Gerçekçi ve vahşi
İskandinav mitolojisinin Batı dilleri ve edebiyatları üzerinde derin etkileri vardır. Vikinglerin günümüzde hiç azalmayan şöhretini ve Marvel kahramanı Thor’u düşündüğümüzde, çağdaş popüler kültür üzerindeki yansımalarının da azımsanamaz olduğunu görürüz.
‘Kuzeyli’ (The Northman) her şeyiyle İskandinav mitolojisinin bağrından kopup gelen bir hikâye anlatıyor. Ama özellikle popüler örneklerle karşılaştırdığımızda, iki önemli farkı var. İlki, dönemin ruhunu sahici şekilde anlatma çabası. İkincisi, buna bağlı olarak şiddetin dozajını hayli yüksek tutması…
Senaryoyu İzlandalı şair ve yazar Sjón ile yazan yönetmen Robert Eggers, belli ki daha en baştan popüler İskandinav mitlerinin günümüzdeki imgelerini bırakıp tarihsel çerçeveyi gerçekçi şekilde kurmaya karar vermiş. Bunun sonucunda, görüntü yönetmeni Jarin Blaschke ve prodüksiyon tasarımcısı Craig Lathrop ile 21. Yüzyıl seyircisinin ‘orada olmak isteyeceği’ masalsı bir hayal dünyası yerine, fiziksel olarak pek adım atmak istemeyeceği soğuk, karanlık, kasvetli, şiddet dolu bir Kuzey getiriyor karşımıza. Kuzeyin soğuğunu, kasvetini, çetin yaşam koşullarını adeta içimizde hissediyoruz. Kar yağıyor ama Eggers, karın toprak üzerindeki sakinleştirici beyaz görüntüsünü pek kullanmıyor.
Filmden aklımızda kalacak en çarpıcı imge ise herhalde boydan boya kan ve çamura bulanmış vahşi erkekler… Sık sık köpek ve kurt gibi uluduklarını, kendilerine hayvanları model aldıklarını belirtelim.
Olayların 10. Yüzyıl’da geçtiğini ve uygarlığın yüzyıllar önce Mezopotamya’da şekillendiğini hesap ettiğimizde, Kuzey sadece bugün için değil hikâyenin geçtiği çağ için de korkutucu bir yer aslında. Özellikle ana karakter Amleth’in (Alexander Skarsgård) Vikinglerle birlikte 'Rus’ diye bilinen bölgedeki Slav köyüne saldırdığı sahnede olup bitenler, tüyler ürpertici. Merhamet dahil her tür insani değerden arınmış bir grup vahşi istilacının yaptığı saldırıyı merak edip araştırdığınızda, o yıllarda Kuzey’de ‘berserker’ adı verilen savaşçıların kan dökmek için özel olarak yetiştirildiğini ve kudurmuş halde yerleşik insanların üzerine salındığını görüyorsunuz. Saldırıya tanık olduğunuzda, insanın Yeryüzü’ndeki en vahşi canlı olduğu gerçeğini bir kez daha anlıyorsunuz.
Filmin ana karakteri ‘yetişkin Amleth’ ile ilk kez bu kanlı katliam vesilesiyle tanışıyoruz. Eggers, söz konusu sahnede popüler kültürün Viking romantizmini yerle bir etmekle kalmıyor; seyircinin önüne özdeşleşmekte zorlanacağı bir ‘kahraman’ sunuyor. Prens Amleth’in filmin ilk bölümünde kral babası Kral Aurvandil’in (Ethan Hawke) amcası Fjölnir (Claes Bang) tarafından öldürülmesine tanık olan ve kendi canını zor kurtaran masum bir çocuk olarak karşımıza çıktığını hatırlatalım. Annesi Kraliçe Gudrun’u (Nicole Kidman) da amcasının omzuna yüklenmiş halde zorla götürülürken görüyor.
Shakespeare’in ‘Hamlet’ine esin kaynağı olan ve kökenleri 12. Yüzyıl’a kadar giden Amleth Efsanesi’nden yola çıkan ‘Kuzeyli’ özünde bir intikam hikâyesi üzerine kurulu. Belirli bir noktaya kadar son derece düz bir akışı var. Amleth, Norveç kralı tarafından sürgüne gönderildiği İzlanda’da koyun yetiştiriciliği yapan amcası Fjölnir’e teslim edilecek Rus kölelerin arasına sızıyor. Gittiğinde annesinin amcasından bir çocuk sahibi olduğunu görüyor. Köle gemisinde tanıştığı Olga (Anya Taylor-Joy) ile birlikte amcasının kölesi olarak çalışıp sabırlı bir intikam planı hazırlıyorlar. Amleth, hemen harekete geçmek yerine Fjölnir ve ailesine korku dolu anlar yaşatmak, psikolojik işkence çektirmek istiyor.
Filmin sevdiğim yanlarından başlarsam, klişe bir kahramanlık öyküsü anlatmamasını ve erkeklik övgüsü üzerine kurulu olmamasını kayda değer bulduğumu söyleyebilirim. ‘Kuzeyli’ hem kahramanlığı hem erkekliği sorguluyor. Amleth’in annesiyle yaptığı konuşma sırasında ve sonrasında her şeye farklı bir yerden bakmaya başlıyoruz. Öyle ki, kimin kahraman kimin kötü adam olduğu belirsizleşiyor. Hatta her şey bitince, kimin daha kötü ve vahşi olduğunu düşündüğümüzde, kafamız daha da karışıyor.
Daha önemlisi, Amleth’in son bölümde karşı karşıya kaldığı ikilemlerde hep yanlış tercihi yaptığını görüyoruz. Annesi ve Olga ona ısrarla başka seçenekler öneriyorlar. Ama o, kadınların önerdiği makul, barışçı ve üstelik kendi çıkarına olacak seçenekleri değil şiddeti tercih ediyor. Filmde soyağacı vizyonuyla temsil edilen aile ve kan bağı, Amleth’i de içine çeken bir şiddet sarmalını temsil ediyor. Kolay kolay hiçbir Kuzeyli erkeğin kurtulamayacağı bir şiddet döngüsü bu… Üstelik temsil ettiği erkeklik değerlerinin kan dökmek ve vahşetten başka bir şeye yaradığı da söylenemez. Amleth, kontrol edemediği öfkesi yüzünden uyuyan birini gözünü kırpmadan öldüren biri sonuçta. Amleth dahil ailedeki erkeklere baktığımızda tecavüzü, zinayı, kardeş ve çocuk katilliği dahil her kötülüğü görüyoruz.
Filmde karşımıza çıkan iki kadın da kurban olmamak için mücadele eden güçlü karakterler. Kendi kaderlerini tayin etmek, anne ve eş olarak ellerinden gelenin en iyisini yapmak istedikleri belli. Ama erkeklerin dünyasında öylesine kısıtlı alanlara sahipler ki o çağda yapabilecekleri çok fazla şey olmadığını görüyorsunuz.
Tüm bunlar, benim gözümde filmin artıları. Öte yandan, hikâyede kadın düşmanlarının eline koz verebilecek bazı noktalar olduğunu inkâr edemem. Gerçi önyargısız ve özenli bir analiz yapıldığında, kadının kendisini ve çocuklarını hayatta tutmaktan daha güçlü bir içgüdüye sahip olmadığını görmek mümkün. Sonuçta, kadınlar erkeklerin şiddet döngüsünü kırmak için pragmatik ve akılcı davranıyorlar. Öte yandan, ‘ince okumaları’ pas geçecek bir seyirci, hikâyedeki kötülüklerin kaynağı olarak kadını gösterebilir. Ki bu, bence seyircinin önyargısı kadar filmi yapanların da sorunu… Çünkü hikâye üzerinde biraz oynayarak isteseler sorunu çözebilirlerdi. Ayrıca Gudrun – Amleth sahnesinde filmi daha karanlık ve sofistike kılma adına ölçünün kaçırıldığını ve kadın düşmanlarının ‘Hah işte!’ diyecekleri bir sahneye imza atıldığını düşünüyorum.
Benim için bir başka sorun, İskandinav mitolojisinin, daha doğrusu din ve inanç sistemlerinin hikâye örgüsündeki işlevi... Heimir’in (Willem Dafoe) yönettiği ve babasıyla katıldığı ilk erginlik töreninden itibaren din ve inanışların Amleth’in hayatını açık şekilde yönlendirdiğini görüyoruz. Örneğin, o törende gördüğü soyağacı vizyonu tüm hayatını etkiliyor; babasının intikamı almak uğruna geleceğini harcamayı göze alabiliyor.
Mitoloji ve dini inanarak kullanırsınız veya metafor haline getirirsiniz. Fantastik unsurlar için de aynısı geçerli. Sözgelimi, Shakespeare, Macbeth’i öyle bir yazmıştır ki yüzlerce yıl boyunca cadılar birçok farklı şeyin simgesi olmuşlardır. Kimisi cadıları Macbeth’in bilinç dışı olarak görür. Kimisi erkek iktidarını yıkmak isteyen kadın iradesi olarak yorumlar.
Burada 'Rus’ köyündeki Slav tapınağında karşısına çıkan Seeress adı verilen cadıyı (Björk) ve İzlanda’da gördüğü erkek büyücüyü, Amleth’in öznel hayaletleri, diğer bir deyişle bilinçdışı olarak yorumlama şansımız var. Ama Amleth’e takdim edilen sihirli kılıç Draugr ve hayatını kurtaran kuzgunlar gibi öyküdeki önemli detaylara baktığımızda metafizik güçlerin fiziksel gerçekliğe müdahalesini görüyoruz. İşte tam da bu noktada filmin gerçekçi olmak için gösterdiği çaba biraz zarar görüyor. Çünkü filmin türü bir anda ‘tarihi macera’ olmaktan çıkıp ‘fantastik macera’ haline geliyor. Hatta dini kitaplardan alınmış bir vizyonu yansıtan final sahnesi üzerinden gidersek biraz dinsel maceraya bile dönüşüyor. Tuhaf olan, İskandinav mitolojisi kökenli tüm bu inanç sisteminin Amleth’in hayatını daha da karartıp, şiddet döngüsünü artırması ve onu yanlış yönlendirmesi. Dolayısıyla, Amleth’in parçası olduğu zehirleyici erkeklik değerlerini temsil ediyorlar. İnanışların eleştirildiği bu noktada, fantastik olana hiç gerek yokmuş gibi geliyor bana.
Sözgelimi, Amleth’in erginlik töreninde, daha doğrusu Heimir’in yönettiği ayinde kralla prensin iki köpek gibi davranması, umut verici bir sahneydi. O sahneden sonra inanışların antropolojik bir bakış açısıyla ele alınacağını düşündüm. İlerleyen sahnelerde sürüp giden şiddet kültürüyle inanışlar arasında bağ kurulacağını; erkeklik gücünü kutsayan İskandinav folklorunun, günümüzdeki faşizme kadar uzanan eleştirel bir okuması yapılacağını tahmin ettim. Ama öykü geliştikçe mitolojinin filmi daha gizemli ve romantik kılacak bir fantezi unsuru olarak kullanıldığını gördüm. Final sahnesi de çocuk filmlerinden alınmış klişe bir dinsel imge gibi göründü bana.
Finali bir yana bırakırsam, Eggers’in yönetmenliği ile ilgili söyleyeceğim birçok olumlu şey var. ‘The Witch’ (2015) ve ‘The Lighthouse’ (2019) gibi düşük bütçeli iddialı ‘art house’ filmleriyle tanıdığımız Eggers her detayıyla yaşayan sahici, etkili ve özgün bir dünya kuruyor; filmi benzersiz, etkili bir deneyim haline getiriyor. Özellikle Slav köyüne saldırı kolay kolay akıldan çıkmayacak bir sahne. Finale doğru, İzlanda’daki Hekla yanardağının kıyısında, İskandinav mitolojisinde öte dünya olarak bilinen Hel’in kapılarında gerçekleşen düello da akılda kalıcı. Biçimsel olarak kayda değer bir yönetmenlik başarısı duruyor karşımızda ama filmin konsepti ve senaryo için aynısını söylemem imkânsız.
Sonuçta, aklıma yatmayan yanlarına rağmen baştan sona ilgiyle seyrettiğimi söyleyebilirim. Ama şiddet ve testosteron gösterisiyle aranız iyi değilse bence uzak durun. Bunlarla bir sorununuz yoksa ve İskandinav mitolojisini konu alan özgün bir film görmek istiyorsanız kaçırmamanız gerekiyor. Ayrıca Alexander Skarsgård, Nicole Kidman, Claes Bang ve Anya Taylor-Joy olmak üzere oyuncular da iyi iş çıkarıyorlar.
6.5/10
- Üç film, tek hikâye16 saat önce
- 'Yurt': Baskıyla büyümek…4 gün önce
- Bir rekabet komedisi: 'Çılgın Kahvaltılık'1 hafta önce
- 'Maymunlar Cehennemi' efsanesi sürüyor1 hafta önce
- Yasaları umursamayan ataerkil düzen2 hafta önce
- Aşk ve özyıkım2 hafta önce
- Manastırda gerilim ve dehşet: 'Arınma'3 hafta önce
- Dublörlere yazılmış aşk mektubu3 hafta önce
- 'Gün eksilmesin penceremden'4 hafta önce
- Amerikan 'İç Savaş'ını hayal etmek1 ay önce