Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet Resmi İlanlar

Her yeni filmde seyircilerden daha büyük ilgi gören ve gişe hasılatını yükselten serinin dördüncü halkası ‘John Wick 4’ (John Wick: Chapter 4), çeşitli ertelemelerin ardından nihayet seyircilerle buluştu.

2019 yapımı üçüncü filmin devamı niteliğini taşıyan öykü, John Wick’in Yüksek Şura’ya karşı verdiği mücadelenin ikinci perdesini karşımıza getiriyor.

İlk iki filmde kaybettiği eşinin matemini tutmak isteyen ama kendisine bulaşan belalı karakterler nedeniyle evinden çıkmak ve gerekeni yapmak zorunda kalan efsane bir tetikçidir John Wick. Üçüncü filmden itibaren ‘deli cesareti’ ile suç dünyasının Yüksek Şura’sına meydan okur. Sebebi, cezalandırması gereken kötü adamların hiçbir şekilde korunmayı hak etmediklerini düşünmesidir.

Dördüncü filmin başında da fikrini değiştirmediğini görüyoruz. Bowery King’in (Laurence Fishburne) desteğiyle yeraltında gizlenen John Wick, bir sonraki sahnede Fas’a giderek Yüksek Şura’nın liderinin karşısına çıkıyor ve ne istediğini söylüyor.

Doğrusu, serinin önceki filmlerinin açılış sahnelerinde pek alışmadığımız agresif bir tutum bu… Bizim alıştığımız, genelde tam tersidir: John Wick kimseden bir şey istemez. Ya bela gelir onu bulur ya bir sürü katil peşine düşer. O da intikam almak ve hayatta kalmak için mecburen harekete geçer.

Gerçi buradaki nihai hedefine baktığımızda, amacı yine aynı. Yüksek Şura’nın hakkında verdiği ölüm kararının geri alınmasını istemesinin nedeni, peşindeki katillerden kurtulmak, evine dönmek ve kendi başına kalmak... Öte yandan, affedilmeyeceğini biliyor. İşte tam da bu nedenle, filmin başındaki hedefini, ‘Yüksek Şura’nın tüm üyelerini öldürmek’ olarak belirliyor. Biz de iki buçuk saat boyunca Yüksek Şura’yı komple ortadan kaldıracağı bir film seyredeceğimizi düşünüyoruz. Yüksek Şura’nın yeni lideri güç budalası merhametsiz Marki’yi (Bill Skarsgård) tanıdıktan ve orantısız şiddetle dolu eylemlerini gördükten sonra gönlümüzden geçen, John Wick’in huzurunu kaçıran herkesin cezasını bulması… Öte yandan, sevdiği güvendiği insanların başlarına gelenleri ve onlara dolaylı olarak verdiği zararları görünce, açılışta Fas’ta gerçekleştirdiği infazların doğru olup olmadığını sorgulamak durumunda kalıyoruz. Açıkçası, serinin tarihinde belki de ilk kez olan bir şey bu… Kaldı ki, Shimazu’nun (Hiroyuki Sanada) kızı Akira’nın (Rina Sawayama) gösterdiği haklı tepkiye hiçbir yanıt veremiyor. Çünkü güvendiği insanların başını belaya sokuyor. Kör tetikçi Caine (Donnie Yen) de, hiç istemediği halde Marki’nin tehditleri nedeniyle John Wick’in peşine düşmek zorunda kalıyor.

Güvendiği, saygı duyduğu insanlar Yüksek Şura’yı hedef almasının anlamlı olmadığını söyleyince John Wick için işin rengi değişiyor. Sonuçta, bir çeteye değil makama savaş açmış durumda. Tecrübeli ve bilge Winston (Ian McShane), öldürdüğü her insanın yerine yenisi geleceğini hatırlatarak onun önüne yeni bir hedef koyuyor ve yeni yol haritasını belirliyor.

