Tribünlere gözaltı
FUTBOL ligi, daha doğrusu çok seyircili tüm ligler pek yakında başlayacak.
Gezi olaylarından beri hükümetin gözü, liglerle başlayacak maçlar ve maçlarla beraber başlaması muhtemel tezahüratlar üzerinde.
Emniyete ulaşan raporlar, özellikle futbol ve basketbol müsabakaları öncesinde ve sırasında hükümete yönelik olumsuz tezahüratların, Gezi eylemlerinin bir devamı şeklinde organize edileceğini söylüyor.
Buna karşı da türlü önlem arayışı var.
Öncelikle e-bilet uygulamasına geçilecek. Büyük kulüplerin pek çoğu buna şimdiden hazır. Diğerlerinin de hazırlanması isteniyor.
Neredeyse tüm statlara, statların kendi güvenlik kameralarının dışında, doğrudan emniyetin kontrolünde olacak kameralar yerleştirilecek.
Bu kameralar Ankara’daki ortak bir sisteme bağlanacak.
E-biletle beraber kameralar, hangi koltuklarda oturan kişilerin “hükümet aleyhinde tezahürat yaptığını” görecek ve e-bilet sistemiyle bu koltuklarda kimlerin oturduğunu tespit edecek.
O sırada koltukta o bileti satın alan kişi ve kişiler oturmuyorsa bile, en azından biletini kime verdiğinin veya yanında kimleri getirdiğinin bilgisine sahip olunacak.
Böylelikle “siyasi içerikli tezahüratın” önüne geçilmeye çalışılacak.
Tabii burada “kötü tezahürattan kasıt ne” onu da net bir biçimde ortaya koymak lazım.
Elbette ki, kimseye etme hakkına sahip olmadığınız küfürlü sloganları, hakaretleri bir siyasetçiye veya bir siyasi partiye yönelik olarak da kullanamazsınız.
Suçtur.
Ama demokratik haklar arasında yer alan “protesto” hakkını kullanmak da suç olacak mı?
Mesela, hükümeti istifaya davet etmek de suç sayılacak mı?
Ya da neler suç sayılacak?
Bunlar hep tartışmalı konular.
Hakaret içermeyen, şiddet içermeyen demokratik tepkilerin nerede ve nasıl verileceğine ilişkin bir kural, bir düzenleme bence olamaz. Hakaret ve şiddete, hele hele spor sahalarında elbette en ağır yaptırımlar uygulanmalı.
Ama bunu da “siyasetle sınırlamak” yanlış.
Ve keşke tüm bu sistemler, Gezi’den sonra değil, 6222 sayılı kanun çıktığı zaman, yıllar önce kurulsaydı.
Ya ‘mal’lar karışırsa
DÜN Türk Dil Kurumu’nun sözlüğündeki “garipliği” Habertürk manşet yapmıştı.
Kurum, Türkiye’nin en önemli sözlüklerinden birini yayınlar yıllardır ama her zaman yetersiz bulunur.
Bu kez de sözlükte kelimelerin anlamlarını verirken, yanına argodaki kullanılışlarını da eklemiş.
Murat Bardakçı ve birkaç entelektüel daha diyorlar ki: “TDK iyi yapmış. Argo da dilin bir parçasıdır. Onun da sözlükte bulunması gerekir.”
Bu fikre katılıyorum elbet ama bir şartla.
Ya bu sözlükteki argo kullanımların yanına “Argo” diye not düşersiniz...
Ya da bunları bir “Argo” sözlüğünde toplarsınız.
Tamamını aynı sözlük içinde toplar ve yanına da bu kullanımların argoya mahsus olduğunu belirtmekten imtina ederseniz o zaman ortaya garip manzaralar çıkar.
Çünkü sözlükler kelimeleri bilenler için değil, bilmeyenler içindir.
Diyelim ki, az Türkçe bilen bir yabancı bisiklet satıcısı Türkiye’de iş yaptığı firmaya bir yazı gönderecek ve “Malları TIR’a yükledik. Birkaç gün içinde müşterilerinize ulaştırabilirsiniz. Mallar hemen binilmeye uygun şekilde yüklendi” diyecek, ama bunu yazarken TDK sözlüğünden yararlanacak.
Sözlükte “mal”ın karşılığında “esrar” veya “orospu” yazdığı için mektubu yazan yabancı, “Orospuları TIR’a yükledik. Birkaç gün içinde müşterilerinize ulaştırabilirsiniz. Orospular hemen binilmeye uygun şekilde yüklendi” diye yazabilir ve bu mektubu alan Türkiye’deki firma oldukça zor duruma düşebilir.
Hatta firma sahibinin başı belaya bile girebilir.
Ya da öğretmenine babasının yaptığı işi anlatmaya çalışan ve bu sözlükten faydalanan bir çocuğun, babasının mal alım satım işi yaptığını söylerken, “Babam esrar alır satar” ya da “Babam orospu alır satar” der ki, bu durumun öğretmende yaratacağı şaşkınlığı ve öğrencinin ailesi hakkında kapılacağı intibaı herhalde tahmin edebilirsiniz.
O yüzden de TDK’nın, kelimelerin argolarını da yazması kabul edilebilir.
Ama bunun argo olduğunu belirtmemesi kabul edilemez.
Fenerbahçe yönetimine göre maaşlı çalışmak aşağılık bir durum
FENERBAHÇE Spor Kulübü, Galatasaray Sportif AŞ CEO’su Lütfi Arıboğan’a yanıt vermek istemiş ama biraz terbiyesizlik etmiş, lafın ucu nereye dokunur hesap edememiş.
Fenerbahçe’nin metnini kim kaleme aldıysa Lütfi Arıboğan’ı aşağılamak için şöyle demiş:
“Bir kulübün maaşlı elemanının haddi aşan söylemleri... Her ay başında hesap ekstrelerini kontrol edenlerin...”
Bu metni yazan terbiyesiz her kimse Lütfi Arıboğan’a hakaret ettiğini zannederek Türkiye’deki en az 12 milyon insana hakaret ediyor.
Bunu yazan “terbiyesize” sormak isterim. Maaşlı eleman olmak ayıp mı?
Türkiye’de 2 milyonu aşkın memur, 12 milyonu aşan sayıda işçinin tamamı “maaşlı” eleman.
Bunlar ayıplı bir iş mi yapıyorlar?
Ay başında maaş alıyor olmak aşağılık bir durum mu?
Bunu yazan her kimse bir yanıt versin.
Ve bunu yazan eğer maaşlı değil de maaş veren biriyse, maaş verdiklerine aşağılık insanlar gözüyle mi bakıyor?
Bu ülkede Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve milletvekilleri de maaş alıyor.
Ayıp mı bu!
Yoksa bunu yazan ve yazdıranlar için maaşlı eleman olmak ayıp ama devletten ihalelerle milyonlar kazanmak, abidik gubidik işler yapmak, hatta mahkemelerde ne iş yaptığını dahi söyleyemeyip yalan dolan gelirler beyan etmek ve 20 bin lira geliri olduğunu ifade edip kulübünden 100 milyon dolar alacaklı olduğunu söylemek mi şerefli bir iş.
Lafınızın nereye gittiğini bilin.
Yoksa maaşıyla çalışan haysiyetli insanlar, o lafı ne yapacaklarını iyi bilirler.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ağızlarından çıkanı kulağı duymayanlar, milyonların tuttuğu takımları yönetmeye kalkışmadıkları zaman.