Bugün 6 Şubat. Bunu tekrarlamanın bir manası olmadığını düşünebilirsiniz. Bense soluğum kesilene kadar tekrarlamak istiyorum çığlık çığlığa…
Toplumun düştüğü “hafızasızlık çukurunun” dibindeki insan bedeniyle karılmış enkaz çamurudur çünkü 6 Şubat…
Öyle romantik kelimelerle, hamasi cümlelerle ya da ağıt kalıplarıyla değil, “yapılmayanın, yapılması gerekenin katili olduğunu” itiraf ederek tekrarlanmalıdır…
***
Coğrafya derslerini kırmayan öğrenciler bilirler. Ülkemiz deprem kuşağı üstüne inşa edilmiş kadim köylerin, sitelerin ve giderek kentlerin memleketidir. Altımızdaki toprak yerinde saymaz, onun altındaki kaya katmanları ve giderek daha alttaki kabuklara doğru sağa ya da sola kayar durur…
Milyon yıllık bu hareket cetvelle çizilmiş olanlar hariç Anadolu ve etrafının sınırlarını kanlı bir fırçayla oluşturmuştur. Kan dökerek, enkaz yaratarak, boğarak, cansız bırakarak ve giderek yok ederek…
6 Şubat her ne kadar toprak için sıradan bir hareketse, insanoğlu için ezber dışı bir silkeleme olarak kabul edilmiştir iki yıldan bu yana…
Oysa doğada her şey “geliyorum” diyerek haber eder. Sadece “haberdar” olması gerekenlerin kulaklarında balmumu, gözlerinde mil, burunlarında pamuk olmamalıdır. Yoksa…
Büyük acılar, 50 küsur bin can kaybı, neredeyse iki misli kadar vücut ve ruh kırılması ve milyonlarca travmanın miladı olan bu tarihi gerçekten anlıyor muyuz ya da sadece anmakla mı yetineceğiz?
Topluma şöyle bir baktığınızda tabandan tavana, oradan tekrar tabana sirayet eden öncelikler piramidi içinde, az önce en kaba haliyle anlattığım tehlikenin “piramidin neresinde olması gerektiğini” sahi kim söyleyecek bize?
***
Kabul edin; artık depremden ve sonrasından bahseden bilim insanlarını “felaket tellalı”, onların söylediklerinin pusulasında davrananları da “takıntı hastası” olarak niteleyenler azınlıkta mı?
Kabul edin; gezegen hizalanmasını ya da güneş tutulmasını ciddiye aldığımız kadar, “bölgedeki hareketli faylar yakın zaman içinde deprem üretecek” diyen yerbilimcileri dinleyenler çoğunlukta mı?
Ömrünü bilimine ve toprağına adamış onlarca akademisyeni dinlemek yerine kurumuş göl tabanına, doldurulmuş denizin üstüne, kurutulmuş bataklığa enikonu betondan “lüks hayat evleri” dikenleri “toplumun gözde girişimcileri” diye tanımlayanlar eşit ağırlıkta mı?
Doğanın kara kalemiyle işaretlediği yere bir kez daha meydan okuyarak dikilen yeni hayatların bir geleceği olduğunu düşünen “durgun zekâlı” birileri hiç mi yok aramızda?
***
Benim soruları çoğaltırken çirkinleşmekten korktuğum kadar, bu soru işaretlerini oluşturanlar bir parça kaygı taşısaydı içinde; 6 Şubat sıradan bir takvim gününün ötesine geçmeyecekti.
17 Ağustos geçmeyecekti. 12 Kasım geçmeyecekti. 24 Kasım geçmeyecekti. 23 Ekim geçmeyecekti. 27 Aralık geçmeyecekti…
Ama kimse kaygılanmadı ve takvimimiz neredeyse her yaprağını bir başka doğal afetin doğaüstü katliamına teslim etti…
Üzülüyoruz. Korkuyoruz. Ağlıyoruz. Unutamıyoruz. Yalnız hissediyoruz. Ve hepsinden önemlisi giderek hissizleşiyoruz…
***
Hemen yanı başımızda tüm bilim dünyasının birleştiği bir doğal felaket patlamak üzereyken oturup çekirdek yiyoruz…
“İstanbul’da 7 şiddetinin çok üstünde bir deprem olacak ve en az 4 milyon insan ölecek. Üstelik tarihi de belli, doğru alanlara; kenti yeniden inşa etmeliyiz” diyen bir bilim insanına “popülist” yakıştırması, deprem üstüne deprem üreten Ege’yi işaret ederek “Santorini Volkanı patlarsa hepimize Allaha ısmarladık” diyen bir diğerine “Ateist ağzına Allah’ın ismini aldıysa durum ciddi olabilir” esprisini (!) yapıştırıyoruz…
Bu memleketin takvim yaprakları yası gösterdiğinde göğüs kafesinden çıkardığı kalbiyle eş zamanlı yaş dökenlerine ama en çok “felaket şehitlerine” büyük ayıp ediyoruz…
***
Hayat kimileri için hafif kimileri için çok ağırdır. Buna “kader” diyenler olduğu kadar benim gibi “keder” diyenler de vardır elbet…
Misal; bir coğrafyayı kader ya da keder diye sıfatlandırmak yerine, o coğrafyada üreyen insan türüne isim koymalıdır önce…
İşte şimdi o ismi arayıp bulmanın zamanıdır. Bize yaşadığımız ömrü sıradan kılan, bunu yaparken de bırakın hayıflanmayı kılı kıpırdamayan kim varsa, bulduğumuz ismi alnına kazıyıp onu “kendi cehennemiyle baş başa” bırakmaktır görevimiz…
Ya da yeniden başlamaktır. “Ben hata yaptım ama şart olsun, hatamı telafi edeceğim”, “Evet, doğayı yeterince ciddiye almadım ama bundan sonra onu anlamaya çalışacağım”, “Söz, bir şekilde neden olduğum travmada sorumluluğum varsa üstlenip bedelini ödeyeceğim”, “Yemin olsun ki enkazın üstünü örtmek yerine, kazıp içindeki dersi çıkaracağım”, “Yanlışa sağdan ya da soldan gelsin, ayrım yapmaksızın bedel ödeteceğim” diyen, diyebilen sesini özlediğimiz bir toplumun makam, mevki ayırmaksızın her bir ferdiyle…
***
Tekrar başın sağ olsun canım memleketim. Gideni yerine koymak zor, acıyı bal eylemek de öyle. Doğayla girdiği her inatlaşmada kaybeden taraf olan insan iyiliğin pusulasında doğru yolu elbet bulacaktır. İnanıyorum. Sen de inan; unutma ve unutturma!