Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bayramın ilk günü sokağa çıktığımda, doğuştan kasap olduğunu sanan yüzlerce acemi kasap kendini kesmiş, bir sürü vatandaşımızı bir sürü dana evlerine kadar kovalamış, bir vatandaşımızın başına terasa çıkmış keçi düşmüş, hayatında boğa güreşi seyretmemiş ahali elinde bıçakla sokaklarda boğa avına çıkmış, yani anlayacağın olağan bir Kurban Bayramı gününde olması gereken bütün güzel hareketlerin tümü çoktan olup bitmişti.

        O yüzden ben sokağa çıktığımda ortalık sakindi.

        Gezim boyunca ne bir dana, ne bir boğa, ne de bir keçiyle karşılaştım.

        Her zaman geçtiğim mahallemizin ana caddesinden denize doğru yürüdüm.

        Berber kapalıydı, otoparklar boştu, tek tük arabalar geçiyordu ve ilk defa karga sesleri bu kadar her şeye hakimdi.

        Dereboyu Caddesi’nde Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi’nin önünde durdum.

        ***

        Bu şehre geldiğim ilk yıllarda, ta 1984’ten başlayarak birkaç yıl bu okulda halkoyunları hocalığı yaptım. Evim Kocamustafapaşa’daydı, her cumartesi günü kalkar buraya gelirdim.

        Hakkari Lisesi’nden bir öğretmenim buraya tayin olmuştu, o bulup bu işi vermişti bana. Hem okul harçlığım çıkıyor, hem de sevdiğim bir iş yapıyordum.

        İşim bitince okuldan çıkar, sola döner, sonra tekrar sağa döner, bir süre sonra ana caddeye çıkar, caddede sol kolda Neşem Kafeterya’ya girer, kendime kuru fasulye pilav ısmarlar, o gün bonkörlüğüm üzerimdeyse bir turşu yanına, bitince bir de Kemalpaşa tatlısı üstüne, çıkar Eminönü otobüsünü beklerdim.

        Şimdi bahsettiğim yolun üzerinde çok güzel lokum satan bir dükkan var. Sahibi dünyalar tatlısı bir çocuk, lokumları Adana’da yapıp burada satıyorlar, baba mesleği, delikanlı işine bayılıyor.

        Onun dükkanının tam karşısında Ortaköy balıkçısı var ki, bu semtin en meşhur balıkçısıdır, her dem taze balık getirir, erkenden hepsini satar.

        Benim eski Neşem Kafeterya yıllardan sonra caddeden bu ara sokağa taşınmıştı, arada bir önünden geçer, Selami Usta’ya bir selam çakardım.

        ***

        Lokumcuya girdim, her zamanki güler yüzlü delikanlı, bayramlaştık, dün oradan geçerken Neşem Kafeterya’nın kapalı olduğunu görmüştüm, camında “devren kiralıktır” yazısı vardı.

        Sordum delikanlıya, “Kapandı mı kafeterya?” diye.

        Bayram sabahı hiç duymak istemeyeceğim bir cevap aldım:

        "Selami Usta kendini vurdu, intihar etti abi” dedi.

        Kaskatı kesildim, ağzımdaki lokum lokma oldu büyüdü, boğazıma dizildi, bir bardak su içtim, bir şey demedim, “semtimizin çorbacısı, yazık” gibi birtakım laflar kulaklarımda çınlarken çıktım oradan, şimdi bir ayakkabı dükkanı olmuş eski Neşem’in sokağından iskeleye doğru yürüdüm.

        ***

        Güvercinlere yem satan barut esmeri bir adam var meydanda, o da yıllardır orada. Ağrılıdır, oğlum daha iki üç yaşındayken ona götürür, çocuk güvercinlere yem atarken ben de fotoğraflarını çekerdim.

        El sıkıştık, bayramını kutladım, aklımda Salim Usta...

        Bu küçük meydan... Bu seyrine doyum olmaz manzara...

        Burada durduğun zaman hiçbir şey yapmana gerek yok. Sırtını daya bir ağacın asırlık gövdesine, yönünü karşıya çevir, karşında Kuzguncuk, sol tarafında Boğaz Köprüsü, baktıkça hep senden alacaklı kalacak olan Valide Sultan Camii, sağında iskele, meydanda sıra sıra tezgahlar; hep değişir, bazen incik boncuk olur, bazen kitap, bazen hediyelik eşya...

        Çok eskiden, hani buraya gelip halk oyunları hocalığı yaptığım zamanlarda taşradan gelmiş arkadaşlarımı da alıştırmıştım buraya.

        Ben okula işime giderdim, onlar da bu kahvelerde otururlardı. Tahta iskemleler vardı, masalar da tahta... Bilge bilge konuşan balıkçılar vardı, köpüklü, kallavi kahve yapan ustalar da... Balıkçılık hikayelerini anlatırlardı, biz de saatlerce oturur, briç oynar, satranç oynar, sonra okeye dönerdik. Bahsettiğim zamanlar, Yeni Türkü’nün adını dağa taşa yazdırdığı zamanlar, Murathan Mungan’ın “olmasa mektubun, yazdıkların olamasa” şiirini bestelemişler, hepimiz eşlik ediyoruz şarkıya, başımızda yelkovan kuşları...

        ***

        Sade bir kahve ısmarladım.

        Oturduğum iskemle konforlu hale gelmiş, masa modernleşmiş, her şey değişmiş, bir tek manzara aynı, kadim olanlar yerli yerinde...

        Meydanı dolduranların hepsi belli ki dışarıdan gelmişler İstanbul’a...

        İstanbullular byram tatili diye çoktan eziyet çekmek üzere terk ettiler bu şehri; birileri de sefasını sürmeye geldi onların yerine...

        İşte onlar her yerde ve durmadan selfi çekiyorlar.

        Yeni mutluluk çubuğu galiba şu selfi çubuğu... Nasıl huşu içinde bakıyorlar yukarıya... Herkesin yüzünde nasıl aynı ifade...

        Eskiden fotoğraf çektirirken çok ender rastlanan bir durumu hatıra haline getiriyorlardı insanlar.

        Şimdi her şey, her an ender...

        Kimse ilerde, yüzünde tatlı bir tebessümle “ne güzel gündü o gün” diye fotoğraf çektirmiyor, bir başkasına göstersin diye çekiyor şimdi fotoğrafı.

        Oysa fotoğraf bir sanattır. Bir yeri yakalar gözün, bir kadraj oluşur beyninde, nesneleri yerli yerine koyar, ışığı ayarlar, öyle basarsın deklanşöre... herkesin çektiği sanat olmasa da sanata yakın olur biraz.

        Ya şimdi?

        Çekiyorsun o anı ve instangram’da yayınlıyorsun. Yayınladıklarına bakanların aklında o sırada senin çektiklerin değil, kendi çektikleri var.

        Böyle her şeyin fotoğrafını çekmek de galiba hafızaya yaptığımız en büyük kötülük olsa gerek..

        İlerde hatırlayacak tek bir anımız bile kalmayabilir böyle giderse...

        ***

        Kafamda bu düşüncelerle kalktım masadan.

        Bu kez kumpircilerin arasından geçerek ana caddeye çıkarken, sol tarafta köşede Hıncal Uluç ile Ertekin iliştiler gözüme. Burada Ertekin’in yeri vardı, ikili hep orada otururlardı, Ertekin’in kafasında fötr şapka, Hıncal Uluç’un boynunda fular...

        Ben onları her görüşümde uzaklara bakıyorlardı sanki, köprüye... Hafızamda o resim donmuş kalmış, oradan geçerken aniden canlandı o resim.

        Beşiktaş’a doğru yürümeye başladım.

        ***

        Feriye’den başlamak üzere neredeyse Beşiktaş’a kadar 2 km’lik alan eskiden Çırağan Sarayı addedilirmiş.

        Önümde biri kadın, üç kişi yürüyor. Kadın şişmanca, belli ki sıcak günde bol bol su içerek yürüyor, kafasına diktiği plastik şişedeki su bitince, boş şişeyi Kabataş Erkek Lisesi’nin caddeye bakan kör penceresine bırakıyor. Tam karşısındaki duvarda belediyenin astığı değişik durumlarda Mustafa Kemal resimleri var. Kadının boş plastik şişeyi bıraktığı yerin karşısında Atatürk bir berjer koltukta oturmuş bize bakıyor.

        Gazi, kadının yaptığı gördü, ben Gazi’yi gördüm, kadın ikimizi de görmedi.

        “...ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.”

        “Boş ver be Atam, sen yapacağını yaptın” dedim.

        “Dayı, Yıldız Parkı ilerde mi?” sorusuyla irkildim.

        Döndüm, birbirine sarılmış bir kızla bir oğlan... oğlana elimle göstererek “ilerde solda” dedim.

        O sırada Çırağan Sarayı ile Yıldız Parkı’nı birbirine bağlayan, estetik harikası o güzelim köprünün tam altındayım.

        ***

        Yukarı baktım, hızlı hızlı av köşküne giden Sultan Abdülaziz’in ayak sesleri mi yoksa duyduklarım... Maiyeti kalabalık olsa gerek Sultan’ın... Her yere hayvan salmışlar, tüfekler hazır, sultan ava çıkacak...

        Bunun için mi yaptırdı bu köprüyü bilmiyorum ama bu caddenin beline gümüş bir kemer gibi dolanmış hali o kadar güzel ki, şükran sana Sultanım diyesi geliyor insanın...

