Şehrin tuhaf şeyleri
"MATMAZEL" dedi, "Elinizi öpebilir miyim?" Fransızca olarak elimi aldı, yavaşça. Gözlerimin içine baktı ve üç kere ardı ardına, tıpkı eski bir Beyrutlu gibi yani, öptü. Elim elindeyken, gözü gözümde, Arapça söyledi:
"Bir emriniz?"
Teşekkür ettim ve böylece çekildi.
Beyrut'ta önceki sabah, yaklaşık 80 yaşında bir adam, bir elinde bastonu öbür elinde pahalı şekerlemeleriyle gelip kalbimi böyle serinletti. Bir başka zamanın kapılarını açmıştı ki garsonlar kızlı erkekli gelip adamı uzaklaştırdılar.
Sonra dün sabah. Yine aynı saatte.
"Matmazel, elinizi öpebilir miyim?"
Ve yine Arapça: "Bir emriniz?"
Tam adını soracaktım... Şekerlemeyi bırakmaya bile zor zaman buldu, garsonlar yine kahramanımızın peşindeydi.
'BAY HİÇ' KİMSE
Zamanın bir parantez şekli verdiği bacakları, tertemiz gömleği ve dehşetli sıcağa rağmen çıkarmadığı sarı, keten ceketiyle, çıplak gözle zor görünen bir hızda Hamra Caddesi'ne çıktı adam. Sonra kör edici güneş ışığının içinde kayboldu. Ardında bıraktığı gergin telaşa baktım uzun bir süre. Çünkü iki sabah da aynı bulutu bırakmıştı ardında; normal insanların normalliklerinin çatlamasından kaynaklanan telaşı. Böyle oluyor insanlar:
Bir adam gelip hiçbir şey istemeden bir şekerleme verince dehşete kapılıyorlar. Bir ihtiyar sadece bir merhaba deyip, biraz gülümsemek istediğinde gerginleşiyorlar. Karşılığında hiçbir şey istemiyor olması tedirgin ediyor sanırım onları. Çaresizleşiyorlar, güçsüzleşiyorlar. Mesnetsiz kalıyor yüzleri.
Adamın adını sordum garsonlara. Bilmiyorlar. Ama hangisine sorsam yüzlerinde o alaycı boş vermişlik. Sanırım herkesin dizüstü bilgisayarlarıyla birbirine hiç bakmadan oturup dünyanın başka yerlerindeki başka insanlarla konuşmayı tercih ettikleri bu kafe sahnesinde Bay Hiç kimse kadar karşılıksız kalmaktan korkuyorlar.
BENİM DEFTERLERİM
Beyrut'ta, Hamra Caddesi'nde bir kırtasiye var. Niyeyse adına bakmıyorum hiç. Daha şehre girer girmez yaptığım ilk iş hep bu oluyor; oraya gidip eskide kalmış olması gereken ama muhtemelen bir matbaanın inatla eskide kalmasını istemediği için ürettiği defterler var, onlardan alıyorum. Birkaç tane. Bu sefer kırtasiyeyi yenilemişler. Karnıma bir yumruk yemiş olarak fark ediyorum bunu kapıdan girdiğimde.
Defterler aynı yerde değil. Kıza defterleri soruyorum anlamayacağından kesinlikle emin olarak. Sonra tuhaf bir yolculuğa çıkıyoruz. Kırtasiyenin önüne yeni açılan Dunkin' Doghnuts'ın içine giriyoruz, alt kata iniyoruz. Oradan çıkıyoruz başka bir bölüme geçiyoruz. Nihayet yeraltında bir depoya iniyoruz ve defterler orada.
Sanki sadece benim ve benim gibi birkaç kişi için saklanmış olarak bir yerde duruyorlar. Kız nasıl anlıyor bu defterlerden söz ettiğimi? Demek şehirde benim gibi birkaç kişi daha var... Öyle olmalı.
YERLİ YERİNDE
Bacaklarının boyu toplam otuz santim olmasına rağmen yürüyebilen gazeteci, elinde para tomarlarıyla oturup caddenin ortasındaki taburesinde döviz alışverişi yapan kel ve uzun saçlı adam, her seferinde ayağımdaki sandaletleri görüp ama hep gözümün içine bakarak "Boya! Boya!" diyen genç adam, niye bilmiyorum her seferinde çakmağım olmadığı için çakmağını bana hediye eden Palas'ın garsonu ve önemlisi...
"Neredesin bu kadar zamandır?"
Gözlüğünün üzerinden, içinden her nasılsa bir gülümseme geçen somurtuşuyla bakana bakıp bunu soruyor eski mahallemin bakkalı. Her seferinde iki Lucky Strike veriyor sormadan. Hiç de unutmuyor:
"Nasıl gidiyor kitap?"
Bu olunca işte kendimi Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış gibi hissediyorum.
Şehrin her yeri değişiyor her gittiğimde. Ama benim "tuhaf şeylerimin" hepsi, her nasılsa hep yerli yerinde duruyor.