I.
Zengin kızlarla yaşadığı aşklardan fırsat bulduğunda benim en yakın heteroseksüel arkadaşım olduğunu hatırlayan C. o sıralar doktora yaptığı Paris’ten arıyor. “Nice’te ev var, bir hafta anahtarı bende,” diye müjdeyi veriyor. “Yeri de şahane, atla gel.” Birini nezaketen, laf olsun diye davet etmeyin. Ciddiye alıp gelebilirler. Dünyayı avucumuzun içine aldığımız, paramızın, enerjimizin, vaktimizin olduğu yıllar. Lale Müldür ve Ahmet Güntan’ın şiirindeki gibi “bok gibi genciz.” Şimdi değilse ne zaman hem… Ya da C.’nin bana “Aynısını yapmalısın,” diye izlettirdiği televizyon programının adıyla “Ce soir ou jamais…”
C. bana Wikipedia’dan “Pan bagnat” ve “Pissaladière” maddelerini gönderiyor e-mail’le. Ben Tokyo’dan İstanbul’a geliyorum, evde bavul değiştirip bir gün sonra Nice’e uçuyorum. O arada, nasıl oldu, tam emim değilim ve hafızam biraz bulanık, ama galiba Paris’teki Madame’la konuşuyorum. “Nice’te ev var, bir hafta anahtarı bizde,” diyorum. “Yeri de şahane, atlayın gelin.” Birini nezaketen, laf olsun diye davet etmeyin. Ciddiye alıp gelebilirler. Madame hemen organize oluyor, daha ben Nice’e varmadan, bir gece önce trenle şehre varıp hiç tanışmadığı C.’yle evde buluşuyor.
Bu seyahatin bir felaketle sonuçlanması için her türlü şart mevcut: 20’li yaşlarında aklı havada iki genç, 60’larında kim bilir neleri görmüş geçirmiş bir bilge; iki kişi birbirini tanımıyor, ortada yapıştırıcı benim; ortak hiçbir noktamız yok ve yaz sıcağında tek yatak odalı evde üçümüz spontane bir şekilde bir hafta geçireceğiz.
C. yaşına hürmeten evin tek yatak odasını Madame’a tahsis ediyor, biz ikimiz salondaki yataklı kanepede yatıyoruz. Evdeki tek vantilatörü biz alıyoruz. Daha ilk sabah, birkaç saat önce daldığımız uykudan kafamızın üstünde sallanan poşet hışırtısıyla uyanıyoruz. Madame erkenden kalkmış, biz eve geldikten hemen sonra herhalde, beklemiş beklemiş biz uyanmıyoruz. Üçüncü saatin sonunda aldığı croissant’ları başımızın üstünde sallayarak bizi uyandırıyor. Uykudan zorla uyandırılmak bir kavga nedeni ama “Sizin için croissant aldım, hadi kalkın,” da güzel bir jest.
C. ve ben şımarığız. İkimizin de sorumlulukları var aslında ama yarın yokmuş gibi yaşıyoruz. Şimdi aklımın almadığı bir enerjiyle Nice’te hem geziyorum, hem yazıyorum, hem laf yetiştiriyorum, hem uyuyorum ve en önemlisi hepsine yetişiyorum. C. insanı yormayan bir arkadaş. Madame zor bir misafir, ilgi bekliyor. Davet ettiğimiz için de bizim misafirimiz, ilgiyi doğal olarak hak ediyor. Bir an kafama dank ediyor: Ondaki imkanlar ve bağlantılarla dünyada istediği herhangi bir yede olabilirdi, ama burada bizle olmayı tercih etti.
*
Le Petit Maison’da akşam yemeğinde Salad Niçoise söylüyoruz ve Fransız gastronomisinin en önemli tartışmalarının birinin ortasında kendimizi buluyoruz: Madame’ın salatasında sadece yeşillik ve ançüez var. Ton balığı yok. Meğer Salad Niçoise’ın içinde ne olması gerektiğine tarih tam olarak karar verememiş, şeflerin bıraktığı kayıtlar birbiriyle çelişiyor ama kesin olan şu: ton balığı ve ançüezden sadece biri olacak, ikisi asla aynı anda olmayacak.
