Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        bcguzelce@haberturk.com

        “Herhangi bir biçimde yalan söylemek beni tiksindiriyor, bugün ancak dürüstçe, söz dolaştırmadan ‘Hayır’ demenin yararı olabilir. Bu yürekliliği Viyana’da da gösterebilecek miyim? Eğer inanmadan yapılırsa savaşa katılmaktan kaçınmak berbat bir şey, yararsız, korkakça ve aşağılık bir şey. Hiçbir şeye yaramaz, yalnızca kişiyi korur. Sanıyorum ki, ancak silahlı bir görev almaya zorlanırsam, açıkça karşı çıkacağım savaşa katılmaya. Bu konuda bir not yazıp burada, Rolland’a bırakacağım, herhangi bir sorun çıkarsa açıklayabilir. Artık boşu boşuna kurban verilmemeli.”

        26 Kasım, 1917.

        Stefan Zweig, savaşa çağrılmadan önce işte bu karmaşık hisler içinde, günlüğünü bu defa İsviçre’de tutmaya devam ediyordu. İstediği gibi de oldu ve bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, arşiv bölümünde görev aldı. 1940 Haziranı’nı Fransa’dan kaçabilmek için, seyahat büroları ve konsoloslukları arasında gidip gelerek geçirmişti. Amerika’ya geçebilmesi için transit yolcu olması gerekiyordu ve bunun için biletini göstermeliydi. Oysa bileti alabilmesi için de vize şart koşulmuştu. Amerikan Konsolosluğu 15 Haziran’da ona “olumsuz” yanıt verirken, Zweig, 18 Haziran sabahı son çare gittiği Filistin seyahat bürosundan üçüncü sınıftan da olsa bir Brezilya bileti bulabilmişti. Bileti Amerikan konsolosluğuna yetiştirdi ve bir hafta sonra Fransa’dan ailesi ile birlikte hareket etti.

        Nazilerden kaçtığına sevinmemiş aksine Fransa’nın durumuna üzülmüş, bir zamanlar evlerinde hizmetli olarak çalışan kadınların kendisini artık “Yahudi düşman” olarak görmesine içerlemişti. Bu günler, ölümüne kadar karabasanlar ve umutsuzluk buhranları halinde onun peşinden gidecekti. Zannediyorum kendisiyle buradan tanışıyoruz. Bundan yaklaşık 70 yıl önce bir şikayeti vardı Zweig’ın. Dün birlikte çalıştığı, karda ayağı kayınca koluna girdiği, evini açtığı yardımcısı Frau Kahn tarafından bir gün içerisinde “düşman” ilan edilmek. Üstelik bu ilanın o hanenin ya da bir mahallenin sınırları içerisinde kalmayıp, evrensel boyuta taşınması Zweig’ı gerçekten derinden etkilemişti. Ne kolay dost olmuştu, ne kolay dışlanmıştı. Hem kimi etkilemez ki bir anda “düşman” ilan edilmek?

        Tarihte kavramların bugünkünden daha fazla çeşitlendiği bir yüzyıl daha olmamıştı sanırım. Hem politik, kültürel, toplumsal, hem de sanatsal açıdan kavramlar çoğaltılmış ve onlarca altbaşlık açılarak, gerçek anlamından uzaklaşmış durumda. İster “inceltilmiş”i olsun, ister en “kıvamlısı” olsun, kavramlara su katılıp seyreltilebilen birer konsantre içecek gözüyle bakanlar olduğu sürece, ne yapılan iyilikler ne de kör cahillikler doğru bir platformda değerlendirilemeyecek. Bir şehrin etrafına elini kolunu sallaya sallaya duvar örenler onu görmemezlikten gelebilecek. Ne Filistin bürosunda Zweig’a Fransa’dan kaçması için yardım eden gişe görevlisinin, ne de onu çılgın bir Alman’ın beyanı doğrultusunda “düşman” ilan eden kör cahil Frau Kahn’ın bir anlamı kalmayacak. Kalmıyor da zaten. İnsanın beş duyusuyla algıladığı bir şeyi yok sayması kolay olmasa gerek, Kahn’ın Zweig’ın öyle olmadığını bile bile düşman olduğunu düşünmesi ya da bugün bir şehrin etrafını boylu boyunca çevreleyen 10 metrelik duvarı reddetmek, altıncı bir duyuyu gerektiriyor sanırım. “Yok sayma” duyusu. Üstelik, bu on yıllar öncesinin hikayesi, bize çok da uzak değil. Türkiye’de de 6-7 Eylül'de, 27 Mayıs'ta, 12 Eylül'de ve daha öncesinde, mesela 27 Ağustos 1917 sonrasındaki tahkikatlarda bir gecede düşman durumuna düşürülen ve ömrü boyunca bunun acısını çekmiş düşünce insanları yaşadı, yaşıyor.

        Sadakat, dostluk, düşmanlık, sevgi, vatanperverlik, hainlik, gençlik, kötülük vs... Bunların varlıkları ve yoklukları tarihte büyük dönüm noktaları için başlangıç noktası oldu. Trajediler olmadan, bir devrin açılıp bir diğerinin başlaması ise ne yazık ki söz konusu değil, zira insan doğası buna müsaade etmiyor. Bugün ya da bir zamanlar yaşanan trajedilerin, gelecekte birer hammaddeye dönüşüp dönüşmeyeceğini kim bilebilir? Bu hammaddenin nasıl işlendiği ve sonunda ortaya ne çıkarıldığını görmek için öyle fazla geriye gitmemiz gerekmiyor, 70 yıl yeterli. Bence acısını onlarca yıl kullanmak üzere bir hammaddeye dönüştürme hakkı yalnızca sanatçılara aittir, başyapıtlar üretebilsinler, bize gerçekte ne olduğunu anlatabilsinler diye. O türden sanatçılara, mesela Nazım Hikmet’e... Selam olsun!

        Ramallah’ın etrafını çevreleyen "ÇİT"

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar