Fay hattında mucize mümkün
Zaman durdu sanki günlerdir yanık çimento tozu kokuyor her yer…
Buna benzer kokuları ben Irak’tan, Filistin’den, Suriye’den, Libya’dan, Azerbaycan’da ve Ukrayna’dan biliyordum. Görev yaptığım tüm ülkelerde kadınların ağıtlarını feryatlarını o kadar çok dinledim ki. Ancak ilk kez kendi ülkemde, kendi insanımın ağıtını kendi dilimde dinledim.
Her sokak moloz çölü. Beton, çelik ayrıca da birçok insanın kişisel anıları arasında bir düzen yaratılmaya çalışılıyor. Yerlere serilmiş eski fotoğraflar… İçimizde kalan acılar. Nurdağı’nda bir binanın enkazından geriye kalan vitrinde yer alan fotoğraftaki aile bireylerinin tamamının öldüğünü duyunca "Bizi gerçekten deprem mi öldürdü yoksa kötü yapılar mı?" diye sormadan edemedim.
6 Şubat’tan beri şehirlerimiz ölüm kokuyor. Ceset kokusu insanların, çadırların üzerine sinmiş. Çadırda, konteynerde birçok aile kayıtsızca bugünün neler getirebileceğini bekliyor. Bir taraftan da artçı depremlerin şiddeti azalmış olsa da devam etmesi korkuları sürekli canlı tutuyor. Bir çaresizlik girdabı içinde… Hayatta kalabilenler için bu durum, onlar farkında olmasalar bile, bir ayrıcalık.
Deprem bölgesini terk edecek kadar parası olmayanlar bölgede kaldı. Başka kentlerde yakını olanlar, orta ve üst sınıfta yer alan aileler ise ilk üç günde bu moloz çölünü terk edebildiler. Ancak bölgeden kaçtığınız vakit depremden kaçmış olmuyorsunuz. Zira Türkiye bir deprem ülkesi ve neredeyse deprem riskinin olmadığı bir yerleşim yerimiz yok. Şimdi ülkemizin deprem gerçeği ile yüzleşmesi gerektiğini hükümet ve belediyelerimiz biliyor. İstanbul başta olmak üzere birçok ilimizde endişe daha da arttı.
Depremin etkisi futbola da uzandı. Beşiktaş-Antalyaspor maçında taraftar karşılaşmanın dördüncü dakikasının 17’nci saniyesinde depremzedelerle dayanışma göstermek için sahaya oyuncaklar attı, başka maçlarda da benzer şeyler yaşandı. Fakat bütün bu eylemleri öne çıkaran Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yönelik itirazlar oldu.
Kızılay’ın çadır satışı ise en çok tartışılan bir başlık olarak akıllarda kalacak. Zira teknik olarak bakıldığında çadır fabrikası tarafından yapılan 2050 çadırın satışı, hukuki ve teknik olarak usulsüz bir satış değil. Ancak Kızılay’ın elindeki stokları gizleyip, AFAD’ın kendilerinden elinizdeki tüm çadırları yollayın yani ‘satın alacağız’ dediği bir noktada stoklarındaki 2050 çadırı önce gizleyip daha sonra satışını yapması etik olarak doğru olmadı.
Tüm bunlar olurken toplumdaki tedirginlik ve tepkileri dikkate alarak, deprem gerçeği ile yüzleşerek hayatta/ayakta kalmayı başaran ve bu konuda örnek gösterilen Japonya’yı mercek altına aldım.
Deprem bölgesinde dolaşırken gözlemlerim, zemin etütleri yapılmamış veya sondaj yapılmadan sismik sistemlerle zemin etütleri yapılmış binalar, sulanmamış ve yaz sıcağının kavurup yaktığı beton örnekleri, uzak mesafelerden mikserlerle taşınan ve etkisini yitirmiş betonlarla dikilen binalar bu yıkımların temel fotoğrafıydı…. Ve tabii denetimsizlik….
Deprem gerçeğinin olduğu ülkemizde özellikle Gaziantep’teki çok katlı yapıları görünce, endişe etmemek mümkün değil. Bu durum ABD, Singapur, Dubai, Japonya, Çin gibi birçok ülkede yapılan gökdelenleri daha dikkatle okumaya yöneltti. "Nasıl oluyor da bu ülkelerde depremler oluyor ama yıkım olmuyor ya da asgaride kalıyor?" sorusuna yanıt aradım. İşin ehli insanlar ile konuştum.
İlk dikkatimi çeken Tayvan’da yapımına 1999’da başlanan ve 2004’de tamamlanan aynı zamanda şu an dünyanın en yüksek gökdelenleri sıralamasında yer alan ‘Taipei Finans Merkezi’ oldu. Taipei 101, Chang Yong Lee & Partners tarafından Çin geleneklerine göre Asya tarzı bir yapı olarak tasarlanmıştır. Yani bir eser. Daha ilginç olanı ise fay hattının hemen yanı başında, meydan okuyor.
İstanbul, Ankara, İzmir, Adana da çok yüksek katlı binalarla dolup taştı. Ama üzülerek söyleyeyim eser niteliğinde tek bir bina göremiyoruz. Dubai, Singapur ve Japonya’ya baktığımızda tablo gibi kentler karşımıza çıkarken, bizdeki binalar bir gardırobun çekmeceleri gibi adeta. Gökdelen modern kentlerde şart ise neden bizim Zaha Hadid gibi mimarların, sanatçıların izlerini taşıyan gökdelenlerimiz yok. Madem yapıyoruz, bir anlam katmasın mı?
Deprem olunca bizde üç katlı binalar dahi bir anda toza dönüştü. Japonya’nın Sendeyi kentinde düzenlenen bir konferansa davetli olarak katılmıştım yıllar önce. Yaşanan depremler ve sonrasında oluşan tsunamilerden çok büyük tecrübe edinmiş bir ülke Japonya. Buna rağmen ülkedeki binalar, yapılar dikkat çekici gelmişti.
Fakat olası bir depremin oluşturacağı acı tablo, İstanbul’u bekleyen kötü senaryolar aklıma gelince "Biz neden Japonlar gibi yapılar inşa edemiyoruz?" diye düşünürken Japonya’da bir öğretim üyesi arkadaşım ile temasa geçtim. Şaşıracaksınız ama sohbet ederken çok ilginç bir bilgi ile karşılaştım. Depreme dayanıklı sistemleri içinde barındıran ve Japonya’ya şu an en popüler beton şirketlerinden birinin ortağının Türk olduğunu öğrendim.
Japonya’ya İstanbul’da depreme karşı dayanıklı beton üretip gönderen ve Japonya’da inşaatlar yapan şirketin adını reklam olmaması için yazmayacağım ama sahibini aradım. Görüştüğüm isme, "Japonya’ya beton yolluyormuşsunuz" diye söze başladım. Gayet mütevazi bir üslupla "Evet yıllardır yapıyoruz" deyince şaşırdım. Maliyetlere baktım, tünel kalıp maliyetlere yakın. Ancak anladım ki Türkiye’nin yeni teknolojiler konusunda katı bir tutuculuğu var.
Evet, Japonya’ya ‘dünyanın en sağlam ve depreme dayanıklılığı en yüksek betonunu ve sistemlerini’ Türkiye’den yolluyoruz. Adamlar bizi tercih ediyor. Ama kendi ülkemizdeki inşaatların kalitesine baktığımızda ise bizdeki ‘iş tutma’ şekli de üretim süreçleri de çok ürkütüyor.