Ben lokantada belki Elton John’u görürüz diye hayal ediyorum. Madame ise Fransız magazin basınının o yaza ait en önemli haberini herkesten önce yakalıyor: Bernard-Henri Lévy yan masada bir sarışınla yemek yiyor ve o sarışın eşi Arielle Dombasle değil, Daphne Guinness! Oğlu daha sonra okul arkadaşım olacak Guinness’le Lévy arasında yıllardır süren gizli aşkın ilk tanığı biz oluyoruz.
2015'te Erkan Özerman'la Paris'te Stephane Rolland defilesini ön sırada izledik*
Her dakika bir arada değiliz. C. ve ben gündüzleri Nice’in çakıl taşlı plajına gidip rosé içiyoruz, Madame sıcaktan bunaldığı için evde oturuyor veya öğlen uykusuna yatıyor. C.’nin üzerinde çalışması gereken bir makalesi oluyor, o zaman ben Madame’ı alıp dışarı çıkıyorum. Ben yazı yazarken evi bana bırakıyorlar.
Madame ve ben gölge bir masa bulmuş, bir pastanede akşamüstü dinleniyoruz ve o sırada C. akşam yemeği programı için beni arıyor. “Ben zaten şimdi Madame’layım,” diyorum karşımda Madame’ın oturduğunu, Madame’a Madame diye isim taktığımızı bir an unutarak. Birinin arkasından konuşurken ona isim taktıysanız er ya da geç yakalanırsınız.
Telefon kapanıyor, “Madame kim?” diye soruyor. Lafı çeviremeyeceğim için “Sizsiniz,” diyorum. Bence hoşuna gitmiyor ama kahkahayı patlatarak “Siz asıl ‘grand dame’ demelisiniz,” diyor. Madame hakikaten grande dame’dı ve o akşam telefonda yapılan planla bunu gösterdi.
Nice’ten Monaco’ya doğru trenle gittiğimizde Buddha Bar’ın açılışında bize ön masanın ayrıldığını ve Cristal açılacağını bilmiyorduk. Birazdan Monte Carlo kumarhanesine gidip bizi davet eden iş adamının gözümüzün önünde önce 10, sonra 15 bin Euro kaybedeceğine ise hiç hazırlıklı değildik. Ben Le Casino’yu sadece şöyle bir görmek istemiştim, birden ağır misafirler olarak ağırlandık.
İş adamı bir ara rulet masasından kafasını kaldırıyor, C. ve bana “Siz biraz şurada durun,” diyor. “Şans dönsün.” C.’ye bakıyorum, “Aman hemen ortadan kaybolalım,” diyorum. “Kaybederse sorumlusu biz oluruz.” Kumarhanenin lokantası Le Train Bleu’da bekleyen Madame’ın yanına çekiliyoruz. İş adamı bir süre sonra geliyor, biz gittikten sonra kayıplarını kazandığını söylüyor. Doğru mu değil mi, hala bilmiyorum; lokantada gece 1:00’de mönünün dışında sipariş verdiği makarna ancak bir kutlama yemeği olabilirdi ama: Farfalle, kavrulmuş sarımsak, ince doğranmış maydanoz, her bir makarna tanesinden şıp şıp damlayan litrelerce zeytinyağı ve, abartmıyorum, en az bir kilo havyar.
“Beluga mı?” diyorum. “Beluga, beluga,” diyor alaycı bir şekilde. “Yemene bak.”
Casino’nun Bentley’si bizi Nice’e bırakırken o kıvrım kıvrım virajlı ve karanlık dağ yollarında otomobil kaza yapsa, uçurumdan fırlasa, o an orada, o meşhur trafik kazasında olduğu gibi hayatımızı kaybetsek “Grace” içinde bir ölüm olurdu, diye aklımdan geçiyor.
“Le Train Bleu dışında başka yerde makarna yemem,” diyor C.
*
O makarnayı bir daha yemek için Madame’ın Abdi İpekçi Caddesi’nde artık yerinde olmayan evine bir yılbaşı gecesi yemek için davet edildim. Mutfağa ben girdim ama Azerbaycan’dan gelen koca teneke havyarı makarnayla gerçek bir lord gibi karıştıran Bülent Özyürük’tü. Sadece bir kere, o gece orada tanıştığım Özyürük üzerinden asalet akan biriydi. Bir kereden bile bunu anlamak mümkündü ama resmi bir asalet unvanı yoktu. Unvan sahibi eşiydi, bir lady’le evlenmişti. Resmen lady’le.
Güngör Bayrak’la onu ikisinin de eşleri öldükten sonra onları bir araya getiren Madame’dı. Güngör Bayrak’a “lady” unvanını getiren ilk evliliğin mimarı da oydu. O gece Neslihan Yargıcı’yla birlikte bir aile yemeğinde olduğumu fark ettim. Nevi şahsına münhasır, hiçbir standarda, kalıba, ezbere uymayan bir gecelik aileydik o gece.
2010 yılbaşı gecesi. Nişantaşı’nda ev sahibi Erkan Özerman, evinde Neslihan Yargıcı, Güngör Bayrak ve Bülent Özyürek ile.II.
Madame iyi yaşadı ve iyi yaşattı. Yaptıklarını, mirasını, Türk popüler kültürünün çıtasını yükseltmek, uluslararası alana açmak için verdiği çabayı, katkılarını tarih yazacak zaten.
Ben Madame’ın çok renkli tarihinde çok küçük bir parantezdim ama buna rağmen baş döndürücü bir hızda göz kamaştıran bir dünyanın ortasında buldum kendimi. Her hayata bir kilo havyar yiyip Bentley’le Monaco’dan Nice’e bırakılmak nasip olmuyor ne de olsa. Bana bile karşılıksız bunları yaşattıysa, kim bilir Ajda’ya, Kıvanç’a, Kenan’a ve adını bilmediğim ama bugün ekranda yer alan kendi keşfi ünlülerine—Türkiye’nin ünlülerinin yüzde 80’i olmalı—kim bilir neler yaşattı.
Ben en azından “Beluga mı?” diye espriyle sormuştum, bir rivayete göre Kıvanç havyarı bozuk zeytin ezmesi sanmış. Doğru mu değil mi, bilmiyorum ama komik. Bugün büyük star’lık mertebesine ulaşan bu erkeklerin pek çoğunun böylesi bir açlıktan geldikleri biliyorum. Anadolu’dan büyük takıma transfer olup gözü dönen futbolcu misali bir kısmı bu baskının üstesinden geliyor, bir kısmı bunun altında eziliyor.
*
Mercedes ve Hülya peşinde parıltılı kariyerini yok eden Tanju’nun hikayesini biliyoruz ama adlarını asla bilmediğimiz ve bilmeyeceğimiz binlercesi var. Tıpkı Kıvanç, Kenan, Tolgahan, Burak gibi adlarını ezbere bildiklerimize karşılık başaramayanları asla tanımayacağımız gibi. Ama olamayanlar bunu hazmedemiyor, kendilerinin neden Kıvanç ya da Kenan olmadığının intikamını almak istiyor.
Madame hayatının son yıllarını sadece onun için kurulan bir magazin mahkemesinde hesap vermek zorunda bırakılarak geçirdi. Ufacık bir şöhret olabilmek için her şeyi ama her şeyi yapmaya razı birkaç aç varoş çocuğunun sözde hakkı aranarak Madame infaz edildi.
