Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        (UYARI: Yazıda, filmdeki sürprizlere yer verilmese de bazı yorumlar öykünün gelişimiyle ilgili ipuçları verebilir)

        Film, sokağa açılan panoramik bodrum penceresinin görüntüsüyle başlıyor. Kim ailesinin dünyayı “görüş açı”sı bu… Sokakta dolaşan sarhoşların bile altındalar… Bodrumda yaşayıp, dünyaya oradan bakıyorlar…

        Kim ailesi yoksul… Karınlarını zar zor doyurdukları belli… Hiçbirinin düzenli işi yok. Arada düşük ücrete pizza kutusu paketliyorlar ki o bile garantili bir iş değil…

        Böceklerle yaşıyorlar ve belediyenin böcek ilaçlama aracı geldiğinde pencerelerini kapatmıyorlar…

        Yoksulluk, geçim zorluğu ve ağır hayat şartları, sinema tarihinin neredeyse ilk yıllarından itibaren ele alınan vazgeçilmez temalar…

        “Parazit”in gücü, yeni bir bakış açısıyla yeni şeyler söyleyebilmesi…

        “Memories of Murders” (2003), “The Host” (2006) gibi filmleriyle tanıdığımız Güney Koreli usta yönetmen Bong Joon Ho, 2000’li yıllara ait başka tür bir yoksulluğu anlattığının fazlasıyla farkında… Filmin ilk sahnesinde yiyecek değil, akıllı telefonları için wi-fi aramaları, atlanmaması gereken bir ayrıntı… Sonuçta, her çağın, her dönemin kendine özgü yoksulluk ölçüleri var. Kim, ailesinin yoksulluğu, geçim zorluğu kadar düşmüşlük ve dışlanmışlık halleriyle ilgili…

        Her şeyden önce alışageldiğimiz tarzda bir yoksulluk psikolojisine sahip değiller. Mesela, kendilerine acıdıkları söylenemez.

        Pizza şirketinden gelen görevliyle konuşurken alttan almıyorlar. Anne sert çıkıyor, çocuklar ise iletişim yeteneklerini kullanıyorlar. Kendilerini hiç kimseden aşağı görmüyorlar. Park ailesinin yanında çalışmaya başladıklarında da durum değişmiyor. Kendilerini onlarla eşit, hatta bazı açılardan daha akıllı ve üstün hissediyorlar.

        Film ilerledikçe, Kim ailesinin geçmişte daha güzel günler yaşadığını, peş peşe gelen ekonomik kriz ve işsizlik dönemlerinin ardından küçük işletmelerini kaybedip alt sınıfa düştüklerini anlıyoruz.

        Günümüzde dünya üzerinde çoğu ailenin başına gelen şeyler bunlar… İyi eğitimli, kültürlü, zeki birçok insan kendini bir anda Kim ailesi gibi toplumun alt katmanlarında bulabiliyor…

        “Parazit” kültürel olarak daha üst seviyede olan, ekonomik olarak ise alt sınıfa düşen bir ailenin hikâyesi…

        Geçim ve hayat mücadelesi, bugünün dünyasında kişinin imajıyla ilgili bir mesele aynı zamanda… Sınıfsal anlamda düşmüş olmak, belki de en kötü imaj… Bu nedenle hiçbiri gerçek kimliğiyle çıkamıyor Park ailesinin karşısına… Bodrum katında yaşayan yoksul aileden geldiklerini saklamak zorundalar. Aksi halde, Park ailesinin karşısına çıkıp o güzel ve büyük evde varlık göstermeleri mümkün değil. Hem küçümsenmemeleri gerekiyor, hem de egolarını bastırmaları... Dolayısıyla, “Parazit”te anlatılan sınıf mücadelesi, sadece ekonomik değil, psikolojik cephede de geçiyor…

        Kim ailesinin mensupları o evin, o zenginliğin altında ezilmemeleri gerektiğini biliyorlar. Ezilmiyorlar da…

        Ki-woo (Woo-sik Choi) üniversiteli İngilizce öğretmeni, Ki-jung (So-dam Park) ise sanat eğitmeni olarak giriyor Park ailesinin yanına. Dolayısıyla, zekâları ve kültürel donanımlarıyla üstünlük taslamaktan geri durmuyorlar. Var olabilmek için tek şansları var, zeki ve becerikli görünmek…

        Kim ailesinin babası Ki-taek (Kang-ho Song) ve annesi Chung-sook (Hye-jin Jang) ise zenginlikten etkilenmeyen ve yanlarında çalışacakları aileyi seçebilecek kadar yetkin profesyoneller gibi davranıyorlar… Aksi halde, o evde barınmaları zor.

        Dördü de zenginlerin acıma ve merhametine ihtiyaç duymadan kendi özgüvenleriyle o evde ayakta kalmak zorunda olduklarını biliyorlar.

        Film, alt sınıfların modern dünyadaki en önemli sermayesinin zekâ ve özgüven olduğunun altını incelikle çiziyor.

        Dolayısıyla, ilk bölümü “zenginlerin parası, yoksulların zekâsı” diye özetlemek mümkün… İnce bir mizah duygusunun hâkim olduğu ilk bölümde, Kim ailesinin üyeleri, zenginlerin evini içerden fethediyorlar… Ki-wook’un “orman – sınav” benzetmesi başta olmak üzere, İngilizce kelimelere meraklı Park ailesini zorlanmadan kandırdıkları bölümler çok ironik…

        İkinci bölümde ise filmin tonu ironiden uzaklaşıyor; öykü beklenmedik sulara doğru yol alıyor. Yoksullar zekâlarıyla elde ettikleri her şeyi biraz da kibirleri ve açgözlülükleri nedeniyle riske atıyorlar. Asıl sorun ise alt sınıfların kendi içlerindeki rekabetten kaynaklanıyor.

        İkinci bölümün benim için en ilgiye değer yanlarından biri, olayların genellikle Park ailesinin evinde ama Park ailesinin tam olarak kontrol edemediği alanlarda geçmesi…

        Düşündüğümüzde, üst sınıfların yaşam alanları gerçekten çok geniştir ve o alanları alt sınıflardan gelen profesyoneller kontrol eder. Sadece alt katlardan söz etmiyorum… Kanepe ve yatak altlarını da unutmamak gerek… Burada püf noktası, “görünmezlik”… Yoksullar, zenginlerin göremediği bölgelerde var olup, hayat mücadelesi veriyor. Bunu bir metafor olarak bütün sınıf ilişkilerine yaymak mümkün. Alt sınıflar, zenginlerin hemen gözü önünde görünmez bireyler olarak yaşamıyorlar mı?

        İşte tam da bu noktada, “görünmezliği” aşan bir mesele var: koku…

        Kim ailesi için her şeyin mükemmel gittiği “ilk perde”de tek sorunu evin küçük oğlu çıkarıyor hepsinin aynı kokuyu taşıdığını söylüyor…

        Koku, filmin en güçlü metaforu… Koku, sınıflar arasındaki en aşılmaz farklılığı temsil ediyor.

        Koku bedenden değil giysilerden ve evden geliyor. Bodrum katının havasızlığının, yaşam tarzının kokusu bu…

        Yoksulluk kokusunun kaçınılmazlığı, son bölümde sınıfsal nefret ve öfkeyi de tetikliyor. Çünkü tek mesele geçim ya da para değil. Gurur da bir sınıf mücadelesi nedeni…

        Tam da burada, Kim ailesinde sorunları uç noktaya taşıyanların anne ve baba olduğunu söylemek gerek… Çünkü kızla oğlan ev içindeki kültürel, entelektüel hiyerarşide Park ailesiyle eşit konumdalar ve çok rahatsızlık duymuyorlar.

        Üst sınıflara karşı sınıfsal öfkeyi en çok babada görüyoruz. Ev sahibi genç kadın (Yeo-jeong Jo), bu öfkeyi artırmıyor çünkü Kim ailesinin çok iyi idare ettiği bir karakter. Onu gördüğümüz ilk planda bahçedeki bir sandalyede masaya yaslanarak uyuyor. Kanepede, koltukta ya da yatakta değil… Sıradan bir sandalyenin üzerinde, burjuvadan ziyade yorgun bir emekçi gibi… Etkiye açık, zayıf bir karakter olduğunu hissettiren bir çekim aynı zamanda…

        Ki-woo’nun bakış açısından kullanılan kamerayla keşfettiğimiz ev, çok güzel ve etkileyici… Ev sahibesi ise mekânın büyüklüğü içinde kaybolup gitmiş gibi… Kim’lerin yaşadığı bodrum katı ile bu ferah aydınlık ev arasındaki görsel farklar “Parazit”in kalbindeki meseleyi resimsel olarak hissettiriyor…

        Evin asıl sahibinin baba Park (Sun-kyun Lee) olduğunu eve girdiği ilk plandan anlıyoruz. Sınıfsal kibri var ve alt sınıfı aşağı gördüğünü hissetmek mümkün. …

        Baba Kim’in öfkesini, yoksulluğun kokusunu bir türlü üstünden atamamak etkiliyor. Buna karşı, içlerinde en vicdanlı karakter o… Mesela, yerine geçtiği şoförün iş bulup bulamamasını dert ediyor… Eski hizmetçinin eşinin de kendisi gibi Tayland pastanesi açıp iflas ettiğini öğrendiği anı ve peşinden yaşananları unutmayalım… Orada yine vicdanı devreye giriyor. Üstelik Kim ailesi için her şeyin kötüye gitmeye başladığı bir an bu…

        Film dikkatle izlendiğinde ikinci bölümde trajik sonuçlara yol açan sorunu Kim ailesinin annesinin büyüttüğünü görmemiz mümkün. Gençliğinde madalyalı bir atlet olan anne, ailenin belki de en acımasız mensubu; çünkü hizmetçi olarak en ağır yük onda… Düşmüşlüğün getirdiği öfke psikolojisi en çok onda yoğunlaşmış durumda… Kocasına karşı da içten içe öfkeli... Eşini böceklere benzettiği sahneyi atlamamak gerek…

        Finaldeki trajedinin kökeninde yoksulların kendi içlerindeki rekabet var… Rekabet, paradan ziyade zenginlerin göremediği yaşam alanları üzerinden çıkıyor. Tam da burada filmin adını hatırlayabiliriz… Zenginlerin yanında parazit gibi yaşamak, yoksulların tek çıkış noktası olduğu sürece, sınıf savaşının bitmesi mümkün değil…

        Kim ailesinin Park’ların yokluğunda ev sahipleri gibi davranmaları, onlar geldiklerinde ise “böcekler gibi” kaçacak yer aramaları anlamlı… O evi bir şekilde kendi yaşam alanlarına dönüştürmüş durumdalar ama ev sahiplerinin bunu bilmemesi gerekiyor…

        “Parazit” hikâye ve karakter analizi yaptıkça derinleşen bir film… Kadrajları, kamera kullanımını ve görsel atmosferi analiz ettiğinizde de benzer sonuçlar çıkıyor…

        Bong Joon Ho, filmin görselliğini bodrum katıyla mimari harikası evin kontrastları üzerinden kurmuş. Evi, Kim ailesinin mensuplarıyla birlikte keşfetmemizi, her şeye onların cephesinden bakmamızı istemiş. Her şeyi onların gözünden görüyor ya da kulaklarıyla duyuyoruz. Zenginlerin bakış açısına ya da cephesine çok nadiren geçiyoruz… Buna karşılık, Kim ailesiyle duygusal olarak özdeşleşmemiz kolay değil. Tam aksine, yaptıklarının doğru olup olmadığını sorguluyoruz.

        Yağmurla başlayan sahneler, her şeyin ters gitmeye başladığı anlarla koşut gidiyor… O yağmurlu gecede Kim’lerin Park ailesinin evinden çıkıp kendi mahallelerine koşturarak indikleri sahnelerdeki çekimler harika. Bu sahnelerdeki sarı ışıklı sokak lambalarını şekillendirdiği mat renk paletleri, dijital kameranın üstün yanlarının açık ispatı… Kentin sokaklarında, yukarıdan aşağıya doğru inerken sular da onlarla birlikte aşağıya doğru sel olup akıyor… Sel sahnesi bir bütün olarak etkileyici… Park’ların evi şehrin yukarısında bulutlara gökyüzüne ve güneşe yakın... Kim’lerin evi ise en aşağıda, kanalizasyonun üstünde…

        Park’ların evinde, aşağıdaki yaşam alanında kullanılan kirli yeşil renkler de yukarısının renkleriyle tezat teşkil ediyor.

        Filmde böcek, su, hayalet ve koku gibi metaforlar dışında eve bereket getirsin diye hediye edilen uğurlu taş da önemli bir simge… Kim'lerin evlerinin önündeki sarhoşa suyla saldırmalarını unutmayalım. Yağmurun ve suyun hikâyede ayrı bir işlevi olduğu söylenebilir.

        Yönetmenlik her Bong Joon Ho filminde olduğu gibi gayet sağlam. İki bölüm arasındaki anlatım farkını ise özellikle müziğin belirlediğini belirtelim.

        İlk bölümdeki ince mizah duygusunun yerini ağır bir trajediye bırakmasından filmin akıcılığı nedeniyle belki çok rahatsız olmadım ama ton değişimi gerçekten çok keskin…

        Gerçekçi, sahici bir dünyası var filmin ama hikâye örgüsünde biraz abartılı veya daha az inandırıcı bulduğum anlar da oldu. Ama bunlar ufak tefek sorunlar ve filmi çok sevdiğim gerçeğini değiştirmiyor.

        Finalin karamsar ve çıkışsız olmasına itirazım yok. Alt sınıfların hayatını daha da kötüleştiren ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluk, gelişmiş ülkeler dahil tüm dünyanın sorunu... Sınıflar arasındaki farkların giderek keskinleşmesi, dünyanın geleceğine dair umutları azaltıyor... “Parazit” bu yanıyla, biraz da umutsuzluğun filmi...

        Umutsuz olsa da içerdiği sinemasal hazla insana büyük bir seyir keyfi veriyor... Kesinlikle, kaçırmayın... Oscar ödüllerinde de adından söz ettireceğini düşünüyorum.

        Son olarak, filmdeki 6 karakteri canlandıran oyuncuların hepsinin mükemmel olduğunu belirtelim.

        8/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar