Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

İngiliz sinemacı Edgar Wright ironi duygusu ve biçimci stiliyle sevdiğim bir yönetmendir. Canınız sıkıldıkça, ‘Shaun of the Dead’ (2004), ‘Hot Fuzz’ (2007), ‘Scott Pilgrim vs the World’ (2010) ve ‘The World’s End’ (2013) gibi filmlerini seyredip iyi vakit geçirebilirsiniz. Wright, seyircinin tanıdığı türleri, bildiği öykü formatlarını alıp onlara hızlı kurgu sinemasının dinamizmini ve İngiliz mizahını ekler. Aksiyon sineması örneği ‘Baby Driver’da mizah pek yoktur ama janra kişisel damgasını vurmayı ihmal etmez.

Hayranlarının merakla beklediği yeni filmi ‘Dün Gece Soho’da’nın (Last Night in Soho) da mizahla hiç ilgisi yok. Önceki filmlerinden en önemli farkı ise tek bir türe indirgemenin zorluğu. Sonlara doğru korku gerilim öğeleri baskın çıksa da ‘Dün Gece Soho’da’nın tür açısından öncelikle ‘melez bir film’ olduğu söylenebilir.

Sahneler peş peşe sıralandıkça, farklı hikâye formatları ve farklı türler arasında gidip geliyoruz. Dönem filminden gizemli fanteziye, dramdan polisiyeye, müzikalden gençlik filmine ve elbette korku gerilime kadar uzanıyoruz. Ama bir yerden sonra Edgar Wright için asıl önemli olanın türlerden ziyade hikâye olduğunu anlıyoruz.

Londra’ya moda tasarımı okumaya gelen taşralı genç kızın şehre ve hayata tutunma hikâyesi olarak başlıyor film… Kendisine Ellie denmesini isteyen Eloise’i (Thomasin McKenzie) büyüdüğü evde dans edip müzik dinlerken gördüğümüz açılış sahnesinde, üç büyük tutkusuna birden tanık oluyoruz. Kumaş yerine 1960’ların gazete ve dergi kağıtlarını kullandığı elbisesi, moda tasarımına olan sevgi ve yeteneğinin açık göstergesi. Dinlediği Peter and Gordon’un ‘A World Without Love’ şarkısı ise 1960’ların müziğine duyduğu tutkuyu yansıtıyor. Odasındaki ‘Breakfast at Tiffany’ (1961) filminin afişiyle birlikte 1960’lar nostaljisinin hayatındaki önemi daha çok açığa çıkıyor. Film ilerledikçe, Londra’nın dünyanın sanat, kültür ve moda merkezi haline geldiği bir çağa; bugün ansiklopedilere ‘Swinging London’ diye geçen bir döneme âşık olduğunu anlıyoruz Ellie’nin…

Ellie’nin ikibinli yılların Londra’sına, ‘1960’ların kafası’ ile gelip başarılı olmak istediği çok açık… Ama şehre adım atmasıyla erkeklerin baskısını üzerinde hissetmeye başlıyor. Yurda yerleştiğinde ise oda arkadaşı Jocasta’nın psikolojik zorbalığı bekliyor onu. Jocasta (Synnove Karlsen) sadece akran zorbalığını değil, Ellie’yi çevreleyen kültürel sığlığı, nostalji düşmanlığını ve bastırılmayan libidoyu temsil ediyor. İlk gece yurtta huzur bulamayan Ellie’nin, hemen ertesi gün Ms. Collins’in (Diana Rigg) Soho semtinin geçmişini simgeleyen iki katlı evine pansiyoner olarak yerleşmesi, kuşkusuz çok manidar. Ellie’nin büyükannesini (Rita Tushingham) hatırlatan Ms. Collins’in koruyucu kanatları altına sığındığı ilk gece, rüyalarında hayran olduğu 1960’lara gitmesiyle asıl hikâye şekillenmeye başlıyor. Tam da burada, filmin 2011 yapımı ‘Paris’te Geceyarısı’ (Midnight in Paris) akla getirdiğini söylemek mümkün. O filmde ana karakter, modern dünyada yaşadığı çıkışsızlıktan Paris’in geçmişine giderek, orada tanıştığı yazar ve sanatçılardan aldığı ilhamla kurtulur.

Ellie’nin de bu filmde benzer bir süreç yaşayacağını düşünüyoruz. Üstündeki eril baskıyı, Jocasta karşısındaki pasifliğini, hayata karşı tutukluğunu ve Soho semtinden duyduğu korkuları, 1960’lara giderek oradan aldığı ilhamla aşacağını düşünüyoruz. Özetle, 1960’ların Ellie’yi özgürleştireceğini düşünüyoruz.

Kaldı ki, uyurken plaktan dinlediği Cilia Black’in ‘You’re My World’ şarkısıyla gittiği 1960’ların hem Ellie’ye hem de bize iyi geleceğini hissediyoruz. Ellie’nin rüyalarında gördüğü havalı Sandie (Anya Taylor-Joy), özgüveni, cesareti ve bastırmadığı libidosuyla dikkatimizi çekiyor önce. Sandie’nin 1960’ların Londra’sında şansını denemek isteyen genç bir şarkıcı olması, ikisi arasındaki paralelliği daha da kuvvetlendiriyor. Özetle, Ellie’nin sorunlarını aşmasına yardım edecek bir tür alter-ego, alternatif bir kişilik olarak düşünüyoruz Sandie’yi... Ellie’nin Sandie’nin bedeninin içine girip her şeyi onun gözünden görüp yaşaması, bu algıyı daha da güçlendiriyor. Sandie’nin Rialto adlı gece kulübünde Petula Clark’ın ‘Downtown’ adlı klasik şarkısını seslendirdiği sahne bir tür nostaljik zirve gibi… O noktadan sonra, Ellie’nin Sandie’den alacağı cesaret ve özgüvenle özgürleşip ilerleyeceğini düşünüyoruz. Nitekim, Sandie’nin elbisesinden esinlenerek yaptığı tasarımla hocasının ilgisini çekmeyi, arkadaşı Jocasta’yı kıskançlıktan çatlatmayı hemen başarıyor.

Ne var ki, çok geçmeden aksi yönde ilerliyor film. Bırakın özgürleşmeyi ve ilham almayı, her ikisi için her şey daha kötüye gidiyor. 1960’ların Soho’su sadece Sandie’yi değil, Ellie’yi de içine alan bir kapana dönüşüyor. Ellie’yi nostalji tutkusu; Sandie’yi ise özgüveni ve menajeri Jack (Matt Smith) ile yaşadığı aşk mahvediyor. Geçmiş, Ellie’ye iyi geleceğini hissettiğimiz sınıf arkadaşı John (Michael Ajao) ile ilişki kurmasını da engelliyor.

Açıkçası, öykünün 1960’ların aleyhinde gelişmesini sevdiğimi söyleyemem. Bir korku gerilim olarak filmin kuşkusuz aydınlık tarafa sapmayacağının farkındayım. Belli ki, Wright’ın amacı nostaljinin ve 1960’lar Londra’sının karanlık yüzünü göstermek. Dolayısıyla, hikâyenin karanlık tarafa sapmasını tabi ki eleştirmiyorum. Ama bu tercihle birlikte, bütün filmin Ellie ve Sandie açısından kurban konumundan kurtulma, eril iktidara karşı durma, güçlenme ve olgunlaşma hikâyesi olarak kurulması gerektiğini düşünüyorum. Aslında ‘kısmen’ öyle oluyor. Yani, hedef galiba o…

Ama hikâyenin ikinci yarıdan itibaren gittiği yönü, Edgar Wright ve Krysty Wilson-Cairns imzalı senaryodaki tercihleri sevdiğimi söyleyemem. Ellie’nin deli gibi görünmek pahasına Sandie’nin kurtulması için sonuna kadar mücadele etmesine elbette itirazım yok. Ama Sandie’nin, hem kendini hem Ellie’yi karanlığa doğru çekmesini, Wright’ın hikâyeyi bu şekilde kurmasını sevemedim. Filmin tam da bu noktada eleştirdiği, karşısında durduğu toksik erkekliğin dayattığı, demode ‘deliren kadın’ klişesine saplanıp kaldığına inanıyorum. Oysa tam tersini yapmalıydı. Söz konusu klişeyi ters yüz edip özünde erkek korkularının bir yansıması olduğunu göstermeliydi. Ama seyrettiğimiz hikâyeyle elbette mümkün değil. Hele ki finale doğru ortaya çıkan o sürpriz gerçekle…

Ayrıca, her şey bir yana, filmde erkekler tüm kötülüğün kaynağı olarak gösterilseler bile kadın karakterlerin güçlü değil, zayıf olarak çizildiğini düşünüyorum. Ama beğenmediğim tüm yanlarına rağmen Wright’ın görüntü yönetmeni Chung-hoon Chung ve prodüksiyon tasarımcısı Marcus Rowland ile çıkardığı mükemmel iş için dahi ‘Dün Gece Soho’da’nın seyredilmesini önerebilirim. Özellikle ilk 30-40 dakika ‘Güzel bir film seyrediyorum’ duygusunu yaşıyorsunuz.

Edgar Wright’ın tutku dolu, özenli yönetmenliğine söyleyecek hiçbir şeyim yok. Özellikle Ellie’nin, annesi ve Sandie ile kurduğu ilişkileri, aynalardaki yansımalar üzerinden anlattığı sahnelerde akılda kalıcı imgeler yakaladığını düşünüyorum. Ayna, Ellie için sadece geçmişin değil; tekinsizliğin ve sorunların başladığı yer aslında… Aynaların, Ellie ile Sandie arasındaki sınırları temsil ettiği söylenebilir. Sonlara doğru, Ellie’nin gördüğü erkek hayaletlerin de görsel olarak iyi tasarlandığı kesin.

1960’ların şarkıları filme çok şey katıyor. Öyle ki, Wright’ın seçtiği tüm şarkıları dinlemek için son jenerik bitene kadar yerinizden kalkamıyorsunuz. Bu arada, bütün şarkılar 1960’lardan gelmiyor. Halloween Partisi’nde kullanılan, Siouxsie and the Banshees’in 1980’lerden gelen ‘Happy House’u mesela…

Oyuncular da çok iyi. Thomasin McKenzie ve Anya Taylor- Joy, üstlerine düşeni fazlasıyla yapıyorlar. Taylor-Joy, ‘Downtown’ yorumuyla şarkıcılık yeteneğini gösteriyor. Usta aktör Terence Stamp ve ölmeden önce oynadığı son filminde Diana Rigg, ‘Dün Gece Soho’da’ya ayrı bir değer katıyorlar. Türkiye’de 1970’li yıllarda yayınlanan unutulmaz televizyon dizisi ‘Tatlı Sert’te (‘The Avengers’ 1965 – 1968) oynadığı Emma Peel rolüyle birkaç kuşağın belleğine kazınan Rigg’i en güzel James Bond filmlerinden biri olan ‘On Her Majesty Secret Service’ (1969) ile hatırlamanız mümkün. Wright’ın filmi Diana Rigg’e ithaf ettiğini de belirtelim.

Edgar Wright, ‘Dün Gece Soho’da’yı keşke nostaljinin karanlık yanını keşfeden bir korku gerilim olarak değil de 1960’ların müziği ve Londra’sına yazılan bir aşk mektubu olarak tasarlasaydı… Gerçekten, geçtiğimiz asrın en güzel dönemlerinden biri olan 1960’lardan ve o yıllarda dünyanın en havalı şehri olan Londra’dan kim korkar ki? Ve son bir soru. Böyle güzel şarkıların olduğu 1960’lar nostaljisini, ille de bir korku filmiyle buluşturmak şart mıdır?

Şaka bir yana, ‘Dün Gece Soho’da’, belki bu haliyle de kötü değil ama son tahlilde Wright’ın en az sevdiğim filmi olduğu kesin. Son olarak, bazı yabancı eleştirmenlerin filme çok yüksek notlar verdiğini, yani filmi sevenlerin sayısının az olmadığını belirtelim.

6/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar