Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet Resmi İlanlar

‘Mucize’ (The Wonder), İrlanda’da 1 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği, 1 milyonu aşkın insanın ise ülkeden göç ettiği Büyük Kıtlık’tan (1845-1852) 10 yıl sonra, 1862’de geçiyor. Hikâyenin, kıtlık sorununun insanları hâlâ korkuttuğu günlerde geçmesi, kuşkusuz tesadüf değil. Çünkü her şeyin odağında ağzına tek lokma koymadan, Tanrı’nın besini ‘manna’ ile hayatını sürdürdüğünü söyleyen 11-12 yaşlarındaki kız çocuğu Anna O’Donnell (Kila Lord Cassidy) var.

Filmin ana karakteri İngiliz hemşire Elizabeth ‘Lib’ Wright (Florence Pugh), hayatını yoksul ve dindar ailesiyle birlikte sürdüren genç Anna’yı yakından gözlemlemek için geliyor İrlanda kırsalına. Köyün ileri gelenlerinden oluşan komite, O’Donnell ailesinin iddiasının doğruluğunu araştırmak için tutuyor onu. Amaç, günün yarısında bir hemşirenin, diğer yarısında ise bir rahibenin Anna’yı göz hapsinde tutması ve mucizenin gerçek olup olmadığına tanıklık etmeleri… Hemşirenin İngiltere’den getirilmesinin nedenini anlamak zor değil. Belli ki, insanların tarafsız bir gözlemciye daha çok inanacağı varsayılıyor. Çünkü Anna’yı ‘Tanrı’nın mucizesi’ olarak görenlerin Hıristiyanların kanıta ihtiyacı var. Öte yandan, kıtlık nedeniyle İrlanda’da, İngiltere’nin suçlandığını unutmamak gerek.

Yaptığı ilk detaylı sağlık kontrolü sırasında, Kırım Savaşı’nda (1853 – 1856) görev yapmış hemşire Lib’in mucizelere kolay kolay inanmayacak biri olduğunu hemen hissediyoruz. Hayatın katılaştırdığı, güçlü ve dirayetli biri o... Film ilerledikçe ve geçmiş hikâyesini öğrendikçe, hakkındaki ilk izlenimimiz değişmiyor.

Etkili görsel atmosferiyle gizemli gerilim gibi başlayan ‘Mucize’, karakter tasvirleri ve sosyal gözlemlerle psikolojik drama doğru evriliyor. Hem karakter psikolojilerinde hem sosyolojik gözlemlerde giderek derinleşen bir film seyrediyoruz. Öte yandan, karanlık bir yanı da var.

Olayın ardındaki gerçeği anlama konusundaki ısrarından hiç vazgeçmeyen, köyün hayalci doktoru McBrearty’den (Toby Jones) bile kuşkucu olan Lib ile birlikte ürpertici sırları keşfediyor; dinsel bağnazlık ve fanatizmin merhametsiz yüzüyle karşılaşıyoruz.

1862’de geçmesine rağmen, Ortaçağ zihniyetinin sürdüğü; toplumun kurbanlara ihtiyaç duyduğu bir yerde olduğumuzu keşfediyoruz. Erkeklerin iktidarıyla bağnazlık arasındaki bağ açığa çıkıyor; kadın düşmanlığı belirginleşiyor. Kurtuluşun kadın dayanışmasında olduğunu ama onun da sınırları olduğunu; çünkü bağnazlığın her şeyin üstüne çıktığını görüyoruz.

Filmi asıl etkili kılan, bu keşiflerden ziyade hemşire Lib’in doğru olanı yapma konusundaki ısrarı ve mücadele azmi. Lib, sonuna kadar yaşam hakkını savunmasıyla içine düştüğümüz karanlıktan aydınlığa çıkmamızı sağlayan bir karakter. ‘Gücü nerden geliyor?’ diye baktığımızda, öncelikle savaşın kıyımını deneyimlemiş, hayatta olmanın değerini anlamış biri olduğunu görüyoruz. Ama geçmişte yaşadığı acı ortaya çıktığında, verdiği mücadelenin anlamı daha belirgin hale geliyor. Daha önemlisi, bağnazlığın egemenliğinde birey olabilmesi… Belirli bir noktadan sonra çok zor ikilemler arasında kalıyor Lib. Ne var ki, son bölümde aldığı kararlarla önceliklerini belirleyebilen; yaşam hakkı için gerekirse yasaları ve kuralları bir yana bırakabilecek gerçek bir birey olduğunu gösteriyor. Anna ise gazeteci Will Byrne’in (Tom Burke) kendisine hediye ettiği oyuncaktaki ‘içerde ve dışarda’, yani özgürlük ve esaret ikilemi arasında kalıyor.

Anna’nın bu ikilemi üzerinden film, açılış ve kapanış sahnelerinde günümüze bağlanıyor.

Çekimlerin gerçekleştiği, dekorların bulunduğu stüdyoda açılan ‘Mucize’nin anlatıcısı, hikâyelerin önemini vurgulayarak az sonra seyredeceğimiz hikâyeye inanmamızı istiyor. Aynı anlatıcı, öykünün karakterlerinden biri olan Kitty O’Donnell (Niamh Algar) rolünde oynarken ‘dördüncü duvar’ı yıkarak bir sahnede bize doğrudan bakıyor. Yine bir stüdyoda ve gemi dekorunda gerçekleşen finalde ise son kez karşımıza çıkıyor. Bu müdahalelerin ilk bakışta filme çok şey kattığı söylenemez belki; ama hedef bir film seyretmekte olduğumuz gerçeğiyle bizi yüzleştirmek, hikâyeye günümüzün perspektifinden bakmamızı sağlamak… Bu yaklaşım, yönetmenin gerçekçi bir dönem filmi çekmekten ziyade bugüne dair, ‘esaret ve özgürlük’ ikileminde bir hikâye anlatmak istediğinin göstergesi aynı zamanda. Filmin anlatıcının ‘İçerde / dışarıda’ demesiyle bitmesi, kurmaca ile gerçeklik arasındaki farka da vurgu yapıyor. Açılış ve finali birbirine bağlayan yemek motifini unutmayalım. Lib’i birçok sahnede yemek yerken görüyoruz. Amaç belli ki, filmin gıda bulmanın çok değerli olduğu bir çağda geçtiğini ve Lib'in vicdani sıkıntısını bize sürekli hatırlatmak…

‘Mucize’, Emma Donoghue’nun 2016’da yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan bir film… Donoghue, 2010’da seyrettiğimiz, Brie Larson’a en iyi kadın oyuncu Oscar’ını kazandıran ‘Gizli Dünya’nın (Room) senaryosunu yine kendi romanından uyarlamıştı. ‘Mucize’nin uyarlamasında filmin yönetmeni Sebastián Lelio ve Alice Birch ile çalıştığını görüyoruz. ‘Room’, zor koşullara karşın annelik içgüdüsüyle ayakta duran bir kadının olağanüstü hayatını anlatıyordu. Burada da yine bir güçlü kadın hikâyesi seyrediyoruz. Şilili yönetmen Sebastián Lelio’nun ‘Gloria’ (2013) ve 2018’de yabancı dilde en iyi uluslararası film Oscar’ını kazanan ‘Muhteşem Kadın’ (Una Mujer Fantástica) filmlerinde de benzer temaları görmek mümkün.

Sebastián Lelio, seyredebildiğim diğer filmlerinde olduğu gibi öncelikle hikâyeye hizmet eden işlevsel bir anlatım tutturuyor ve yönetmenlik açısından sağlam bir çalışma koyuyor ortaya. Filmin en beğendiğim yanlarından biri görüntüleri oldu. Avustralyalı Ari Wegner’i ‘The Power of the Dog’, ‘True History of Kelly Gang’ gibi yine mükemmel görüntü çalışmalarıyla öne çıkan filmlerden hatırlıyoruz. Lelio, görüntü yönetmeni Ari Wegner’le birlikte özellikle iç mekânlarda pencerelerden veya evin içindeki şömine, gaz lambası gibi kaynaklardan gelen ışıkları temel alan gerçekçi bir aydınlatma tercih ediyor. Işığın kaynağını gösteren Avrupalı ressamların modernizm öncesi figüratif tablolarını hatırlatan bu aydınlatma tekniğinin gece yapılan ‘komite toplantıları’nda değiştiğini görüyoruz. O sahnelerde ışık Rembrandt tablolarında olduğu gibi yukardan ama kaynağı belirsiz bir yerden geliyor. Özellikle erkeklerden oluşan komitenin önemli kararlar verdiği sahnede Anna’nın üstüne düşen güçlü turuncu ışık, dini konuları ele alan tabloları akla getiriyor. İç mekânlardaki loşluk ve karanlık hissi, dış mekânlarda soluk yeşil düzlüklerde geçen hüzünlü kır tablolarına dönüşüyor. Uzayıp giden bu soluk yeşil tabloların içinde Lib’i, açık mavi elbisesiyle ortamdan ayrışan, özgür zihnini hissettiren bir figür olarak görüyoruz.

‘Mucize’nin Matthew Herbert imzalı müzik çalışmasının dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Herbert, melodiden ziyade sahneleri duygu ve düşünceleriyle ayrıştıran, özellikle ritmi çok iyi kullanan bir müziğe imza atıyor. Sözgelimi, Lib’in olayın ardındaki gizemi çözmesiyle birlikte farklı bir müzik duyuyoruz.

Oyunculuk da filmin sağlam ve etkili yanlarından biri. ‘Lady Macbeth’deki (2016) harika yorumundan bu yana eleştirmenlerin favori oyuncuları arasına giren; ‘Küçük Kadınlar’ (2019) ile Oscar’a aday olan Florence Pugh, yine abartısız ve duyarlı bir yorumla yakalıyor karakterini. Anna’da genç oyuncu Kila Lord Cassidy üstüne düşeni yerine getiriyor. Anna’nın annesi Rosaleen O’Donnell’ı canlandıran İrlandalı aktris Elaine Cassidy’nin performansı da dikkat çekici. Filmden sonra Elaine Cassidy’nin Anna’yı canlandıran Kila Lord Cassidy’nin gerçek annesi olduğunu öğrenmek hoş bir sürpriz oldu. Oyunculardan söz ederken, Daily Telegraph muhabiri Will Byrne’de Tom Burke ile Anna’nın bitkiler gibi güneşle beslendiğine inanan Doktor McBrearty’de Toby Jones’un adlarını anmadan geçmeyelim.

Özetle Sebastián Lelio bir kez daha bizi hayal kırıklığına uğratmayan iyi bir filmle çıkıyor karşımıza. (Netflix)

7.5/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar