Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Bir senede neler yazamadım

        Duvarlar yükseliyor

        Bu sene bir gün trenle Paris’ten Köln’e gittim. Almanya topraklarındaki ilk durakta vagona polisler bindi ve tek başına seyahat eden Afrikalı bir yolcuyu elleriyle koymuş gibi bulup belgelerini sordular. Ne Almanca ne de İngilizce konuşuyordu, büyük ihtimalle belgeleri de yoktu ve gözaltına alındı.

        Polisler onu sınır güvenlik kontrolünün olmadığı Schengen bölgesinde nasıl bu kadar kolay tespit etmişti? Belli ki trende biletleri kontrol eden görevli ihbar etmişti. Yazın Atina’dan Paris’e uçtuğumda da, yine iç hat olması gereken bir uçuşun bitiminde, tam uçaktan iner inmez polis hepimizin pasaportlarını teker teker kontrol etti.

        Avrupa’da duvarlar yükseliyor, sınırlar yeniden kapatılıyor. Aşırı sağ partilerin yükselişiyle yasadışı göçmen ilişkileri bizi de yakından ilgilendiriyor. Bu konu üzerinde daha fazla durmalıyız. Nitekim Almanya ve Kanada’da bu yıl yapılacak seçimlerde sonuca etki edecek maddelerden biri bu. (Trump’a kazandıran faktörlerden biri de buydu.)

        Köln’de gördüğüm manzara: Düzene aşık Almanlar sahiden de Merkel’in sınırları açmasına hazırlıksız yakalanmış, ana tren istasyonu eşi benzerine ancak Amerika’nın bazı arka sokaklarında rastladığım gibi bir sefillik içinde. Muazzam bir kontrolsüzlük var. (Merkel’in anı kitabını da yazmak isterdim, ona da sıra gelmedi ama belki gelir.)

        Fransa en azından göçmenleri entegre etmeye, dil öğretmeye ve vatandaşlık dersi vermeye çalışıyor. Ama ne kadar başarılı oluyor tartışılır: Vatandaşlık dersinde kadınları sünnet edemeyecekleri, birden fazla kişiyle evlenemeyeceklerini, çocuklarını dövemeyeceklerini öğrenen yeni göçmenlerin bazıları şaşkınlık geçiriyor. Duvarlar yükselirken yaşam tarzlarımızdaki farklılık da giderek belirginleşiyor. Daha da acısı bir arada yaşama, birbirimizi kabul etme, entegre olma gibi projeler de giderek zayıflıyor. Ne yalan söyleyeyim, ben de kızı bir erkekler el ele tutuştu diye onu otobüs durağında öldüren bir ‘gastarbeiter’ ile aynı yerde yaşamak istemiyorum. Onunla aynı ülkeden gelmiş olmaktan da utanıyorum.

        Köln’e döneyim: Orada tanıştığım bir Afrikalı aylardır kaçak olarak Schengen bölgesinde yaşıyor ve ayda iki küsur bin Euro’ya bir lokantada çalışıyor. Bir başkasının kimlik kartı ve pasaportunu taşıyor. Belçika pasaportu olan bir Afrikalı tanıdığıyla anlaşmış, her ay kazandığının bir bölümünü (ayda 250 Euro) ona bu yasal belgeler karşılığında ödüyor. Yakalanana kadar da böyle devam etmeye niyetli.

        Ama ben onun yakalanabileceğini sanmıyorum, çünkü aslında herkes her şeyin farkında. Sadece göz yumuluyor. Çünkü onun emeğine ihtiyaçları var. Çünkü yasadışı göçmenler Avrupalının yapmak istemediği işleri yapıyor, çok da iyi çalışıyorlar.

        Paris’teki bütün lokantaların mutfaklarında Bangladeşliler var artık. Ülkeye gelir gelmez pasaportlarını yakıyorlar, böylece ‘devletsiz’ oluyorlar. Zamanla yasa dışı bir şekilde yerleri silerek, soğan doğrayarak yollarını buluyorlar.

        Bu sene aslında fırsat bulsam Esenyurt’a gitmek isterdim. Umarım bu sene yapabilirim.

        Taylor Swift’in ortalama albümü

        Sene sonu değerlendirmelerinde Spotify ve Apple Music takıntılı bir şekilde “Fortnight” şarkısını dinlediğimi yüzüme vuruyor. Ama Taylor Swift’in büyük beklentilerle başladığım albümünde bu şarkının ötesine pek gidemediğimden bahsetmiyor. İngilizceye birkaç sene önce eklenen yeni kelimelerden biriyle tarif edersem “The Tortured Poets Department” fazlasıyla ‘mid’ bir albüm. Acaba “Eras” turnesiyle ülkelerin ekonomilerini ayağa kaldıran Taylor Swift’in zirvesine ulaştık ve bundan sonraki yol sadece aşağı doğru mu? Bu albüm bana bunu düşündürdü.

        Bu arada, Spotify şifremi bir arkadaşımla paylaştım ve uygulama bu değişikliği müzik zevkimin değişmesi olarak yorumladı. Çünkü bir anda en sevdiğim sanatçı Rema oluverdi.

        Kendrick-Drake kavgası

        Bu yazın en önemli olaylarından biri olan Kendrick Lamar ve Drake kavgasına da en azından sayfa üzerinde kayıtsız kaldım. Yoksa bütün ayrıntılara hakimim, hatta Tom Hanks’in oğluna sorduğu gibi herkesin merakını cezbettiğini de biliyorum. Kendrick Lamar’ın Drake’i iyice patakladığı “Not Like Us” yılın en iyi şarkılarından biri olarak anılıyor.

        Sahiden öyle mi? Kendrick Lamar’ın Pulitzer Ödülü’nü kazanması hip-hop kültürünün belki de ulaşabileceği en yüksek zirveydi. Aslında buradan kültür bambaşka bir yere de taşınabilirdi. Ama onun yerine 90’ların çocuksu rap kavgalarına teslim oldular, karşılıklı atıştılar. Yani geriye doğru gidiş başladı.

        Sene sonuna doğru yayınlanan Kendrick Lamar’ın albümü “GNX” ise bende heyecan yaratmadı. Belki yaz aylarındaki kavganın yorgunluğundan, Drake’le kavga etme lüzumsuzluğundan sıkıldığım için. Normal şartlarda yeni bir Kendrick Lamar albümü benim için bir şölendir, ama bu fazlasıyla ‘mid’ kaldı.

        Diddy olayı

        İnternet’in fazlasıyla vaktini işgal ettiğine eminim, ama ne yazık ki dünyada sosyal medyayı tatmin edecek kadar çok pedofil yok. Jeffrey Epstein olayı üzerine yazdım, ama Diddy’den özellikle kaçındım. Çünkü daha henüz yolun başındayız ve soruşturmanın nereye gideceğini bilmiyoruz. Bildiğimiz Diddy’nin gerçekten bir canavar olduğu ve bugüne kadar bilinmesine rağmen göz yumulduğu.

        İktidardan düştükten sonra iptal edilmesi manidar değil mi? Harvey Weinstein herkese kendi yöntemleriyle Oscar kazandırırken otel odasında çırılçıplak dolaşıp oyuncu adaylarına masaj yaptırmasına hiç kimse laf etmiyordu. Diddy de rap dünyasının imparatoruyken herkes önünde secde ediyordu çünkü gerek yapımcılığı gerekse de sponsorluk anlaşmalarıyla herkesi zengin ediyordu. Birden onun seks partileri, reşit olmayanları sekse zorlaması, kadınları dövmesi gündeme geldi. İğrenç bir yaratık Diddy, umarım bir daha yüzünü görmeyiz. Ama kültürdeki bu iki yüzlülük de aynı oradan olmasa da epey iğrenç.

        Diddy olayını yazsaydım konuyu illaki İbrahim Tatlıses’e de bağlardım. Bu sene ölen Türker İnanoğlu’nu da Harvey Weinstein üzerinden yazmak isterdim. Kadın döven, etrafında silahlar patlayan bu tiplerin hala usta, imparator, ata olarak kabul görmesine aslında birkaç kez değindim. Ama bu konu nedense sadece beni rahatsız ediyor galiba.

        Bir de Türk basınının isim çarpıtma alışkanlığına hayranım: “Biyons”tan sonra “Puff Diddy” olarak girdi Diddy haberlere: Puff Daddy, P. Diddy, Sean Puffy Combs, Love gibi bir sürü isim denemişti kendisi; ona “Puff Diddy” demek Türk basınına nasip oldu.

        İsrail ne istediyse aldı

        Ortadoğu’da işleyen bir demokrasi olarak İsrail’in varlığını hep savundum. Ama Benjamin Netanhayu beni bile İsrail karşıtı yapmayı başardı. İsrail’in sürdürdüğü savaş, daha doğrusu Hamas’ın saldırısı sonrası verdiği orantısız ve abartılı tepki en fazla ülkenin itibarına zarar verdi. Haklıyken haksız duruma düşmenin en büyük örneğiydi.

        Ama kimin umurunda? Yok olması beklenen Netanyahu savaş sayesinde hem küllerinden doğdu, hem de hiçbir yere gitmeye niyetli olmadığını cümle aleme gösterdi. Küçücük bir ülke Amerikan seçimlerinin sonucunu bile dikte etti; seçmen İsrail’e yeteri kadar yaptırımı uygulamadığını düşünen Demokrat Parti’yi cezalandırdı.

        Müslüman seçmenin Amerikan seçimlerindeki rolünü yazdım, ama sonrasına değinmeye fırsat bulamadım. Şimdi verdikleri oydan mutlulardır herhalde: İsrail’in her istediğini yapmaya hazır bir Amerikan Başkanı ilk dönemde verdiklerinden daha fazlasını vermek için göreve gelmeye hazırlanıyor. Bundan böyle İsrail’in sınırda işgal ettiği Filistin topraklarının resmen ülke sınırlarına katılacağını varsayabiliriz. Netanyahu’nun taleplerine Amerika tarafından herhangi bir ret gelmeyeceğini, de. Barış olmayacağı gibi Gazze de yakında İsrail tarafından İsrail toprağı olarak yönetilecek.

        Hiç olmadığı kadar güçlü ve Amerika’nın koşulsuz desteğini alan İsrail’in bu noktaya gelmesinde Müslümanların rolü ileride daha da net anlaşılacak.

        Suriye meselesi

        Mümkünse Ortadoğu’yla hiç ilgilenmek istemiyorum, ama coğrafya kaderdir misali, yanı başımızdaki kaos ister istemez bizi de ilgilendiriyor. Şu ana kadar bu konuda yazmamayı başardım. Çünkü yıllar önce, Arap Baharı sırasında, Amerika’da katıldığım bir paneldeki tartışmanın ötesine geçemedim.

        Ben Ortadoğu ülkelerinde Kaddafi, Esad, Mübarek gibi light diktatörlüklerin ya da otoriter rejimlerin bir işlevi olduğunu, ülkeler ideal demokrasi olmasa da en azından bu toprakları kaostan koruduklarını savunmuştum. Nitekim onları denklemden çıkardığımızda buralarda çok daha karmaşık yapıda bir devlet kurulmaya çalışılıyor, tıpkı Irak ve Libya’da olduğu gibi uzun süreli belirsizlik oluşuyor. O yüzden buralarla oynamamak belki de en iyi seçenektir.

        Buna karşılık birisi “Ya Türkiye­?” diye sormuştu. “O zaman Türkiye’yle de oynamamak gerek, az demokrasi ama istikrarlı bütünlükle devam etmek mantıklı.”

        “Türkiye farklı,” demiştim ve hakikaten de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’i bizi diğer rejimlere benzemekten koruduğuna inanıyorum. Ama üzerinden epey zaman geçtikten, demografi değiştikten sonra hala bu geçerli mi emin değilim.

        Üç söyleşi

        Merak ettiğim üç belediye başkanı var. Biri Bolu’dan Tanju Özcan ve tam zamanımıza uygun bir ‘deli’ olduğunu düşünüyorum. Ve bunu olumlu anlamda söylüyorum. Özcan o kadar ilgi çekici bir karakter ki yıllardır Türkiye’ye gitmemiş Amerika’da yaşayan bir arkadaşım bile onu yakından takip ediyor. Bence onda Türk siyasetinin geleceğine dair—tatlı şu faşizmi—potansiyel var. İş yapan siyasetçi prototipini o temsil ediyor, hatta oradan Mansur Yavaş’a düz bir çizgi bile çekilebilir.

        Tanışıp hakkında yazmak istiyordum, ama çeşitli engeller—ayağımın kırılması vs.—yüzünden bu sene fırsat bulamadım. Bu minvalde Afyon’dan Burcu Köksal da aynı damarı temsil ediyor ve onu ben yazmasam da mesela Yazgülü Aldoğan’ın kaleminden bir portresini okumak isterim.

        Üçüncü merak ettiğim belediye başkanı Beyoğlu’na seçilen İnan Güney. Yaz başında onunla buluşup bir söyleşi yaptım ama hala yazamadım. Bunun bir nedeni onunla geçirdiğim 50 küsur dakikayı kasetten dinleyip yeniden yaşamak istememem. Bir diğer nedeni de konuştuğumuzda henüz daha işe yeni başlamıştı, biraz yaptıklarını görmek istedim. Üzerinden yeteri kadar zaman geçtiği için bu söyleşiyi yazabilirim. Biraz ipucu vereyim: Yaptıkları söyleşinin çok uzun bir bölümünü işgal etmeyecek.

        Yazamadığım filmler

        Bu sene kaybettiğimiz Donald Sutherland ve “erotik gerilim” türünün başyapıtı “Don’t Look Now” üzerine yazmak isterdim, ama filmi yeniden izleyene kadar gündem değişti. Şahsi ortalamamın çok altında film izledim bu yıl, ama “Challengers” içinde seks olmayan bir seks filmi olarak yazılmayı hak ediyordu. O da olmadı.

        İzlediğim çok az filmden “Conclave” beni en fazla tatmin eden oldu. Bu sene bitmeden “Queer” ve “Brutalist”i de görmeyi planlıyorum ama büyük ihtimalle yazması zaman alacak. Daha evvel bahsetmiş olmalıyım, epeydir yazıda Sedat Ergin aşamasına geldim: Bir yazı üzerine en az dört-beş saat uğraşmak. Bu sene biraz bu alışkanlığımı yenmeye de çalıştım.

        Önceki gün “Carry On,” birkaç gün önce de “A Complete Unknown”u izledim. Bu iki film neden daha az film izlediğimin yanıtı oldu. Yazmış varsayın artık.