Tablo klasik, roman ödüllü, film vasat…
Donna Tartt'ın 2014'de Pulitzer Ödülü'nü kazanan aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan “Saka Kuşu” (The Goldfinch), Amsterdam'da bir otel odasında açılıyor. Hızlı kurgulanmış kısa planlar, Ansel Elgort'un canlandırdığı Theo Decker'in iç sesine eşlik ediyor. Theo, annesinin ölümünden ötürü kendini suçluyor ve kanala bakan odasının penceresinden yağan karı seyrediyor.
Sonra her şeyin başladığı yere gidiyoruz. New York'a... Theo'nun henüz 13 yaşında olduğu günlere... Theo (Oakes Fegley), annesiz babasız kalmış, sahipsiz bir çocuk olarak okul arkadaşı Andy’nin ailesinin yanına yerleşiyor.
Romanı uyarlayan Peter Straughan, merak öğesini baştan sona ayakta tutmaya gayret eden bir senaryoyla geliyor karşımıza. Theo’nun annesini, Metropolitan Sanat Müzesi'nde yaşanan bir patlama sırasında kaybettiğini anlıyoruz. Gerçi olay anında tam olarak ne yaşadığını finale kadar görmüyoruz ama belirli bir noktadan sonra tahmin etmek pek zor değil.
Sonuç olarak, filme damgasını vuran her şey, travma sırasında yaşadıklarında gizli… Vakitsizce kaybedilen melek gibi bir anne; sorumsuz, bencil bir baba ve tek başına yolunu bulmaya çalışan bir çocuk…
New York’ta geçen ilk bölümde Theo, 4 çocuklu aileye katılan sessiz, uslu ve uyumlu bir yetim olarak gerçekten ilgi çekici bir karakter… Mrs. Barbour’un (Nicole Kidman) şefkati, Andy’nin arkadaşlığı acılarını hafifletiyor. Ama ona asıl iyi gelen, antikacı Hobie’nin (Jeffrey Wright) ilgisi ve Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki patlamada yaralanan Pippa’nın (Aimee Laurence) varlığı oluyor…
Theo bilinçdışında hep annesini arıyor. Kendisine annesini hatırlatan her şeyi seviyor. En azından kendi ruhunda annesini kaybetmek istemiyor, onu simgeleyen her şeye bağlanıyor.
New York’ta her şey yolunda giderken kayıp babası Larry (Luke Wilson) ve sevgilisi Xandra’nın (Sarah Paulson) gelip onu almasıyla Theo kendini bir anda çölün ortasındaki tenha bir banliyö sitesinde buluyor, annseiyle olan ruhsal bağı sekteye uğruyor… Yönetmen John Crowley’nin çölün kuraklığına, beton bloklardan oluşan sitenin dış dünyadan izole edilmiş görüntüsüne vurgu yaptığı o uzun hava çekimi, Theo’yu bekleyen mutsuzluğun altını gerçekten etkili şekilde çiziyor…
Madenci babasıyla yaşayan Ukraynalı Boris’in (Finn Wolfhard) arkadaşlığı, ‘çöl’ü en azından katlanılır hale getiriyor. Anne sevgisinden uzak, ergenlik çağındaki bu iki çocuk biraz çılgınlık, biraz serserilik yaparak arıyorlar mutluluğu…
‘Saka Kuşu’, Theo’nun hayatının farklı aşamalarının üzerinden hızla geçen bir film… Ama biraz fazla hızlı geçtiği kesin. Theo’nun New York’ta antikacılık yapan bir yetişkin olarak karşımıza çıktığı bölümlerde de aynısı oluyor. Her seferinde eskisi bitmeden yeni bir hikâye başlıyor sanki… Karakterler hızla geçip gidiyorlar. Theo’nun hayatında etkileri oluyor ama bizde kayda değer izler bırakamıyorlar.
Sonlara doğru ise sürpriz gelişmelerle ilerleyen hızlı tempolu bir suç filminin içine düşüyoruz adeta… İşin içine gangsterler karışıyor, silahlar patlıyor vb…
Her şey bittiğinde geriye ‘dişe dokunur’ çok fazla şey kaldığını söylemek mümkün değil. Filme adını veren ‘The Goldfinch’ (Saka Kuşu) tablosu hikâyenin belki de en anlamlı metaforu…
Tablo, Theo’nun hayatının nerdeyse tam merkezinde duruyor. Her şeyden önce kaybettiği annesiyle kurduğu manevi bağı temsil ediyor… Annesinin sanata olan aşkının Theo’nun hayatını şekillendirdiğini en başından beri hissetmek mümkün… Tablo, Theo’ya hem travma anını hem de travmadan çıkış yolunu hatırlatıyor. Çünkü o büyük trajedi tuhaf bir şekilde Theo’nun gelecekteki ruhsal kurtuluşunun anahtarını da barındırıyor içinde…
Resimde saka kuşunun zincirle tüneğe bağlı olması ile Theo’nun travma anına takılı kalması arasında belli belirsiz bir bağ var…
Daha da ilginç olan nokta ise 1654 tarihli, Carel Fabritius imzalı tablonun bir yangından kurtulan tek eser olması… Hobie’nin bir sahnede ima ettiği gibi tablo, sanatın ölümsüzlüğünün simgesi ve her şeyiyle korunması gereken bir değer… Tablo gerçek hayatta Hollanda’da Mauritshuis koleksiyonunda bulunuyor. Romanın yazarı Donna Tartt’ın, tabloyu New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’ne yerleştirerek ana karakter Theo’yla arasında kurduğu bağ, filmin belki en parlak yanı biri ama yine de durumu kurtardığı söylenemez.
Theo Decker’in özellikle gençlik yıllarında neden ‘sahte antika’ işine girdiğini de pek anlayamıyoruz. Ele aldığı her şeyin yüzeyinde oyalanan bir film ‘Saka Kuşu’…
Bu sığlık, romanı aslına sadık şekilde uyarlama isteğinden de kaynaklanabilir. Bir romanın sayfalarında yazı dilinin olanaklarıyla derinlemesine ele aldığınız meseleler, sinemada aynı karşılığı bulmayabilir. Theo’nun ikinci yarıda Kitsey Barbour (Willa Fitzgerald) olan ilişkisi mesela… ‘Şöyle bir’ üstünden geçiliyor sadece, hakkıyla ele alınmıyor… Ayrıca kafama takılan bazı boşluklar da var. Mesela, Theo’nun New York’a döndükten sonra yıllar boyunca neden Barbour ailesiyle hiç görüşmediği belli değil.
‘Saka Kuşu’nun ilk yarısına çok itirazım yok. 13 yaşındaki Theo’nun duygu dünyası, halleri, aklından geçenler, yetişkinler ve yaşıtlarıyla ilişkileri bir şekilde filmi götürüyor. Ama yetişkin olmasıyla birlikte film düşüşe geçiyor.
John Crowley’nin bir önceki filmi ‘Brooklyn’ hem romanın ruhuna sadık kalmayı hem de kalburüstü bir film olmayı başarıyordu. ‘Saka Kuşu’ için aynısını söylemek zor. Bazen aslına sadık iyi bir uyarlamanın en iyi yolu, sinema filminden ziyade mini dizi formatıdır. ‘Saka Kuşu’ da belki bir mini dizi olmalıydı…
Oyuncular için söyleyecek çok fazla sözüm yok ama filmin genç oyuncuları Oakes Fegley ve Finn Wolfhard’ın biraz daha öne çıktığı kesin…
5.5/10