Ölü çocuklarla uyuyanlar
“ALLAAAAH!”
Televizyonun başında duran altmış yaşındaki kadının çığlığı Gülşen Pansiyon’un tatlı, küçük bahçesinde, Kaş kıyılarından denizi izleyen begonvillerin yapraklarını yaktı. Haberler ölen askerleri gösteriyordu. Nazife Hanım’ın hiç oğlu yoktu oysa. “Şehit” demedi, “Vatan sağ olsun” dediğini de duymadım. Başkalarının rahminden oğlan çocuklarını alıp ha bire de bire öldürenlere kızıyordu. Kürt ve Türk rahimlerinden aynı acıyla çıkan... Gece tatsız geçti. Gülşen Pansiyon’un sahibi Nazife Hanım ve Köy Enstitüleri mezunu, şakacı Ali Bey, “bir Köroğlu bir Ayvaz” turistlerin bira içişine baktılar ve uzaklardan gelen org sesleriyle türlü belasını yaşadıkları bu memleket için bir kez daha “Ne olacak?” diye sordular. Bir kez daha ölü çocuklarla uyudular.
Sabah oldu. Misafirlere kahvaltı hazırlanırken gazeteler çıkageldi kan damlata damlata. Gazeteleri getiren genç adam, Serhat, attı kâğıt yığınını masaya. Kederli mi, sinirli mi bir tuhaf, şöyle dedi:
“Biz şehit olamadık.”
Sesi afyonuyla birlikte patladı Nazife Hanım’ın:
“Deme öyle!”
Gazetenin kanını eliyle kapatıp devam etti:
“Yanlış düşünüyorsun.”
Nazife Hanım’ın ve Ali Bey’in hiç keyfi yok iki güdür. Nihayet bu sabah, tatlı bir Akdenizli reveransla, tülbentini sıyırıp biraz, biraz da şalvarını ciddi şeyler konulunca yapıldığı gibi toplayıp yanıma oturdu. Giriş cümlesini söyledikten sonra (“Biz sizi tabii takip ediyoruz televizyondaki konferanslarınızdan”) konuya girdi:
“Niye savaşıyorlar bunlar hâlâ?”
“Nazife Teyze” dedim, bin tane şey geçti aklımdan, “Galiba herkes unuttu nedenini”.
“Allaaaah!”
Cevabı beğenmedi, hâlâ gözlerime dikmiş gözlerini, “koferans kalitesinde” bir
açıklama bekliyor, belli:
“Siyaset yaptırmıyorlar Kürtlere” dedim, “O yüzden”. Bu cevap da olmadı. Nihayet anladım ki Kürt ve Türk çocuklarının ölümüne değecek bir cevabım yok. Böyle bir cevap yok. “Bunlar” dedi, “Hepsi bizim çocuğumuz. Kürt’ü, Türk’ü...
Neyi paylaşamıyorlar!”
Soru değilmiş meğer, sade bir yılgınlıkmış.
Hiç anlatmadım göz göre göre geldiğini gelmiş olanın.
"Ne içersiniz hocam?"
Başına istediği bandanayı taksın, anlaşıldı ki Diyarbakırlı garson. Aralarında fısıltıyla bile Kürtçe konuşmadan yapıyorlardı işlerini Kaş’ta bir “beach club”da. Orada burada açık ekranların başına denizden çıkmış adamlar ve kadınlar toplanıyordu. Elleri bellerine gidiyor, sırtlarından akan su kururken fısıldamıyor bağırıyorlardı:
“Allah belalarını versin!”
Arada birkaç korkunç cümle çıkıyor (“Geberteceksin bunları! Hepsini!”), diğerleri başka türlü düşünseler bile seslerini çıkarmıyor, ekranın etrafındaki öfkeli çemberden sessizce uzaklaşmayı seçiyorlardı. Kalabalığın arkasındaki dört Kürt garson o sırada aksanlarının bir anda düzelmesini, kimliklerindeki doğum yerinin bir anda değişmesini isterler miydi? Korkudan? Para kazanmak için gelip, beşerli koğuşlarda kalıp gece gündüz çalıştıkları bu kıyıdan tıpkı bir yıl önce başka yerlerde olduğu gibi “denize dökülebilecekleri” düşünülünce... İkisi en fazla on sekiz yaşında.
Ekranların başında adamlar ve kadınlar öldürülen askerlerin doğum yerlerini duyunca “askeriyenin taktik değiştirdiğini” açıklıyorlar birbirlerine. “Artık
Kürtler de ölüyor” diyor biri. Daha önce Kürtler sadece “terörist” olarak öldükleri için belli ki onlar sayılmıyor.
Ne garip. Askerlerin anneleri Türkçe konuşan bir ekrandan duyuyorlar oğullarının isimlerini, muhtemelen gerillanın annesi Kürtçe konuşan bir başka
ekrandan. Ama hepsi bir G3’ten çıkan 3 liralık mermilerle aynı sesi veriyor:
Tanrıdan söz etmiyorlar...
Kalplerini mühürlüyorlar. Bu, artık hep ölü oğullarıyla uyuyacakları bir ömrün başlangıcı.