Oysa ortada ironik bir durum vardı. Kamuoyunun önünde bu yargılamayı yapan magazin basını konunun doğrudan taraflarından biriydi, düpedüz bir çıkar çatışması yaşanıyordu. Olmayan bir ahlak standardı icat edip tekil bir hedef olarak Madame’a yüklenen magazin basını bu genç erkeklerin özendiği hayatı bizzat inşa edendi. Televole kültüründen dedikodu programlarına insanlara tek kurtuluşun şöhret olduğunu aşılayan onlar oldu. Bugün büyük ihtimalle dünya üzerinde gençlerin gelecek hedefi olarak hedef olarak şöhret olmayı bu kadar istediği bir başka ülke yoktur.
Magazin basını tek taraflı bir ahlakın sözde bekçiliğini yapıp Madame’ı kınarken savundukları mağdurların arzu ettikleri kadar masum olmadıklarını da görmezden geliyordu. Bu gençler hayal ettikleri yere kavuşmuş olsalardı bugün taciz diye anlattıklarına hiçbir itirazları olmazlardı. Asıl şikayet ettikleri onlara göre her şeyi yapmış, oyunu kuralına göre oynamış olmalarına rağmen neden istedikleri yerde olmamalarıydı. Olmayınca olmuyor ama.
Hiç kimse onlara şöhretin adaletli olmadığını, sadece bir tane Elvis çıktığını, o yıldız tozu, o sihirli formül yoksa olunamadığını söylememişti. Tenekeyi ne kadar parlatırsan parlat Kenan olmuyor. Başrol yönetmenin yatağından geçse bile, o parıltı yoksa istediğin kadar yataktan yatağa zıpla, olamazsın.
Bütün mezarlar kazılıp ölüler çıkarılsa ve tarih mahkemeye yatırılsa Madame’ın yargılanmasına bir şey demeyeceğim. Ama tek başına Madame kolay bir hedefti, dişlerine göreydi. Gerçek bir #MeToo dalgasının hesabını soramayacakları için içselleştirilmiş homofobinin de etkisiyle onu hedefe koydular.
*
Madame’ın Paris’teki evinin çok yakınlarında uzun zaman önce bir trafik kazası yaşandı. Paparazzi’nin kovaladığı Mercedes’in şoförü gaza bastıkça bastı ama motosikletli fotoğrafçılardan kurtulamadı, bir süre sonra da otomobilin kontrolünü kaybedip duvara tosladı. Arka koltuktaki yolculardan biri anında hayatını kaybetti, diğeri hastanede can verdi. Şoför alkollüydü ve çok hızlı araba kullanıyordu, dahası insanın fotoğrafının çekilmesi ölümüne neden olmazdı ama bu kaza tarihe magazin basınının cinayeti olarak geçti.
Bir süre önce Madame’la Paris’te Avenue du Président Kennedy’den yürüyerek “Last Tango in Paris” filminin çekildiği apartmanın önünden geçtik, 16. Arrondissement’da alelade bir Çin açık büfesinde hızlıca bir şeyler atıştırdık. Sapasağlamdı, ilerleyen yaşının dışında hiçbir sağlık problemi yoktu ve akşam yeniden buluşmak için sözleşip ayrıldık.
Birkaç sene sonra ölümcül kanser teşhisi kondu Madame’a ve bir daha Paris’te buluşamadık. Gözümüzün önünde yavaş yavaş eridi, tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Son zamanlarını öleceği tebliğ edilmiş biri olarak son nefesini bekleyerek geçirdi ama bir anını bile harcamadı. Gideceğini, geri dönüş olmadığını biliyordu. Buna rağmen hayata tutunma inadı hayranlık vericiydi.
Yaygın bir kanıya göre ağır stres kansere yol açıyor. Tıp dünyasında stres ve kanser arasında böyle bir bağ olmadığını, bu yönde bilimsel bir çalışma yapılmadığını söyleyenler var. Aynı bedene farklı teşhis koyanlar gibi stresin kansere yol açtığını söyleyen doktorlar da var ama. Madame, evet, yaşlıydı ve insan ömrünün uzadığı bir dünyada bile yaşı epey ilerlemişti. Ama kanser değildi. Madame’ın ölümü benim kişisel tarihime ilk magazin basını kanseri olarak geçecek.