Aile ile devlet arasında yer alan, toplumsal örgütlerin şahsında somutlaşmış olan, gönüllü birlikteliğe dayalı genişçe bir alanı ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır.
Sivil toplum kavramının tarihsel arka planı Antik Yunan'a uzanır. Burada sivil toplum, politik toplumu ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Antik Yunan düşünürü Aristo (ö. MÖ 322), sivil toplum kavramını, ailenin dışındaki kamusal alanı ifade edecek şekilde kullanmıştır. Sivil toplum anlayışı 17. yüzyıla kadar Batı'da ailenin dışında kalan politik alanı ifade edecek şekilde kullanılagelmiştir.
Avrupa'da 16. ve 17. yüzyılda başlayan modernleşmeyle birlikte sivil toplum kavramı da farklı boyutlarıyla düşünce tarihinde yerini aldı. Orta Çağ siyasi kurumlarının değişmeye başlamasıyla devlet-toplum yahut aile- kamusal alan ayrışması ekseninde seyreden tartışmalarda sivil toplum kavramı kilit bir yer edindi.
17. yüzyıldan itibaren başlayan tartışmaların sonucunda sivil toplum konusuyla ilgili üç farklı yaklaşım gelişmiştir ve bu yaklaşımlar günümüzde de büyük ölçüde devam etmektedir. Birincisi, John Locke (ö. 1704) tarafından geliştirilen ve liberal sivil toplum anlayışını resmeden yaklaşımdır. İnsanın doğuştan yaşam, mülkiyet ve özgürlük gibi vazgeçilmez doğal haklara sahip olduğunu savunan Locke, bu hakların korunması için bireylerin toplumsal sözleşme yaparak sivil toplumu oluşturduğunu düşünür. Sivil toplumu oluşturan bireyler, ikinci bir sözleşme daha yaparak bu kez sivil hükûmeti ortaya çıkarırlar. Locke gibi kavramı siyasal alanın dışındaki bir alana işaret edecek şekilde kullanan diğer bir liberal düşünür de Adam Ferguson'dur (ö. 1816). Ferguson; sivil toplumu, bireylerin karşılıklı rızasına ve gönüllü birlikteliğine dayalı gelişen devletin dışındaki bir alan olarak kabul eder.
Kısaca, liberal düşünce geleneğinde sivil toplum, iradi ve gönüllü beraberliğin, sözleşmenin, farklılaşmanın, özgürlüğün alanı olup devlet müdahalesinin dışında tutulması gereken bir alandır. Sivil toplum, ekonomi dahil politik toplumun dışındaki tüm alanları kapsar ve olumlu bir anlama sahiptir.
Sivil toplum tartışmalarında ikinci yaklaşım Alman düşünür G.W. Friedrich Hegel (ö. 1831) tarafından geliştirilmiştir. Hegel, tüm insanlık yaşamını tarihsel süreçle birlikte gelişen üç alana ayırır ve her bir alanın kendine özgü farklı bir etik değere sahip olduğunu kabul eder. Bu alanlar aile, sivil toplum ve devlettir. Ailenin etik değeri doğal iş bölümüne, karşılıklı sevgi-saygıya ve özveriye dayalıdır. İhtiyaç üzerinden farklılaşma eğiliminin ortaya çıkmasıyla birlikte tarihi güç aileden sivil topluma geçerve burada farklı bir etik değer gelişir. Burada ihtiras, rekabet, bencillik duygusu ve çatışma söz konusudur. Diyalektik felsefenin önemli isimlerinden biri olan Hegel'e göre sivil toplumdaki çatışmacı diyalektik unsurlar birbiriyle çatışarak bir sentez olarak "devlet"i ortaya çıkarırlar. Devlet, tarihin nihai noktası olarak gelişir ve böylece tarih kendi yolcuğunu aşkın ve metafiziksel bir devletin şahsında tamamlamış olur. Devlet kendi etik değerini beraberinde getirir. Bu etik değere göre sivil toplumu kendi şahsıyla bütünleştirerek kendisinin dışındaki alanların varlığına son verir.
Mutlakiyetçi ve otoriter düşünce geleneğinde sivil toplum anlayışı Hegelyan çizgide gelişmiştir. Bu anlayışta sivil toplum; başıbozukluğun, karmaşanın, çatışmanın, dolayısıyla güvensizliğin olduğu bir alan olarak kabul edilir ve bu yönüyle de olumsuzdur. Bu düşünce geleneğinde sivil toplum bir yandan güvenlik sorununun oluşmasına yol açar bir yandan da toplumsal birlik ve beraberliği bozduğu için siyasal otoriteye tehdit oluşturur.
Sivil toplumla ilgili üçüncü bir yaklaşım da Marksistler tarafından geliştirilmiştir. Karl Marx (ö. 1833), sivil toplumu, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gerçekleştiği, dolayısıyla emek sömürüsünün oluştuğu altyapı alanı olarak kabul ederek ona olumsuz bir anlam yüklemiştir. Fakat daha sonraki yıllarda Neo-Marksist düşünür Antonio Gramsci (ö. 1937), hegemonya kavramını geliştirerek sivil topluma işlevsel ve olumlu bir anlam yüklemiştir. Gramsci'ye göre hegemonyanın biri politik, biri de kültürel olmak üzere iki ayağı bulunmaktadır. Politik ayağını devlet ve onun bürokratik kurumları oluştururken kültürel ayağını medya, dini gruplar, aydınlar ve sosyal gruplar gibi sivil toplum örgütleri oluşturur. Devlet, hegemonyanın şiddet ve zor boyutunu oluştururken sivil toplum ikna ve rıza boyutunu oluşturur.
Gramsci, toplumsal değişim gücünü sivil toplumda görür. Sivil toplum söz konusu olunca da özellikle aydınlara özel bir rol yükler. Klasik Marksistlerde emekçi sınıfına yüklenen dönüştürücü ve devrimci rolü Gramsci, "organik aydın" dediği aydınlara yükleyerek onları değişimin merkezine yerleştirir. Sivil toplum kavramı böylece Gramsci ile birlikte Marksist literatürde olumlu bir anlam kazanmıştır.
Sivil toplum kavramının bugünkü popülaritesini sağlamasında dünyadaki üç önemli gelişme rol oynamıştır. Bunlardan biri 1960'larda Avrupa'da gelişen olaylardır. Avrupa'da 1968'de Sovyetlerin Çekoslovakya'daki baskısına duyulan tepkinin sonucunda "68 kuşağı" denen farklı kimlik ve aidiyetlerde sosyal hareketler ortaya çıktı. İkinci Dalga kadın hareketi, ekolojik hareket, üçüncü dünyacılık, alternatif yaşamcılık, insan hakları hareketleri gibi hareketler böylece sahnede yerlerini alarak birer sivil toplum unsuru olarak anlam kazandılar.
İkinci olay Amerika'da Vietnam Savaşı'na karşı duyulan tepkiyle ortaya çıkmıştır. Genç kuşaklar, 1970'lerin ilk yarısında meydanlara inerek Amerika'nın Vietnam'daki savaşta yer alışını ve orada kullandığı kimyasal silahları protesto ederek Amerika'nın savaştan çekilmesini sağlamıştır. Bu kitleler de sivil toplumcu hareketler olarak literatüre geçmiştir.
Diğer bir gelişme de Doğu Avrupa'daki sosyalist rejimlere karşı ortaya çıkan kitlesel protestolarda kendini göstermiştir. 1976'da Polonya'da boy gösteren İşçi Dayanışma Hareketi, milyonlarca kişiyi meydanlara dökmeyi başarmış, daha sonra bu tür protestolar dalga dalga yayılarak diğer Doğu Bloku ülkelerine sıçramıştır. 1989 yılına geldiğimizde önce Polonya'da, ardından da diğer Doğu Bloku ülkelerinde sosyalist rejimler yıkılarak buralarda demokrasiye geçilmiştir.
Dünyadaki bu gelişmelerin sonucunda sivil toplum 1980'lerden itibaren popüler bir kavram ve alan haline gelmiştir. Bugün sivil toplum genel olarak aile ve devlet arasındaki ara katmanı oluşturmak üzere kullanılan bir kavramdır. Sivil toplum, ana hatlarıyla üç şeyi anlatır: Toplumsal farklılaşma, örgütlenme ve gönüllü beraberlik. Bugün için sivil toplum dendiğinde devlet alanı dışında bireylerin karşılıklı rızası ve iradi beraberliği üzerinden gelişen, sivil inisiyatife dayanan, şiddet içermeyen her tür örgütsel yapı anlaşılır.
Sivil toplum ile demokrasi birbirini karşılıklı besleyip zenginleştirir. Gelişmiş demokrasiler aynı zamanda örgütsel zenginliğin olduğu toplumlardır. Buralarda toplumsal kesimler, formel veya informel biçimde örgütlenerek geniş bir sivil inisiyatif alanının gelişmesini sağlamıştır. Öte yandan gelişmiş sivil toplum örgütleri, siyasal iktidarın sınırlandırılmasında, kimlik ve hak temelli bir anlayışın yaygınlaşmasında ve siyasal katılımın sağlanmasında işlevsel bir rol oynayarak demokrasinin olgunlaşmasında rol oynarlar. Dolayısıyla sivil toplum, demokrasinin sadece toplumsal ayağını oluşturmamakta, aynı zamanda demokratik sistemin, hak ve kimlik temelli bir karakter kazanmasını da sağlamaktadır.
YAZAR
Ömer Çaha