Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet Resmi İlanlar

Geçtiğimiz mayıs ayında Netflix’te yayınlanan ‘Ölüler Ordusu’nun (Army of the Dead) en sevdiğim, en eğlenceli karakteriydi Ludwig Dieter (Matthias Schweighöfer). Suç dünyasıyla ilgisi olmayan naif biriydi. Suçlu veya hırsızdan ziyade sanatçıydı. Operasyona katılmasının tek nedeni Götterdämmerung adlı efsane kasayı açma fırsatını yakalamaktı. Filmin mizahı, Dieter’in çevresindeki suç ve şiddet atmosferiyle olan zıtlıkları üzerinden şekilleniyordu genellikle…

İşte o Ludwig Dieter, ‘Army of…’ serisinin ikinci filmi ‘Hırsızlar Ordusu’nun (Army of Thieves) ana karakteri olarak geliyor karşımıza. İlk film ‘Ölüler Ordusu’, zombi işgali altındaki Las Vegas’ta gerçekleşen bir kasa soygunu üzerine kuruluydu. Shay Hatten’ın öyküsünü Zack Snyder ile oluşturup senaryosuna tek başına yazdığı ‘Hırsızlar Ordusu’ ise zombi salgınının ABD’de yeni başladığı bir dönemde, Avrupa’da geçiyor.

Süper kahraman filmlerindeki gibi bir ‘orijin öyküsü’yle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Öyle ki karşımıza çıktığında, bırakın kasa hırsızlığını, henüz Ludwig Dieter adını bile almış değil kahramanımız.

Adı Sebastian Schlencht-Wöhnert ve dışardan bakıldığında rutin hayatı olan, sıradan biri gibi görünüyor; ama daha ilk sahneden tutkulu kişiliğini hissediyoruz. Yıllar önce yaşamış Alman kasa ustası Hans Wagner’in ‘eserleri’ne hayranlığıyla tanıyoruz onu… Hikâyeyi öyle bir anlatıyor ki Hans Wagner’in kasalarını, nerdeyse kendi iradeleri olan fantastik nesneler olarak düşünmemiz mümkün. Hatta açılış sahnesinde, ‘Yüzük Serisi’ adı verilen üç efsane kasa nedeniyle ‘Yüzüklerin Efendisi’ dahi geliyor aklımıza. Onun bu tutkusuna hem gülüyor hem saygı duyuyoruz.

Olaganüstü çilingirlik yeteneklerini sergileyebileceği soygun çetesine dahil olmasının asıl nedeni Hans Wagner’in bu efsane kasalarıyla karşılaşma ihtimali… Çünkü Sebastian’ın suçla, parayla, pulla hiçbir ilgisi yok. Kuşkusuz, Gwendoline’e (Nathalie Emmanuel) duyduğu ilgiyi yabana atmamak gerek. Gizemli ve havalı Gwendoline’i daha ilk gördüğü andan itibaren onun peşinden her yere gidebileceğini hissediyoruz.

Gwendoline, gerektiğinde sert dövüşlere girebilen bir aksiyon kahramanı. Sebastian ise yumruk atmayı bile bilmiyor. Dolayısıyla, ‘Hırsızlar Ordusu’nun geleneksel kadın – erkek rollerini ters yüz eden, romantik bir öyküsü var. Ama her şeyden önce soygun ve aksiyon filmi. Kesin olan, bir zombi filmi olmadığı… Kuşkusuz zombi görüyoruz; fakat sadece televizyon haberlerinde ve rüyalarda… Filmin türü üzerine konuşurken komediyi de unutmamak gerek. Komedi, soygun hikâyesinden ziyade karakterler ve onların aralarındaki ilişkilerden geliyor. Mizah, sadece Sebastian’ın naifliği veya Sebastian – Gwendoline arasındaki romantik komedi üzerinden gelişmiyor. Çetenin diğer üyeleri Korina Dominguez (Ruby O. Fee), Brad Cage (Stuart Martin) ve Rolph (Guz Khan) da eğlenceli geçmiş öyküleriyle dahil oluyorlar filme. Yeri gelmişken, takıntılı şekilde Gwendoline ve arkadaşlarının peşine düşen Interpol’de çalışan asabi Fransız polis Delacroix (Jonathan Cohen) ve serinkanlı asistanı Beatrix’i (Noémie Nakai) unutmamak gerek. ‘Hırsızlar Ordusu’ tüm bu karakterleriyle eğlenceli ve komik olmayı başaran bir film.

Peki, bir soygun filmi olarak nasıl? Türün diğer örneklerinden ayrılan yanı, soyguncuların paradan ziyade ‘efsane olmayı’ her şeyin üstünde tutmaları… Zengin olmaktansa öncelikle başarmak istiyorlar. Hatta Gwendoline ve çetesinin nerdeyse ‘spor olsun’ diye soygun yaptığı dahi söylenebilir. Film ilerledikçe içlerinde en para odaklı görünen, kıskanç ve problemli Brad Cage için bile başka şeylerin daha önemli olduğu ortaya çıkıyor. Hepsi bir arada, soygunculardan ziyade video oyunlarında en yüksek puan peşinde koşan gençleri akla getiriyorlar. Tüm bunlar nedeniyle, en baştan itibaren ekranda olup bitenleri pek ciddiye alamıyoruz ve bu durum, aslında biraz filmin aleyhine oluyor. Çünkü ‘The Italian Job’ (1969) ve ikibinli yıllardaki ‘Ocean’s’ serisi gibi türün klasik örneklerinde kendimizi öncelikle hikâyeye kaptırır gider; soygun sürecine odaklanırız. Burada ise ‘soygunculuk oynayan gençler’ duygusundan bir türlü kurtulamıyor, hikâye örgüsünü pek ciddiye alamıyoruz. Senaryo yazarı Shay Hatten, ‘planın bizden saklanan ayrıntıları’, ‘son dakika sürprizleri’, ‘gerilimi artıran terslikler’ gibi tüm soygun filmi klişelerini kullanıyor ama hikâyenin gelişimi açısından özgün ve yeni bir şey yakalayamıyor.

Aslında daha en baştan senaryo ve yönetmenlik olarak ‘Kick-Ass’ (2010) ve ‘Scott Pilgrim vs the World’ (2010) gibi filmlerin yolundan gitseler belki daha iyi olabilirmiş. Sözünü ettiğim bu iki filmde genç karakterler gerçekçi çizilirken anlatım daha stilize ve abartılıdır. Daha önemlisi, her şeyleriyle ‘gençlik kokan’ filmlerdir bunlar… ‘Hırsızlar Ordusu’ da karakterlerin soygun ve aksiyon filmlerinden söz ettiği sahneler başta olmak üzere genel olarak bu formülün etrafında dolanıyor ama ne karakterler çok gerçekçi olabiliyor ne de anlatım uç noktalara gidiyor. Matthias Schweighöfer bunun yerine, 1970’li yılların suç ve soygun filmlerini akla getiren biçimci bir anlatım tutturuyor. Hızlı, oyunlu kurgusu; dinamik kamerası; şık ama çok stilize olmayan görsel atmosferiyle seyir keyfi yüksek bir filme imza atıyor. Filmde bütün ayrıntıların hakkını veren titiz bir görsel işçilik var. Netflix yapımı filmlerinin çoğunda görüyoruz bunu. Sanırım, ‘TV filmi’ etiketini tümüyle silmek ve sinema filmi duygusunu daha da güçlendirmek için benimsedikleri bir estetik ilke bu…

Aksiyon olarak baktığımda özellikle Prag’da açık havada geçen kaçma kovalamaca sahnesinin öne çıktığını söyleyebilirim. Şiddet ve kandan genel olarak uzak durmaya çalışan hafif bir film ama sert geçen dövüş sahnelerine de yer veriliyor. Belli ki hedef, menüsü geniş tutulan bir aksiyon filmine imza atmak.

Hans Zimmer ve Steve Mazzaro’nun ortak imzasını taşıyan müziği unutmamak gerek. Bazı sahnelerde dans ritimlerinin öne çıktığı, filmin dünyasına ve akıcılığına ekstra katkı getiren bir müzik bu…

2008’de rol aldığı ‘Valkyrie’den sonra adını ülkesi Almanya’nın dışında da duyuran; son yıllarda aktörlüğün yanı sıra yazarlık ve yönetmenliği bir arada götüren Matthias Schweighöfer, serinin ilk filminde olduğu gibi oyuncu olarak yine başarılı bir iş koyuyor ortaya. Sonuçta, ‘Hırsızlar Ordusu’nun en önemli kozu galiba Sebastian karakteri ve onun kasa açma tutkusu… Belki de bu yüzden yönetmen Matthias Schweighöfer, filmde karşımıza çıkan üç kasayı da büyük bir özenle, nerdeyse hepsi ayrı birer karaktermiş gibi betimliyor. Kasaları dış görünümü kadar detaylı ‘iç aksamları’ ile birlikte göstermeye dikkat ediyor. Böylelikle Sebastian onları açmaya çalışırken içerde neler olup bittiğini de görüyoruz. Özetle, daha önce hiçbir soygun filminde olmadığı kadar kasalarla içli dışlı oluyoruz. Bu yaklaşım, filme kendine özgü bir görsel doku getiriyor. Yeri gelmişken, Sebastian’ın Wagner’in ‘Valküre’ operasıyla kasalar arasında kurduğu bağın filme ayrı bir hava kattığı kesin. Çalışırken dinlediği Wagner operalarını yorumlayan kasa hırsızı Sebastian’ın sinema tarihine geçeceği kesin.

‘Hırsızlar Ordusu’, öyle çok iddialı ve özgün bir film değil belki; ama özenli anlatımı, sürükleyici temposu ve mizah duygusuyla oyalayıcı olduğu kesin. Serinin ilk filmine oranla daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Aksiyon meraklıları kaçırmasın.

6.5/10

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar