Çok önemli bir kefalet
Böylesine riskli bir kefaleti 11 yıl boyunca göğüslemek kolay değil. Fatih Altaylı yazdı...
11 yıl önce Birleşmiş Miletler Güvenlik Konseyi, Yasin El Kadı isimli Arap işadamını “İslami teröre finans sağlamak” suçlamasıyla dünya çapında “yasaklı” hale getirdi. El Kadı’nın Türkiye dahil tüm dünyadaki mal varlıkları donduruldu, işleri bloke edildi, şirketleri iş yapamaz hale getirildi, eli ayağı, kolu kanadı koparıldı. Yasin El Kadı o gün mücadeleye başladı ve terörle bağlantısı olmadığını kanıtlamak için dünyanın en büyük hukuk bürolarını harekete geçirdi. Tüm şirketlerini bağımsız denetime açtı, bütün parasal hareketlerini hiçbir şirketin yapmayacağı kadar ortaya koydu. Ancak hiç kimse Yasin El Kadı’ya inanmadı. Bütün dünyanın gözünde o bir “terör destekçisi”ydi. Kendi ülkesinde bile şüpheli durumuna düştü. İşini gücünü, milyarlarca dolarını kaybetti. Tüm bunları birkaç hafta önce yazdım zaten. O dönemde bir tek kişi, “Ben Yasin El Kadı’ya kefilim” diye ortaya çıktı. Herkes, “Böyle birine nasıl kefil olabilirsin” dedi. Biz gazeteciler, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin terörden suçlu bulduğu bir kişiye nasıl kefil olabilirsiniz” dedik.
Rakip partiler ve liderler, “Teröriste mi kefil oluyorsun?” diye kıyameti koparttılar. O tek kişi, “Ben kefilim” dedi ve tüm eleştirilere rağmen geri adım atmadı. Sonuna kadar kefaletini korudu. O kişi, o günlerde henüz daha Başbakan bile olmayan Recep Tayyip Erdoğan’dı. Yeni kurulmuş bir partinin lideriydi. Seçim kaygıları vardı. Buna rağmen El Kadı’ya kefildi. Aradan 11 yıla yakın zaman geçti. Aynı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 11 yıl önce terörist ilan ettiği, tüm dünyada rezil ettiği, işini gücünü batırdığı Yasin El Kadı’yı bu kez akladı. 11 yıl sonra, “Kusura bakmayın, biz yanılmışız. Yasin El Kadı’nın bu işlerle alakası yokmuş. Bize bunu kanıtladı” diyerek Yasin El Kadı hakkındaki tüm suçlamalarını geri çekti. Bunu da açık bir deklarasyonla duyurdu.
Yasin El Kadı kendini aklamak için 200 milyon dolar harcadı. BM Güvenlik Konseyi kararından ötürü kaybettiği itibarın ve kaybettiği işlerin parasal miktarını ise hesaplamak mümkün değil. Şimdi ABD hükümeti, El Kadı’ya Birleşmiş Milletler’i dava etmemesi için baskı yapıyor. Eder mi, etmez mi bilmiyorum. Ama şunu biliyorum. Bazen haksız bir suçlanmadan aklanmak yıllar sürebiliyor. O yıllar boyunca ileriyi gören bir kişinin bile size “inanması” her şeyden daha önemli, daha değerli. Tayyip Erdoğan’ı ise herhalde kutlamak lazım. Böylesine riskli bir kefaleti 11 yıl boyunca göğüslemek kolay değil. Sonunda haklı çıkmaksa büyük keyif olmalı.
Ben bu konuya hiç girmedim ama
CUMHURİYET Bayramı’ndaki alternatif kutlama sırasında “bariyerlerin” kaldırılması sonrası ortaya bir tartışma çıktı. Tartışmanın özünü Başbakan’ın kullandığı “iki başlılık” kavramı oluşturdu. Herkes “İki başlılık var mı yok mu?” diye konuşmaya başladı. İster iktidarı destekleyenler olsun, ister iktidarı eleştirenler olsun, isterse muhalifler olsun. Her yerde bu konu konuşulur oldu. Belki dikkatinizi çekti, ben bu konuya hiç girmedim. Açıkçası girmeye de niyetim yoktu. Ama konu gereğinden fazla tartışılınca bir şeyler söylemek farz oldu. Aslında söyleyeceklerim, geçmişte bu konu tartışıldığı zaman söylediklerimden farklı olmayacak. Birincisi şu: Türkiye’de mevcut Anayasa düzeni varken, Anayasa’nın getirdiği kurallar bu kadar net ortadayken iki başlılık falan olmaz. Seçme ve atama yetkisi Anayasa ve yasalar tarafından açıkça belirlenmiş ve yetkiyi bir yerde toplamış. İkinciye yer bırakmamış. Yani sistemi Anayasa koymuş ve korumuş. Eğer Anayasa çöpe atılmadıysa ikinci baş olmaz. İkincisi ise şu: AK Parti’nin kuruluş ve ilerleyiş felsefesine biraz aşina iseniz, ortada bir “ikinci baş olma” niyeti olmayacağını bilirsiniz. Başbakan Erdoğan, AK Parti’deki herkesin ve AK Parti’den ayrılmış da olsa parti kökenli herkesin kabul ettiği “tek” adamdır. Makamı veya rütbesi ne olursa olsun AK Parti tedrisatından geçmiş hiç kimse Erdoğan’ın karşısına, terazinin diğer kefesine kendini koymaz. Zaten AK Parti’de terazinin diğer kefesi diye bir şey de yoktur. Sonuç olarak: Mutlaka ki, Abdullah Gül’ün de siyasi geleceğine ilişkin planları vardır. Ancak Abdullah Gül eğer siyasette kalmayı içeren nitelikteyse, bu planlarını Erdoğan’a rağmen değil, Erdoğan’ın desteği ve onayıyla uygulamak yolunu seçmeyi tercih eder. AK Parti kendi içinde bir “kavga” değil, “uzlaşma” anlayışıyla hareket eder. Dışarıyla kavga eder ama içeride uzlaşıyla karar verir. Bu yüzden de “iki başlılık” kavgası çıkarmaya çalışmak beyhude bir uğraştır. Bu partiyi tanıyanlar iyi bilir ki, o uğraştan kimseye ekmek çıkmaz.