Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Belki gündelik dilde kullanımı azaldı ama “Söz uçar yazı kalır” diye bir deyim var toplumsal ajandada…

        Günümüzün o en büyük sorunu “hafızasızlık” gerçeğini düşününce de bir yerlerde sonsuza doğru yolculuğa çıkan sözleri not düşmek gerekiyor…

        Bir tarihçi olarak genelde o sözler üzerinden gerçekliğe yürüdüğümüzü not düşmek isterim. Doğru ya da yanlış; ağızdan çıkan söz, yazıya döküldüğü zaman kamulaşmış olur…

        Hal böyle olunca sizinle bu adreste paylaşacağım her şey, bir aklın filtresinden geçmiş fikirler olacak…

        İlk bakışta birbirimizi anlamasak bile bir dönem sonra birilerinin işine yarayacağını ya da bir kapıyı açacağını düşündüğüm anahtar koleksiyonunu ortaklaşa oluşturduğumuzda anlaşacağımızı düşünüyorum…

        Modern zamanların en zor yeteneği “anlaşabilmek” oldu artık. O adreste buluşmak dileğiyle, hoş bulduk!

        ***

        Pahalı su içmeye mahkum muyuz?

        Önceki gün sosyal medyada bir vatandaş büfeden aldığı yarım litrelik suyun fiyatının 10 lira olmasına sinirlenip, aynı suyu marketten 4 liraya aldığının altını çiziyordu. İsyanın sonunda yumruk küçük esnafa indi ve “ben neden koruyacağım kardeşim fırsatçıyı?” kroşesiyle maç son buldu…

        Peki, vatandaş doğru yere mi salladı o yumruğu? İlk bakışta aradaki fiyat farkı ve gündelik hayatımıza zalimce giren fırsatçılık meselesini düşününce, haklı bir isyan ve doğru bir ring gibi görünebilir…

        Ben biraz takıntılıyım, son harfe bakarım hep. Türkiye’nin en büyük su tedarik markalarından birinin sahibiyle konuştum. Meseleyi “Suyun bir değeri yok, artan fiyatlar ve farkların çoğunluğu ambalaj kökenli. Bu da hammaddeyi su olmaktan çıkarıyor. Pahalı olan su değil, ambalajı. Pahalı satan büfeci hesabını neye göre yapıyor bilmiyorum ama dert hepimizin ortak derdi. Ortayı bulabilecek bir maliyet hesabı çıkarmak zorlaştı” şeklinde özetledi…

        Yani küçük esnaf, alışverişi kesmekle cezalandırılabilirdi ama günün sonunda su temel ihtiyaçtı. Tam da bu noktada temel ihtiyacın erişilebilirliği takıldı kafama…

        Birçok ülkenin aksine musluktan su içme şansımız kalmadı. Hal böyle olunca kaynağında ambalajlanan su da bir endüstriye dönüştü. Oysaki musluğa gelen su da aynı kaynaktan çıkıyordu. Belediyelerin çeşme sularını korumaya yönelik kimyasal önlemleri ya da çürümüş alt yapı, kaynağında aynı suyun kalitesini aşağı çekiyordu…

        HALK EKMEK ÖRNEĞİ SUYA UYGULANMALI

        Su Politikaları Derneği Başkanı Dursun Yıldız meseleyi çok güzel özetledi. “Eskişehir’de belediye iştiraklarından ‘Kalabak Suyu’ halka son derece makul fiyatlarla satılıyor. Misal, İstanbul’da ‘Hamidiye Suyu’ da bir iştirak olmasına rağmen fiyatı misliyle pahalı. Nedeni basit, İstanbul’un hacmini düşünerek su bir ticari ürün olarak piyasaya sürülünce geliri de ilgili şirket eliyle belediyenin ortak havuzuna gidiyor. Burada ‘sudan gelen parayı suya harcayalım’ diye bir işletme modeli yok. Hal böyle olunca sudan kazandığını ekmeğe ya da başka teşebbüslere yatırabiliyor yöneticiler. Tersi olsa; sudan gelen, suya gitse İstanbul’un tamamı altyapısını halletmiş bir şebekeden gelen çeşme suyunu içebilir. İsteyen yine ambalajlıyı tercih etsin ama su insani ihtiyaç ve kamu yönetimleri o ihtiyacı erişilebilir hale getirmekle mükelleftir”…

        İşin özetinde bir öneri var. Serbest piyasa ekonomisinde ticaret yürüsün ama halk çözüm politikası üretmeyenlerin sistemin çarkına ittiği kurbanlar olmasın…

        Madem ‘halk ekmek’ diye bir şey üretilebiliyor, ‘halk su’ da neden olmasın? İtalya çeşmelerinden Pellegrino akmıyor ama lokantalarda masaya konan çeşme suyu da rahatlıkla içilebiliyor. Fırsattan istifade değil, istifadeden fırsat çıkarmakta iş!

        Şimdi sıkılı yumruklarımızı gevşetip, bir bardak su içelim. Ve bir kez daha düşünelim; biz pahalı su içmeye mecbur muyuz?

        ***

        Tencere 2500 yıldır kaynıyor ama...

        Geçenlerde bir araştırma okudum. Ülkemizde kesintisiz takip edilen TV ya da sosyal medya prodüksiyonlarının önemli bir ağırlığı “yemek programları” etrafında toplanıyor…

        Yarışmasından tarifine kadar geniş bir yelpazede kaynayan tencere, fırına verilen tepsi, buzdolabından çıkan tabağa sabitlenip kalmışız…

        Programların birçoğunda yapılan ürünlere market fiyatlarını düşününce sadece kasap vitrinine bakan kediler gibi bakabiliyoruz ki o ayrı bir mesele. Neyse…

        Ha, bir de yaşanan “sözde” şef patlamasını işin içine katarsak, dışardan bakan biri “Türkler ömrünün üçte ikisini mutfakta geçiriyor” diye düşünebilir…

        Peki, böylesine bir meraka karşın mutfağımızın dünyadaki algısı ne? Çok sevdiğim bir şef kardeşimin deyimiyle “kebaptan öteye gidemiyor” ne yazık ki…

        Gastronomi özellikle pandemiyle birlikte değeri yükselen dolaylı bir yatırım aracı oldu. Ama kriterleri netleşmemiş ve lobisi yapılamamış bir mutfakla dünya çapında oyuna girmek çok zor. En fazla lokanta, kafe, restoran açar akabinde de kapatır gideriz o kadar…

        Anadolu’da düdüklü tencerenin Frigler tarafından 2500 yıl önce kullanıldığını düşünürsek, mutfağımıza bir lastik firmasının dağıttığı yıldız kadar değer vermediğimizi anlayana kadar daha çok yolumuz var bana göre…

        Mutfağımızın “kendin pişir kendin ye” ekseninden çıkıp, dünya çapında bir manyetik alan yaratması gerekli. Belki o zaman dizilerimizin yaptığı gibi turizmden başlayarak, alternatif gastronomi sektörlerinde de imzamız olur…

        Bizim kurguda değil ocakta kaynayan tencerelere ihtiyacımız var şefim!