Özetle, hikâyesinin yapısı ve çeşitli özellikleri nedeniyle önceki filmlere pek benzemiyor ‘John Wick 4’. John Wick’in Yüksek Şura’ya isyan etmeyi bırakıp otorite ve sistemle uzlaşma yolları aradığı bir film seyrediyoruz. Kuşkusuz, uzlaşma kadar ait olduğu dünyaya dönme çabası da diyebiliriz. Winston’ın ısrarıyla isyan ettiği kurumun parçası olduğunu, klanına dönmedikçe nihai hedefine ulaşamayacağını kabul ediyor.

Bir başka yenilik, John Wick’in bu dünyada tek başına olmadığını, giriştiği eylemlerin başkalarının hayatını fazlasıyla etkilediğini görmesi… En önemlisi, başkalarının yardımı olmadan hedeflerine ulaşamayacağını keşfediyor. Filmin kritik anlarında yaşamsal anlamda çok önemli destekler alıyor; her şeyi yalnız başına yapamayacağını görüyor. Daha kestirmeden söylersek, arkadaşlığın öne çıktığı bir film bu…

Tüm bunlar bir yana, iyi ve kötü adamın karşı karşıya kaldığı bir intikamcı filmi seyrediyoruz yine. Marki’nin New York ve Osaka’daki Continental otellerinde yaptıklarını gördüğümüz andan itibaren John Wick’in onun hakkından gelmesini ve kötülüklerine son vermesini bekliyoruz. Seyircinin arzusunu finale kadar ayakta tutan geciktirme efekti, elbette önceki filmlerle aynı. Ama yine de yukarıda anlattığım gibi hikâyesinde bazı yenilikler var. Mesela final şaşırtıcı ve serinin geleceği açısından her tür spekülasyona açık. Buna karşılık stil, anlatım ve görsel yapı açısından kayda değer yenilikler yok. Bir John Wick filminden ne bekliyorsanız hepsi fazlasıyla var…

Serinin formülü ilk filmden bu yana hep aynıdır: İnandırıcılık dozu düşük, gerçekçilikle ilişkisi olmayan öykü; son derece ciddi bir tavır ve şık sinema diliyle anlatılır. Her filmde bütçe arttıkça şıklığın dozajı yükselir. Dördüncü filmde de durum değişmiyor.

Guillermo del Toro’nun yönettiği ‘Crimson Tide’ (2015) ile dikkat çeken Danimarkalı görüntü yönetmeni Dan Laustsen, ikinci filmden sonra seriye damgasını vuran tecrübeli bir isim. John Wick’in, onunla birlikte özellikle görsel açıdan daha biçimci bir seri haline geldiğini söyleyebiliriz.

Film belki gerçek mekânlarda geçiyor; ama Laustsen içerde ve dışarda gerçekçi ışıklar kullanmıyor. Tam aksine, baştan sona stilize bir aydınlatmaya imza atıyor. Dolayısıyla, dışavurumcu estetiğe yakın bir film duruyor karşımızda. Belirli oranlarda kara film (film noir) etkisinden söz etmek olası. Karanlık ve koyu tonlar kadar iç ve dış mekânlarda sık sık karşımıza çıkan turuncu ışık, filmin vazgeçilmez renklerinden biri. Sözgelimi, çölde gün doğumunda baskın olan turuncu, Paris’teki final sahnesinde de karşımıza çıkıyor.

‘John Wick 4’ serinin önceki örneklerinde olduğu gibi farklı türleri veya farklı film modellerini akla getiriyor. Temelde kara film, Uzakdoğu dövüş filmleri, aksiyon ve spagetti western etkisi ağır basıyor. ‘Kung-fu’dan türeme bir sözcükle ‘gun-fu’ denen alt türün en iyi örneklerinden biri olarak da kabul ediliyor. Başta John Woo’nun filmleri olmak üzere Hong Kong ekolünün bir ürünü olan ‘gun-fu’, yakın dövüş, kung-fu ve silahlı çatışmayı birleştiren sahnelere vurgu yapıyor… Türün alametifarikası dövüşün sonunda rakibini yakından silahla öldürmek.

Bazı sekanslarda başka filmlere, türlere göndermeler de göze çarpıyor. Mesela açılış sahnesinde Bowery King’in tiradı, Shakespeare trajedilerini anımsatıyor. Hemen ardından gelen Kuzey Afrika çöllerinde geçen sahnede ‘Arabistanlı Lawrence’ havası öne çıkıyor. Osaka’daki otel sekansı ise fonda ara sıra görünen kiraz çiçekli ağaçlarıyla Japon aksiyon filmlerinin tadını veriyor.

Eski bir kick-boksçu olan, uzun yıllar filmlerde dublörlük yapan ve dövüş sahneleri koreografisinde çalışan yönetmen Chad Stahelski, spagetti western ustası Sergio Leone’nin etkisini bu kez daha hissedilir ve baskın hale getiriyor. Marki’yi ilk gördüğümüz sahnelerde Leone’nin antagonistleri tanıttığı, tansiyonu yüksek çekimlerinin tadı var. Finalde Paris’te Sacré-Cœur’ün önünde geçen düello sahnesinde ise özellikle müzikle birlikte ‘İyi, Kötü ve Çirkin’i (Il buono, il brutto, il cattivo - 1966) hatırlamamak mümkün değil. John Wick, Marki ve Caine arasındaki hesaplaşmaya dördüncü kişi olarak spagetti westernlerin isimsiz kahramanlarını hatırlatan Mr. Nobody’yi (Shamier Anderson) eklemeyi unutmayalım. Dördü bir arada modern dünyada dolaşan spagetti western karakterlerinden farksızlar.

Üçüncü filmde olduğu gibi peş peşe gelen birçok aksiyon sahnesi var. Hemen aklıma gelenlerden biri Berlin’deki disko sahnesi… Dövüş, kovalamaca, çatışma ağırlıklı aksiyon sürerken etrafta dans eden kalabalığın sadece görsel fon oluşturduğu bu sahne, serinin anlatım mantığını net şekilde gösteriyor. Her şeyin seyircilere ‘daha estetik ve şık sahneler sunmak’ için tasarlanıp çekildiğini bir kez daha görüyoruz.

Paris’te gece yarısından sabaha kadar süren ve yüzlerce katilin John Wick’in peşine düştüğü sekans için de durum farklı değil. Turistik Paris görüntüleri bir yana bu sekansta benim en çok ilgimi çeken, yönetmen Stahelski’nin kamerayı stüdyonun tavanına yerleştirerek çekim yaptığı sahneydi. John Wick’in elindeki silahla karşısına çıkanları ateş topu haline getirerek yok etmesi, video oyun estetiğinin açık bir etkisiydi… Bu arada, ateşli silahlar dışında ok, nunçaku, kılıç, balta, bıçak dahil her şey kullanılıyor ama ‘yaş sınırı’ endişesiyle çok az kan görüyoruz.

Paris sokaklarının gece yarısından gün doğumuna kadar saatlerce silah sesleriyle inlediği, bir sürü insanın öldüğü yaralandığı sekansı polis görmeden, siren sesi duymadan kapatmamız, seriyi bilenler için şaşırtıcı değil. Baştan sona video oyunlarındaki gibi sanal bir dünyadayız. Yüksek Şura’nın en büyük güç olduğu bir suçlular dünyasında… Sözgelimi, Marki tüm Paris’in sahibi gibi… Louvre dahil her yere erişimi var. Özetle, kimsenin adını dahi anmadığı hayranların ve eleştirmenlerin yokmuş gibi davrandığı, aksiyon hazzı için tasarlanmış bir tür paralel evrendeyiz…

İşte tam da bu nedenle herkese önerebileceğim bir film değil. Sadece John Wick hayranlarına ve ‘kulübe katılmak’ isteyenlere…

Son olarak, seride Continental Oteli’nin karizmatik konsiyerji Charon’u canlandıran ve geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden aktör Lance Reddick için de ‘John Wick 4’ün hüzünlü, anlamlı bir veda filmi olduğunu anımsatalım.

6/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar