Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet Resmi İlanlar

1542 yılında doğan Mary, genç yaşta Fransa sarayına gelin olmuş, 18 yaşında dul kalmış genç ve güzel bir kadın... Avrupa saraylarından gelen evlilik tekliflerini reddediyor ve 1561 yılında İskoçya'ya dönüyor. "İskoçya Kraliçesi Mary" (Mary Queen of Scots) onun ülkesine dönüşüyle başlıyor...

Aslında İskoçya'da onu bekleyen, dönmesini isteyen pek kimse yok. İskoçya'yı soylulardan ve din adamlarından oluşan bir konseyle birlikte yöneten üvey abisinin bile onu gördüğünde ilk sorusu “Ne kadar kalacaksın?” oluyor.

Evet, Mary (Saoirse Ronan) tahtta hak sahibi. İskoçya kraliçesi olmaya hakkı var. Daha da ötesi, dolaylı olarak İngiltere tahtında söz sahibi. O bir Stuart... İskoçya ve İngiltere'ye hükmeden bir hanedanın kızı. Ne var ki, her iki ülkedeki siyasi ve sosyal ortam onun gelişine hazır değil. Tam aksine, varlığı dengeleri bozuyor, iktidar odaklarını rahatsız ediyor. Çünkü o bir Katolik... Her iki ülkede de iktidara Protestanlar hâkim ve Katolik bir kraliçenin güç kazanmasından rahatsız olacakları çok belli.

Üstelik İskoçya'da, Avrupa saraylarındaki şatafat yok. 16. yüzyılda İskoçya mütevazı bir ülke... Mary tüm bunları biliyor ve yine de dönüyor.

Peki ama, neden?

18 yaşında genç bir kız, Avrupa saraylarında sürdüreceği rahat bir hayatı bırakıp neden kendini entrikalarla dolu bir iktidar mücadelesinin orta yerine atar ki?

Film boyunca hiçbir zaman açıkça sorulmasa da zihnimizi hep kurcalayan bir soru bu... Ama film, bu soruya tatmin edici bir yanıt vermekte aceleci davranmıyor.

Her şeyden önce genç ve güzel Mary'nin ülkesine dönüş heyecanını hissettiriyor bize... Onun tarafını tutmamızı, dünyaya onun gözlerinden bakmamızı sağlıyor.

İşte bu yüzden Mary'nin iktidar hırsı, uzun süre bizi hiç rahatsız etmiyor. Tam aksine, onu İskoçya ile İngiltere'deki statükocu iktidar odaklarına karşı genç ve alternatif bir güç olarak görüyor, başarıya ulaşmasını istiyoruz.

Kaldı ki, İngiltere tahtında oturan kuzeni Elizabeth (Margot Robbie) ile karşılaştırdığımızda bize çok daha doğal, samimi geliyor. Elizabeth, çocuk doğurmayı reddeden, soğuk, mesafeli, neredeyse erkekleşmiş bir kadın...

Mary ise erkeklere karşı çıkmasını bilen, gücünü kadınlığından alan bir kraliçe... Duygularını göstermekten sakınmıyor. Fransa'dan yanında getirdiği kadınlar grubuyla kurduğu sıcak kardeşlik bağlarından hiç kopmuyor. Üstelik Protestanların bağnazlığından, katılığından uzak. Örneğin, eşcinselliğini saklamayan David Rizzio'ya karşı son derece hoşgörülü...

İstediklerine de yavaş yavaş ulaşıyor. Bir soyluyla evleniyor, İngiltere tahtına varis olan bir çocuk doğuruyor... İngilizlerin desteklediği bir isyanı bastırıyor... Ama gerçek anlamda iktidarı bir türlü eline geçiremiyor... Çünkü o, erkeklerin dünyasında yalnız bir kadın... İskoç soyluları, Protestanların bağnaz liderini kullanarak Mary'yi pasifleştirmek ve iktidarı ellerinde tutmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

Filmin feminist alt metninin giderek daha görünür olduğu bu bölümlerde Mary ve Elizabeth'in gerçek anlamda hiçbir zaman tam anlamıyla iktidar olmadıklarını, devlet işlerine kadınlığın farkını ve gücünü gereği gibi yansıtamadıklarını anlıyoruz...

Elizabeth, iktidarı başka odaklar ve erkeklerle paylaştığının bilincinde. Mary ise iktidarı kimseyle paylaşmak istemiyor.

Hikâye ilerledikçe Mary'nin içindeki iktidar hırsı, kibirli kişiliği daha görünür hale geliyor. Neden İskoçya'ya döndüğünü daha iyi anlıyoruz... Filmin en güçlü yanı, başlangıçta idealist bir genç olarak yanında durmak istediğimiz Mary'nin marazi yanlarını bize göstermekten geri durmaması... İşte tam da bu nedenle, Elizabeth ile Mary'nin bir kır evinde gerçekleştirdikleri gizli buluşma sahnesi, filmin dramatik zirvesi... Bu sahnede, konuşma ilerledikçe Elizabeth'i ve Mary'yi daha farklı bir gözle görmeye başlıyor; kimin açgözlü, kimin kibirli olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Büyük trajedilerin ve mutsuzlukların nedeni, elindekiyle yetinmemek, hep daha fazlasını istemek değil midir? Mary'nin trajedisini de aslında kendine doğuştan hak gördüğü iktidar hırsı hazırlamıyor mu?

“İskoçya Kraliçesi Mary”de bir Shakespeare trajedisinin tadıyla modern bir iktidar eleştirisinin derinliğini bulmak mümkün... Bunda, iktidar ilişkilerinden politik anlamda sağlam senaryolar çıkaran Beau Willimon'un payı büyük. Onu “The Ides of March” (2011) filmi ve “House of Cards” dizisinden hatırlıyoruz... Willimon'un tarihçi John Guy'ın 2004'de yayımlanan "Queen of Scots: The True Life of Mary Stuart" adlı biyografik kitabını temel aldığını da belirtelim.

Tiyatrodan gelen yönetmen Josie Rourke, feminist alt metni özenle vurgulayan, oyuncu yönetimiyle öne çıkan bir iş kotarmış... Rourke, film boyunca kamerasını hareketli ve oyunculara yakın kullanmış. Savaş sahnesinde ise gerçekçi bir tavırla mizansene önem vermiş. Sahneyi dövüş koreografileri, hızlı kurgu oyunları, yakın çekimlerle şık hale getirmekten ziyade genel planları tercih etmiş... Rourke, Mary ile Elizabeth'in ilk kez yüz yüze geldiği buluşma sahnesini de çok iyi tasarlayıp çekmiş.

Filmin Chris Dickens imzalı kurgusu dikkat çekici... Sadece akıcılığı ve ritim duygusu nedeniyle değil... Özellikle Mary ile Elizabeth'in İskoçya ve İngiltere'de yaşadıklarının, sanki her şey aynı mekânda oluyormuş hissini verecek basit kesmelerin kullanıldığı bir paralel kurguyla anlatılması, filmin feminist alt metnini daha çok öne çıkarıyor.

Saoirse Ronan ve Margot Robbie'nin performanslarını da beğendim. Yönetmen Josie Rourke, filmin en kritik meselelerini oyunculuk sanatı üzerinden iletmeyi tercih etmiş. Her iki oyuncu da kendilerine açılan alanı değerlendirip, karakterlerini derinden kavrayıp duyarlı yorumlar getirmişler.

“İskoçya Kraliçesi Mary”, özellikle iktidar temasını ele alış biçimi ve feminist alt metinleriyle sevdiğim bir film oldu. Tarihi dramları sevenlere gönül rahatlığıyla tavsiye ederim...Filmin notu: 7

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar