Gelecek daima endişe ve umutla birlikte yoğrulur. Türkiye’nin önünde nasıl bir gelecek olduğuna dair düşünce ve arayışların çoğunda endişenin daha ağır bastığı söylenebilir. Karamsarlığa kolayca kapılmamızın bunda payı olsa da, yaşadığımız coğrafyanın güllük gülistanlık olmayan hali de ortada.
Gazze’deki insanlık dramı ve soykırım, sadece gerçekleştiği alanda değil, neredeyse tüm dünyada sonuçlar üretmeye devam ediyor. Türkiye’nin bu meseleye dair ilgisini ve öngörüsünü anlamamakta ısrar edenler, ortaya çıkan bu etki alanının nelere gebe olduğuna da kafa yormuyor.
Rusya-Ukrayna arasında yaşananlar, kelimenin tam anlamıyla dünyayı ikiye böldü. Gazze’deki yıkım ve vahşetten sonra dünya asla eskisi gibi olamayacak. İran’ın içine girdiği çemberden bir türlü çıkamaması, kendi iç dengelerinde yaşadığı sorunlar, içinde resmen yer aldığı ittifaklara rağmen halen ‘üvey’ muamelesi görmesi bizi her açıdan etkiliyor ve ilgilendiriyor. Suriye’de oluşturulmak istenen istikrarsız ve suni yapıların bize dair boyutları da herkesin malumu.
Şimdi sıcak gündem olsa da uzun yıllardır kuvvetli sinyaller veren “aşırı sağ” meselesi de, Avrupa Birliği meselesinden o coğrafyadaki milyonlarca insanımıza kadar bizim açımızdan tehditler oluşturuyor.
ETRAFIMIZDAKİ ÇEMBER GERÇEK
Ortaya koyduğum bu çerçeveyi dış politika konuşmak için aktarmadım. Yakın ve çok yakın çevremizdeki sorunları hızlıca hatırlattım sadece.
Türkiye, özellikle bu kriz ve çatışma alanlarına dair beklenmedik roller üstlendi. Rusya-Ukrayna krizindeki arabulucu rolü malum. Filistin’e ve Gazze’ye gösterdiği ilgiyi sadece ideolojik bir zihin dünyasının inadı gibi göstermeye çalışanların aksine, bu sorunun insani dram boyutunun yanı sıra, bizi doğrudan ilgilendirecek devasa sorunlar üretmeye aday olduğunu da giderek daha fazla hissediyoruz.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tam da bu nedenle İspanya’ya gitti. Bu ülkenin Filistin devletini tanımasının ardından başlayan trafikte önce Dışişleri Bakanı Hakan Fidan temaslarda bulundu. Şimdi İspanya’nın onurlu duruşunu tüm dünyaya ilan eden bir süreç ve yakınlaşma devam ediyor.
SEÇMENİN TEK MESAJI EKONOMİ Mİ?
İşte bu uzun çerçevenin bize verdiği bazı mesajlar var. Şöyle konuşuyoruz ve temelde yanlış değil. 'Seçmen 31 Mart sandığında siyasete uzlaşın ve konuşun mesajı verdi.' Elbette bunu siyaset kuvvetle hissetti ve gereğini yapmak için beklemediğimiz düzeyde bir gayret gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Özgür Özel arasındaki görüşme ve müzakere süreci bunun sonucu.
Bizde seçmeni fazlaca hafife alan kimi okur-yazarların, sandıktaki tercihlerin nasıl bir ince işçilik ürünü olduğunu görmesi elbette beklenemez. Seçmen siyasete bu mesajı verirken, öncelikle ekonomiyi, ağırlaşan hayat şartlarını düzeltin diyor. Buna hiç kuşku yok.
Peki bu kadar mı? Mesela yine kimi okur-yazarların ve siyasetçilerin dudak büküp alay ettiği “Türkiye’nin bekasını ilgilendiren sorunlar” üzerinde bir mesajı yok mu seçmenin? 10 ay önce iki turlu seçimde verdiği bu kuvvetli mesajdan birdenbire vaz mı geçti?
Elbette hayır. İki seçimin verdiği mesajların çok önemli kesişme noktaları var. Toplum alım gücünün tekrar yükselmesini ve pahalılığın çözülmesini istiyor. Bu birinci sırada. Mesajın asıl muhatabı da elbette AK Parti iktidarı.
İkincisi değişim istiyor ve siyasette yeni yüzlerin sahne almasını talep ediyor. Üçüncüsü, Türkiye’nin ana meselelerinde ayrışma ve çatışma değil; konuşma, müzakere ve çözüm istiyor. Bunun muhatabı da hem iktidar, hem de muhalefet.
İç dengelerinizi kurarak ve kimseye aldırış etmeden yaşayabileceğiniz bir dünya yok artık. Belki hiçbir zaman da olmadı. Yukarıda etrafımızdaki çatışma alanlarını aktardım. Şimdi Avrupa’nın sancısı doruğa ulaştı ve aşırı sağ denilen, esasen düpedüz faşizm olan anlayış ve siyasi partiler inanılmaz güç kazandılar.
Bu bizi yakından ilgilendiriyor, çünkü hala yönümüz Avrupa’ya dönük. Dahası bu faşist dalganın milyonlarca insanımızı olumsuz etkilemesi çok güçlü bir ihtimal. Çünkü mülteci düşmanlığı ve İslamofobi kolkola ilerliyor.
TÜRKİYE AVANTAJLARINI GÖRMELİ
Daha fazla sabrınızı zorlamadan size iki hususu aktarıp asıl vurgumu ortaya koymak istiyorum.
İlki, Erdoğan ve Özel’in ikinci görüşmesinde, Avrupa’daki bu yeni ve tehlikeli dalgaya karşı Özel’in ve CHP’nin AB zeminlerinde sorumluluk almalarının gündeme gelmesi. Bu sadece müzakere ve demokratik kültür açısından önemli değil. Aynı zamanda siyasi merkezin iki ana partisinin, biri milliyetçi-muhafazakar, diğeri sosyal demokrat, böyle bir sorunda ortak mücadele etmeyi gündemlerine alması da çok değerli.
İkincisi, Cumhur İttifakı’nda yer alan MHP’nin, elbette gayet net bir milliyetçi kimliği olmasına rağmen, hiçbir zaman ırk temelli bir yaklaşım sergilememesi. Eğer Türkiye aşırı sağ/faşist dalgaya karşı bir duruş sergileyecek ve mücadele verecekse, MHP’nin bu kimliği de son derece kıymetli bir avantaj.
Sakin olup denge kurarken bunları dikkate almaktan başka bir çıkış yok. Aynı yerde kalmak, ancak siyasi pozisyonunuzu yeniden tanımlamak veya gözden geçirmek her zaman mümkün.