        Lale Devri sırasında şimdiki sarayın arazisi üzerinde padişahın kız kardeşi için inşa edilen yalıda, kandille aydınlatılan, ışık oyunları ve çiçeklerle süslenen eğlencelerden “kandil, ışık” anlamına gelen “çerağan” kelimesinden adını alan bu muhteşem sarayın inşaatını tamamlayan Sultan Abdülaziz, tahttan indirildikten sonra 30 Mayıs 1876’da kapatıldığı sarayın devamı olan Feriye bölümünde bilekleri kesilmiş bir halde bulundu. Bazıları kendini öldürdü dediler, bazıları ise hayır bileklerini keserek öldürdüler onu, sonra da intihar süsü verdiler...

        Bunları düşünürken şimdi pek revaçta olan Midyeci Ahmet’in önünden geçiyordum. Bayram günü olduğu halde açıktı ve önünde yine kuyruk vardı.

        İstikametin belliydi, Beşiktaş Çarşısı...

        ***

        BKM kapalıydı. İlerledim, Balıkçılar Çarşısı kapalıydı, geçtim benim Zürüm’cüm kapalıydı, komşusu Karadeniz Dönercisi kapalıydı.

        Her yer kapalıydı, bir tek tekel ürünleri satan büfeler açıktı, bir de bir kitapçı...

        Kitapçıda biraz eşelendim, Herman Broch’un “Vergilius’un Ölümü” romanını karıştırırken bir anda aklıma Italo Calvino’nun, “Bir kişi kendini yetiştirmek üzere ne kadar çok okursa okusun, yine de hep okuyamadığı yığınla temel kitap kalır geriye” sözü geldi.

        Kitabı bıraktım, kasadaki delikanlının yüzünde “tüh, adam kitap alacakmış gibi girdi ve aynı hızla çıkıyor” ifadesini okuyarak dışarı çıktım.

        Beşiktaş’ta bayram yoktu sanki, herkes tatile gitmişti.

        Gidip Üsküdar’a bakmalıydım, bayram ille de bir yerlerde olmalı.

        ***

        Nedense bana İstanbul’un Avrupa yakasından Anadolu’ya bakmak hep daha güzel gelmiştir; sanırım size de öyle... İstanbul daha çok Avrupa yakasında olduğu halde, Anadolu’dan bakınca daha çok yüksek yüksek beton bloklar görürsün.

        Vapurda yine herkes selfi derdindeydi. İlle de Boğaz Köprüsü arkada görünecek!

        Ama ışık ters ve köprü biraz uzak... Aşağı sarkanlar, horoz gibi boynunu uzatanlar, arkadaşının omuzuna çıkanlar...

        ***

        Ve kalabalık Üsküdar meydanı...

        Arı kovanı gibi... Bayram yeri gibi... Öğlen namazı kılınmış ama inceden inceye bir Kuran tilaveti...

        Karnım da acıktı, burada esnaf bayram günü demeden iş başında belli ki, Kanaat Lokantası’nda şimdi bayram yemekleri var!

        Aynen de öyle...

        Özbek pilavı... Patlıcan musakka... Kemalpaşa tatlısı...

        Daha önce geldiğimde Kanaat Lokantası arka sokaklarda bir yerde kalıyordu sanki... Şimdi giriyorsun Selmani Pak Caddesi’ne, ilerde solda, ortaya çıkmış. Ne olmuş derken, bir anda farkına vardım.

        Selman Ağa Cami orta yerde duruyor. Etrafındaki ecüş bücüş yapıları yıkmışlar, güzelim cami bütün asaletiyle ortaya çıkmış.

        Üsküdar’da çarşı cıvıl cıvıl...

        Oh be burada bayram varmış!

        Beşiktaş ne kadar tenhaysa, burası o kadar kalabalık. Rahmetli Peyami Safa Bey olsaydı şimdi, belki Afgan’dan girer, New York’tan çıkardı... Birbirinden uzak semtler arasındaki farklardan yola çıkarak Batılılaşma maceramızı bükük bir kederle anlatırdı şimdi size.

        Neyleyeyim ki bende o maharet yok!

        Bindiğim motor Beşiktaş iskelesine yanaşırken, Beşiktaş’tan yükünü almış Büyükada teknesi hareket etmek üzereydi.

        Binmeye çalışan yüzlerce kişi...

        Baktım kimsede teyp yoktu. Seksenli, doksanlı yıllar olsaydı, şimdi hemen hemen hepsinin omuzunda, dördüncü kata çimento torbalarını taşıyan ameleler gibi kocaman teypler olurdu.

        Şimdi o teybi, fotoğraf makinesini, gazeteyi, radyoyu, hatta müstakbel sevgiliyi küçültüp küçültüp bir aletin içine sığdırdılar, ucuna bir selfi çubuğu takıp insanın eline verdiler.

        Dikkat ettim, vapura adım atanların ilk yaptığı şey, düşman görmüş Yeniçerinin saldırmasına davranması gibi telefonuna davranmak oluyor.

        Tutmayın beni ben de selfi çekecem!

        ***

        Gittiğim yoldan yürüyerek eve geldim.

        Telefonmetreme baktım 14 bin 834 adım atmışım.

        İnsanlık için az, ama benim için büyük bir mesafe...

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar