç yapamaz. Çünkü İslam düşmanlarının silahları şimdi çok daha güçlüdür. Hiçbir askeri başarı imkanı yoktur! Doğu’da Mehdi oldukları beklentisiyle ortaya çıkan insanların zaman içinde nasıl bir hayal kırıklığına sebep olduklarını anlatır O’na, yine de, mutsuzlara bir zafer umudu vermenin imkânsız olmadığını ekler. Sadece, “dış düşman” ile mücadele edilmemelidir. Asıl olan “iç düşman”lardır.

        Le Grand Pacha onları şöyle tanımlar:

        “Bütün sefaletin, acılarımızın kaynağı içimizdeki günahkârlar, tefeciler, kan içiciler, zalimler ya da öyle oldukları halde suret-i haktan gözükenler olmasın sakın? Mutsuz kardeşlerine bir zaferin ve mutluluğun umudunu yalnızca içimizdeki düşmana karşı açacağın savaşla verebileceğini sen de görüyorsun değil mi? O zaman, bu savaşın kahraman askerlerle, gazilerle değil, muhbirle, cellâtlarla, polisle, işkencecilerle birlikte verilecek bir savaş olduğunu da görüyorsun demektir. Umutsuzlara sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler. Kardeşlerimize umut verebilmek için aralarındaki suçluları gösteriyoruz onlara.”

        Le Grant Pasha aniden ortaya çıkan Mehdi’nin bütün bunları yapacak kadar korkusuz olduğunu yüzüne söyler ve sorar:

        “Ama bu umutla ne kadar oyalayabileceksin bu kalabalıkları? Bir süre sonra, işlerin düzelmediğini görecekler. Ellerindeki ekmek büyümediği için senden aldıkları umut da tükenmeye başlayacak. (...) En kötüsü, senden şüphelenmeye, senden nefret etmeye başlayacaklar; polisler ve gardiyanlar yaptıkları işkencelerin anlamsızlığından öyle bir yorulacaklar ki, ne en son yöntemler oyalayacak onları, ne de senin onlara vermeye çalıştığın umut; darağaçlarından salkım salkım üzümler gibi sallandırılıveren talihsizlerin boşu boşuna kurban edildiğine karar verecekler.”

        *

        Pasha’ya göre umudunu yitiren insanlar, tıpkı Dostoyevski’nin “Büyük Engizisyoncu” hikâyesindeki gibi her şeylerini kaybetmiş olacaklar. Mutsuzluğun doruğuna eriştiklerinde de, artık Mehdi’nin Mehdi olmadığını, daha kötüsü Deccal olduğunu düşünmeye başlayacaklar.

        Le Grand Pacha, tıpkı Büyük Engizisyoncu’nun uzun monoloğuna benzer uzun monoloğunu şöyle bitirir:

        “O zaman onların gözünde sen O değil, Deccal olacaksın artık, Deccal de sen! Bu sefer senin değil Deccal'in; O'nun hikâyelerine inanmak isteyecekler. Zaferle geri dönen ben ya da benim gibi biri olacak Deccal. O da bu mutsuzlara senin yıllardan beri onları kandırdığını, umut değil, onlara yalan aşıladığını, aslında O değil Deccal olduğunu söyleyecek. Belki buna da gerek kalmayacak, ya Deccal’in kendisi ya da yıllardır senin kendisini kandırdığına karar vermiş bir umutsuz, bir gece yarısı, karanlık bir sokakta tabancasının kurşunlarını senin bir zamanlar kurşun işlemez sanılan ölümlü gövdene boşaltıverecek. Böylece, yıllarca onlara umut verdiğin ve yıllarca onları kandırdığın için, artık alışıp sevmeye başladığın çamurlu sokakların, kirli kaldırımların birinde, bir gece ölünü bulacaklar.”

        *

        Umut, ekmek, özgürlük ve inanca dair birinci hikayeyi Dostoyevski 1870’lerin sonunda Rusya’da yazmış, ikinci hikayeyi Orhan Pamuk 1990’ların başında Türkiye’de...

        Aslında aynı olan iki hikaye de tek şeyi anlatır.

        Özgürlük için verilen her mücadele, özgürleştirilmek istenen kitleyi kendine köle yapmak için verilir. Özgürleşen ruh, bir süre sonra onu azat edenin kölesi olur.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar