Dinozorlarla aynı dünyada
‘Jurassic World Hâkimiyet’ (Jurassic World Dominion), toplam altı filme ulaşan serinin özellikle hikâye örgüsü açısından en ‘değişik’ halkası.
Kuşkusuz, 1993’teki ilk filmden bu yana serinin değişmeyen özellikleri bir kez daha karşımıza çıkıyor: Sözgelimi, dinozorlar her zamanki gibi yine filmin gerçek yıldızları… ‘Dinozorlar kovalar, insanlar kaçar, bütün gerilim bundan çıkar!’ formülü taş gibi yerinde duruyor. Sorunların kökeninde elbette yine insanlar ve onların vahim sonuçlara yol açan muhtelif hırslarını görüyoruz. Buradaki hırslı kişi, çağımızın ileri teknolojiye tutkun iş insanlarını akla getiren, Biosyn’in sahibi Lewis Dodgson (Campbell Scott)… Tabi ki, ona engel olmaya çalışan kahramanlarımız var. Hatta bu kez sayıları biraz fazla. Hikâye ikinci yarıda ‘işler kontrolden çıkar, dinozorlar saldırıya geçer, dehşet anları başlar ve herkes canını kurtarmaya çalışır’ formatına bağlanıyor yine.
Öte yandan, özellikle filmin ilk yarısında serinin önceki halkalarına göre farklı olan çok şey var: Film tematik dinozor parkında değil, insanlarla dinozorların birlikte yaşadığı bir dünyada açılıyor. Hikâye, uzun süre farklı karakterlerle farklı kanallardan akıyor. Owen (Chris Pratt) ve Claire (Bryce Dallas Howard) kaçırılan evlatlık kızları Maisie’nin (Isabella Sermon) peşine düşüyor. İlk ‘Jurassic Park’ filminden hatırladığımız Ellie (Laura Dern) ve Alan (Sam Neill) Biosyn şirketine girerek kaçak yollardan istilacı çekirgelerin DNA’sına ulaşmaya çalışıyor. Lewis Dodgson ise dünyayı kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakan ve birinci derecede sorumlu olduğu çekirge kriziyle uğraşmak yerine ‘genetik mühendisliğinin mucize kızı Massie’yi ele geçirmenin yollarını arıyor. Massie’nin genlerini inceleyerek yeni buluşlara imza atmayı hedefliyor. Böylelikle, soygun, macera ve bilimkurgu türleri, aksiyon şemsiyesi altında paralel şekilde ilerliyor; Jurassic serisinde alışık olmadığımız başka filmleri hatırlatan aksiyon sahneleri peş peşe geliyor.
Sözgelimi, Owen’ı dinozorların peşinde, elinde kementle kovboy misali at koştururken görüyoruz. Malta’da ise egzotik maceraların fantaziyle buluştuğu dinozor pazarı sahnesinin ardından serinin tarihinde galiba ilk kez karşımıza çıkan sokak kovalamacaları var. Aksiyon filmlerindeki bol tahribat içeren takip sahnelerini akla getiren CGI destekli çekimlerde dinozorlar motosiklet peşinde koşuyorlar.
Ayrıca havada geçen ‘uçaklı, dinozorlu’ aksiyon sahneleri de ekleniyor menüye. Felaket filmlerini akla getiren ‘el kadar’ laboratuvar çekirgelerini unutmayalım. Dinozor – insan kovalamacası çeşitlemeleri konusunda ‘Jurassic World: Hâkimiyet’, serinin önceki filmlerini geride bırakıyor. Yavaş tempoda başlayarak hızlanan ve karakterlerin son anda canını kurtardığı gerilim sahnelerinin sayısı da az değil. Sözgelimi, Claire’in ormandaki hayatta kalma mücadelesi ve eski madenlerde geçen yarı karanlık sahneler korku gerilim filmlerini akla getiriyor.
Beğenirsiniz beğenmezsiniz o ayrı konu. Kesin olan, öykü ve senaryoda imzası olan yönetmen Colin Trevorrow’un bilet alan seyircileri aksiyon, gerilim ve dinozora doyurmak istediği gerçeği... Prodüksiyon tasarımcısı Kevin Jenkins, görüntü yönetmeni Michael Giacchino ve özel efekt departmanının katkılarıyla aksiyon müptelalarını tatmin edecek zengin ve geniş bir menüyle geliyor karşımıza Trevorrow. Bu arada, dinozorların kendi aralarındaki kapışmalarını da unutmuyor. Yeri gelmişken, bazı çekimlerde animatroniklerin, yani dinozorların kuklalarının kullanıldığını da belirtelim.
Önceki filmlerde olduğu gibi cana yakın, şirin ve zararsız dinozorlar da var ama filmin starları, tabi ki besin zincirindeki konumlarını sürdürmek için insanları yemeye veya öldürmeye çalışan etobur yırtıcılar. Film boyunca estirdikleri terör hiç bitmiyor. Uçan kaçan yürüyen her insana saldırıyorlar. Dinozorların tehdit olmadığı bir Jurassic filmi elbette düşünülemez. ‘Jurassic World: Hâkimiyet’in farkı, bu tehdidi en uç noktalara çıkarırken ironik şekilde insan – dinozor dostluğunu ısrarla savunması.
21. Yüzyıl sineması işte tam da böyle bir şey… Steven Spielberg ‘Jaws’ romanını bugünlerde filme uyarlamaya niyetlenseydi, insanların zararsız köpek balıklarını nasıl kıyımdan geçirdiğini de anlatmak zorunda kalırdı. Aksi halde, başta hayvanseverler birçok kişi filmin canına okurdu. Dolayısıyla, günümüzün büyük stüdyolarının politikası tüm toplumsal hassasiyetleri dikkate almak yönünde. İşte bu yüzden, ‘Jurassic World: Hâkimiyet’ de ‘insan – dinozor kardeşliği’nden yana…
Aslına bakarsanız, filmin belki en değişik yanı ‘insanlar ve dinozorların birlikte yaşadığı dünya tasavvuru’… 2018’de seyrettiğimiz ‘Jurassic World: Yıkılmış Krallık’ın finalinde yanardağ patlamasının ardından dinozorların dünyaya yayıldığını görüyorduk. O filmin devamı niteliğini taşıyan ‘Jurassic Park: Hâkimiyet’ farklı çağlarda gezegene hâkim olan iki canlı türünün, dinozorlar ve insanların birlikte var olmaya çalıştığı bir dünyadan manzaralarla açılıyor. Baştaki haber filmi gelecekte serinin nasıl ilerleyebileceğine dair fikir veriyor. Dinozorlara karşı yürütülen mücadele yok belki ama kargaşa var. Uyum ve sevgi görüntülerinin yanı sıra etobur yırtıcıların yol açtığı çeşitli sorunlara da tanık oluyoruz. Kesin olan, insanların dinozorlar üzerinde bir kontrole sahip olmaması. Daha önemlisi, filmin bu kontrole karşı çıkması. Hatta filmin sonunda, sokakların köpeklerden arındırılmasını savunanlarla ‘birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz’ diyen hayvanseverlerin tartışması geldi aklıma.
Biosync şirketinin laboratuvarlarında dinozorlar üstünde yapılan bilimsel deneylerin karşısına Claire, Owen ve Maisie’nin ormanda onlarla birlikte eşit koşullarda yaşamasını koyuyor film. Kimsenin kimseye hükmetmediği bu eşitlik önerisi ve Owen’ın dinozorlarla kurduğu iletişim, kuşkusuz anlamlı ama filmin çoğunun dinozor saldırılarıyla geçtiğini unutmak zor. Belki de bu yüzden, finalde kamu spotu tadında ‘Birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz?’ şeklinde son bir mesaj veriliyor.
‘Jurassic World: Hâkimiyet’, ‘Jurassic filmi’ seyretmeye gelenlere sunabileceği her şeyi ‘fazla fazla’ sunuyor. Aksiyon ve gerilime ek olarak 29 yıl önceki ilk filmin 3 karakteri üzerinden gelen nostalji havasını unutmamak gerek. Ian Malcolm (Jeff Goldblum) üzerinden mizah, Ellie ve Alan üzerinden ise hafif bir romantizm dahil oluyor filme. Claire, Owen ve Maisie duygusal aile filmi sularına yelken açmamızı sağlarken DeWanda Wise’ın canlandırdığı pilot Kayla Watts bir ‘Han Solo duygusu’ katıyor filme…
Özetle, meraklılarını hayal kırıklığına uğratmayacak bir film.
6/10
- Üç film, tek hikâye18 saat önce
- 'Yurt': Baskıyla büyümek…4 gün önce
- Bir rekabet komedisi: 'Çılgın Kahvaltılık'1 hafta önce
- 'Maymunlar Cehennemi' efsanesi sürüyor1 hafta önce
- Yasaları umursamayan ataerkil düzen2 hafta önce
- Aşk ve özyıkım2 hafta önce
- Manastırda gerilim ve dehşet: 'Arınma'3 hafta önce
- Dublörlere yazılmış aşk mektubu3 hafta önce
- 'Gün eksilmesin penceremden'4 hafta önce
- Amerikan 'İç Savaş'ını hayal etmek1 ay önce