Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Keşfet Resmi İlanlar

Minyonlarla ilk kez 2010’da “Çılgın Hırsız” (Despicable Me) filminde tanıştık. Filmin başarısında ciddi bir pay sahibiydiler. 3 yıl sonra seyrettiğimiz “Çılgın Hırsız 2”de rollerini artırarak filme damgalarını vurmuşlardı. İlk solo filmleri “Minyonlar”da ise artık “yıldız” statüsüne geçtikleri söylenebilir. Daha önceki iki “Çılgın Hırsız”a yönetmen olarak imza atan Pierre Coffin’in Kyle Balda ile yönettiği film, Minyonların gezegenimizdeki kökenlerine kadar götürüyor bizi. Tek hücreli organizmalar olarak su altında karşımıza çıkan Minyonlar, karaya çıkmalarıyla birlikte nedense hizmetine girecekleri güçlü bir canlı arayışına giriyorlar. Tarih boyunca yanında çalıştıkları patronlarının çoğunun ölümüne neden olduktan sonra kutuplarda kendi başlarına bir hayat kuruyor ama bir süre sonra yeniden efendi arayışına giriyorlar. Topluluktan üç Minyon’un 1968 yılında çıktıkları yolculuk New York’tan Londra’ya kadar uzanıyor. Brian Lynch imzalı senaryo, özellikle Londra bölümüyle birlikte serinin önceki filmlerinde olduğu gibi seyirciyi yine çılgın bir soygun planıyla baş başa bırakıyor. İlk filmden sonra, muhteşem hırsız Gru’nun yanında çalışan Minyonlar üzerine “aşırıya kaçan” simgesel yorumlardan uzak durmuştum. Çünkü yuvarlak hatlı, iri gözlü, minik Minyonlar bana öncelikle bir çocuğun hayal gücünün masumiyeti ve sınır tanımazlığını düşündürmüşlerdi. Oyuncakları andıran bir yanları vardı ve grafik olarak basit, güçlü bir fikrin ürünüydüler. Sessiz sinema dönemindeki “slapstick” tarzı komediden esinlenen, mizanseni çok iyi kurulmuş sahnelerde sadece çocukları değil, büyükleri de güldürebiliyorlardı. Öyküsü itibarıyla zayıf olan “Çılgın Hırsız 2”de filmi neredeyse tek başlarına kurtardıkları dahi söylenebilirdi. Baştan sona şov yaptıkları “Minyonlar”da da çok eğlenceli oldukları kesin. Ancak ne kadar komik olurlarsa olsunlar, sahneleri ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun öykünün vasatlığını unutturamıyorlar. Ayrıca Minyonların neden kaba güce taptığı, neden sürekli kötü adamların hizmetine girmek istedikleri konusu da muğlak kalıyor. Kuşkusuz kötülüğe hizmet etmeyi beceremedikleri kesin ama bu durum, onlardaki güç aşkı meselesini anlamlı bir yere bağlamıyor. Tam aksine özellikle küçük seyirciler için açıklanamaz bir boşlukta bırakıyor. İlk iki filmde hizmet ettikleri Gru’nun “kötü adam görünümlü iyi bir karakter” olması Minyonlar’daki güç takıntısını akla dahi getirmezken üçüncü filmin tümüyle bu yoldan ilerlemesi bence doğru bir seçim olmamış. Soygun öyküsü de önceki filmlerin soluk bir taklidi gibi duruyor. Yine de Minyonların şirinlikleriyle dolu bir seyretmenin keyifli yanları olduğu inkâr edilemez. Daha çok küçük seyircilere seslenen filmin yetişkin seyircilere iki güzel hediyesi var: Animasyon tekniğinin sınırsız imkânlarıyla yaratılan “çok şeker” bir 1968 atmosferi ve damakta nostaljik bir lezzet bırakan dönemin rock şarkıları...

Otomobil uçar gider

Güney Fransa’da bir akşam vakti. Rus mafyası tanıklara falan aldırış etmeden şehrin şık bir caddesinde bir katliam gerçekleştiriyor ve korkusuzca meydanda dikilip “Bundan sonra buraların hâkimi biziz” diyor. Avrupa’nın orta yerinde olur mu böyle şey? Biraz zor ama bir Luc Besson prodüksiyonu seyrediyorsanız her şeye hazır olmak zorundasınız. “Transporter” serisini Jason Statham’ın yerine gelen yeni oyuncu Ed Skrein ile yeniden başlatan “Taşıyıcı: Son Hız”ın (The Transporter: Refueled) da inandırıcı olmak gibi bir derdi yok zaten. Kötü patronlarından kurtulmak isteyen 4 genç kadının ve onlara mecburen yardımcı olan “taşıyıcı”nın öyküsünü anlatan film, özellikle otomobil sahneleriyle öne çıkıyor. Anlatılan intikam hikâyesinin ya da klişe karakterlerin ciddiye alınır bir yanı yok. Ne var ki, Nice sokakları ve caddelerinde çekilen takip sahneleri son derece profesyonel ve şık. Özellikle otomobilin havaalanına aprondan girip yolcu kapısından çıktığı sahne antolojilere girecek cinsten. Ama başkaca önemli bir numarası da yok. Yönetmen Camille Delamarre dövüş ya da çatışma sahnelerinde çok parlak bir iş koyamıyor ortaya. Filmin en iyi tarafları, mevzuyu çok uzatmadan kısa kesmesi ve oflayıp puflamanıza izin vermeyen montajı...

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar